*Ali İhsan TOLA*

OrhanCAN

Active member
Bediüzzaman’ın Hekim-i Lokman talebesi: Ali İhsan Tola

Bediüzzaman Said Nursî’nin her biri ayrı sahada mümtaz talebelerinden birisi de Hekim-i Lokman olarak bilinen Senirkentli Ali İhsan Tola’dır.

1927 yılında Senirkent’te dünyaya gelen Ali İhsan Tola, 13 Mayıs 2009’da 82 yaşında bir ziyaretgâh hâline gelen Senirkent’teki evinde Hakk’a yürüdü. Tola, kızı Handan Hanım’ın ifadesiyle son anlarını sürekli abdest hâli içinde ve son nefesinde “Allah” kelimesini zikrederek Rabb’ine kavuştu.

Mehmet Emin Birinci’nin ifadesiyle “Nurlara sadık kalanın son nefesi ‘Allah’ olur” ve Niyazi-i Mısri’nin, “Hakkı seven âşıkların, aşk oduna yananların son nefesi tevhit olur” dediği gibi, onun da “içindeki can kuşu” en son “tevhit” diye öterek bu âleme veda etti.

Ali İhsan Tola, 23 yaşında Orman Fakültesi mezunu bir genç iken 1950 yılında Emirdağ’da Bediüzzaman’ı ziyaretle şereflenir. Bu ilk ziyaretinde Bediüzzaman, Ali İhsan Tola’nın yüzüne bakarak, “Kardeşim, biz seninle akrabayız!” der. O zamanlar henüz üniversiteyi yeni bitirmiş olan ve okuduğu pozitif ilimlerin tesirinde kalan Ali İhsan Tola, bir maneviyat büyüğünü ilk defa ziyaret ettiğinden usul erkân bilmediği için “Efendim siz Şarklısınız, ben ise Garplı, nereden akraba olacağız?” diye itiraz eder.

Bediüzzaman bunun üzerine tekrar “Kardeşim, biz seninle akrabayız” der. Ali İhsan Tola, bu defa içinden “Herhalde bana iltifat olsun diye böyle söylüyor” diye geçirir. Bediüzzaman, bu defa daha gür bir sesle, “Hayır kardeşim, seninle akrabayız!” deyince yanında bulunan Ceylan Çalışkan, eliyle Tola’nın dizine dokunarak itirazını sürdürmemesini ikaz eder.

Ali İhsan Tola, yıllar sonra yeğeninin nüfus planlamada çalışırken nesilleri hakkında yaptığı bir araştırma sonunda soyunun Âl-i Beyt’e dayandığını öğrenince, Üstad’ın “Seninle akrabayız” sözünün ne manaya geldiğini anlar.
 

OrhanCAN

Active member
Yetmiş gün süren oruç

Bir ara Üstad, Tola’ya “Seni hizmet için yurt dışına göndereceğim” der. Bunun üzerine “yurt dışında hizmet ederken aç kalmak olabilir” diye aç kalmaya alışmak gerektiğini düşünür ve oruç tutmaya başlar. Bir gün, iki gün, üç gün derken savm-ı visal halinde hiç yemeden oruca devam eder. Fakat ilginçtir ki, açlık duygusunu hissetmez. Böylece tam yetmiş gün hiçbir şey yemeden aç durur. Etrafındakiler zaman zaman telaş eder ve kendisini yedirip içirmek için ısrar ederler. Ali İhsan Tola, iyi olduğunu, bitkinlik ve halsizlik hissetmediğini söyler.

Yakınları, “Herhalde gizli yiyor, içiyor” diye şüpheye düşerler. Yanına sayılı miktarda meyve ve içecek bırakırlar. Dönüp geldiklerinde, yiyecek ve içeceklere hiç el değmediğini görürler.

Bu durumdan endişe eden dayısının oğlu Dr. Tahsin Tola, bu durumu merak eden bir kaç milletvekili arkadaşını da yanına alarak Ankara’dan Senirkent’e gelir. Duruma müdahale edip, artık kendisini doktora götürmek ister.

Ali İhsan Tola, doktora gitmeyi kabul etmez. Onlar çok ısrar edince, “Eğer götürecekseniz yalnız Üstad’a gitmeyi kabul ederim” der. Bunun üzerine hep birlikte kalkıp Barla’ya Bediüzzaman’ı ziyarete giderler. Durumu Bediüzzaman’a arz eder ve Ali İhsan Tola’nın hasta olduğunu söylerler.

Üstad, “Bırakın Ali İhsan’ı, o hasta değil, hasta sizsiniz” deyip, Ali İhsan Tola’ya dönerek ”Kardeşim, Resul-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v.) orucunu açman için Medine’den hurma göndermiş!” diyerek kendisine bir paket hurma verir. Ali İhsan Tola hemen hurmalardan yemeye başlar.

Yanındakiler şaşkındırlar. Hayret ve sevinçlerinden, ”Aaa yiyor” diye çığlık atar, şükür secdesine kapanırlar. Ali İhsan Tola böylece harikulade bir şekilde hiçbir sıkıntı görmeden eski haline döner.
 

OrhanCAN

Active member
Bitkilerin esrarı

Bu hadiseden sonra kendisine bitkilerin esrarı açılır, adeta melekûtu inkişaf eder. Kâinatta bulunan hangi bitkinin ve madenin ne işe yaradığı, hangi hastalıklara şifa olduğunu idrak eder. Bundan sonra bir yandan yanına gelenlerin dünyevî ve maddî hastalıklarına Allah’ın izniyle şifa dağıtırken, diğer yandan, ebedî hayatlarının kurtulmasına vesile olacak iman hakikatlerinden dersler yapar.

Bu sebeple yurt içinden ve dışından her gün yüzlerce kişi kapısının eşiğini aşındırır, maddî ve manevî şifa bulup gider. Bir Hekim-i Lokman gibi ömrünün sonuna kadar, asla bir karşılık beklemeden ve usanmadan bu hizmetine devam eder.

1970’li yıllarda yanına gelip gidenlerin çokluğundan bazıları kendisini şikâyet eder ve ”Risale-i Nur hakkında propaganda yapıyor. Yanına gelenlere sekir verici otlardan içiriyor” diye asılsız suçlamalarda bulunurlar. Bunun üzerine tevkif edilir. Üç buçuk ay hapiste yatar. Buna rağmen bazı adliye mensuplarının eş ve çocuklarının rahatsızlıklarını tedavi eder. Allah’ın izniyle çoğu şifa bulur.

Tahliye olduktan sonra bir ders günü hâkimler ziyaretine gelir. “Biz kanun-u medeniye ile yargıladığımız için size ters düşüyoruz” gibi ifadelerde bulunurlar. O da kendilerine “Allah’ın Kur’an’da buyurduğu hukuk, her yerde ve herkese şamildir. Sadece adliyeyi teşmil etmez. Siz ölçü ve tartı vazifesindesiniz, haklıya haksıza iyi dikkat ediniz.

Bir de Allah-u Teala’nın şeriat-ı fitriyesi vardır ki, ondan kimse yakasını kurtaramaz. Bir suçlu ne kadar suçunu saklasa, ispat ettirmese de, şeriat-ı fıtriye onu affetmez. Bu itibarla siz ve mahkeme ettikleriniz ondan kurtulamazsınız!” diye nasihatte bulunur. O sırada kapı çalınır. İçeri İzmir tarafından kolu kesik bir misafir girer. Hemen, “Buyurun bu misafire kolunun niye koptuğunu sorun!” der. Hâkimler sorarlar.

Adam, “Kumaş fabrikasında çalışırken defosuz kumaşları defolu gösterip ıskartaya çıkararak çok ucuza satın almak için kumaşlara yağ sürüyordum. Bu arada kolumu makineye kaptırdım!” deyince hâkimlere dönerek, “Bir şüpheniz kaldı mı?” der, hepsi ikna olurlar.

O sırada savcı, hanımının başının sürekli ağrıdığını söyleyerek kendisinden bir ilaç talep edince “Senin hanımın ilacı şeriat-ı fıtriyece başını örtmektir!” der. Savcı, “Hanımımın başının açık olduğunu nereden bildiniz?” diye sorar. Bunun üzerine, baş ağrısının sebeplerinden birisinin başın soğuk almasından ve aşırı güneş altında bulunmasından ileri geldiğini ifade eder.
 

OrhanCAN

Active member
Allah dostları küllî iradeye tabidirler

“Nur Biyografileri” çalışmamız sebebiyle kendisini hayatta iken çeşitli defalar ziyaret edip sohbet ettim. Bir defasında Tahiri Ağabey’le ilgili hatıralarını dinlemek için Isparta’dan Bekir Yalım ve birkaç arkadaşla gitmiştik. O gün bir yakınının cenazesi sebebiyle evin etrafında telaşlı bir kalabalık vardı. Bekir Yalım, “Ben önden girip duruma bir bakayım, müsait mi, değil mi?” diyerek içeri girdi. Ben de kapının ardında beklemeye başladım.


Bekir Yalım, “Ağabey İstanbul’dan İhsan Atasoy geldi, sizinle görüşmek istiyor, müsait misiniz?” deyince, “Akşama!’’ dediğini duydum. Oysa ben kendisiyle görüşüp akşama İstanbul’a dönecektim. Beklemeye vaktim yoktu. Çoğu defa yaptığım gibi azim ve irademi toplayarak Bediüzzaman ve Tahiri Ağabey’den himmet diledim ve içeri daldım. Elini öptükten sonra karşısına geçip oturdum. O melek-sima zat bana, “Adaşım” diye hitap edip tebessüm ederek konuşmaya başladı.


İnanır mısınız, akşama kabul edeceğini söyleyen zat, bütün gelenleri geri çevirerek bizimle tam üç saat kesintisiz sohbet etti. Bir ara söz arasında “Allah dostları kendi iradeleriyle hareket etmez, onlar küllî iradeye tabidirler” diye bir ifade geçti. Ben de onun engin hoşgörüsüne sığınarak, “Ağabey, hatırlıyor musunuz, siz de bizi akşama kabul edecektiniz!” dedim. Yüzünden hiç eksik olmayan tebessümüyle, “Neyse, o konuyu kapat” deyip sohbetine devam etti.

Son olarak, bir sene önce Sungur Ağabey’le ilgili çalışmamız vesilesiyle Hakan Albayrak’la beraber ziyaretine gitmiştim. Bu defa kendisinin hayat ve hatıralarını kamerayla kaydetmeye çalıştık. Sohbet, saatlerce sürdü. Rahatsızlığı sebebiyle sesi hafif çıkıyordu.


Açık olan penceresi önüne gelip ikide bir, “Ali İhsan dede, dut yiyebilir miyiz?” diyen çocuklara, her defasında bıkmadan, “Yavrum, bismillah deyip yiyin” demesi hâlâ kulaklarımdadır. Şimdi o hatıralar “Ala sürurin mutekabilin” (karşılıklı koltuklarda oturulmuş olarak) sırrınca birer Cennet levhası olarak hatıralarımızda bulunmaktadır.

Rabbim gani gani rahmet eylesin ve bizim gibi biçarelere ebed yolunda onu şefaatçi eylesin. Amin. Ruhuna el-Fatiha…

Moral Dergisi -- İhsan Atasoy'un yazısı:

 

OrhanCAN

Active member
Mustafa Sungur'un Notlarından

ALİ İHSAN TOLA AĞABEY ( Rahmetullahi Aleyh) KİMDİR?

1927 Senirkent doğumludur Ali İhsan Tola Ağabeyimiz. Orman İşletme Mühendisidir.

1950 yıllarında Hazret-i Üstada intisap edip, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra, mühendisliği bırakıp, nur hizmetleri ile iştigale başlamıştır. Bir ara Sav’da bulunan teksir makinesiyle olan tab işlerinde bulunmuştur. Ankara’da Risale-i Nur Eserlerinin yeni hurufa çevrilerek matbaalarda basılmasında da çok emeği geçmiştir.

Hazret-i Üstad Onu daha çok siyasilerle olan hizmetlerde istihdam etmiştir. Dayısının oğlu olan Tahsin Tola Adnan Menderes döneminde Demokrat Parti mebusu olmuştu. Bu itibarla Hazret-i Üstad Ali İhsan Tola’yı dayızadesi mebus Tahsin Tola ile birlikte vazifelendirmiştir. 1953’den 1956 tarihine kadar olan zaman içerisinde Risale-i Nurların Lâtin harflerine çevrilerek matbaalarda basılması hususunda görüş alış verişleri ve istişarelerini yapmışlardır.

O tarihlerde kâğıt bulunmazdı. Kâğıt karaborsada aşırı fiyatlarla, on kat fazlasına satılmaktaydı. Buna rağmen onun, bir usulünü bularak, kâğıt temini hususunda hizmetleri olmuştur.

O sıralarda Ankara’nın en büyük matbaalarından olan “Doğuş Matbaası” ve “Yeni matbaa” gibi müesseselerde Risale-i Nurlar basılmakta idi. Fakat zaman zaman yasaklar ve mani olmalar devam etmiştir. Buna rağmen eserlerin tamamı Hazret-i Üstad hayatta iken yeni harflerle tab edilmiştir.

Ali İhsan Tola Ağabeyimiz; otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından yaptığı edviyelerle insanlık âlemine faydalı olduğu söylenmektedir.
 

OrhanCAN

Active member
Ali İhsan Tola Ağabeyin Üstad Hazretleri Ve Hizmet-İ Kur’an İle Alakalı Hatıraları


Yemeyi içmeyi terk edersen nefsine hizmet ettiremezsin...

1950 senelerindeyiz. Sav Köyünde teksir ettiğimiz İşârat-ül İ’caz Mecmuasını yazıp bitirdikten sonra tashih için bir nüsha Isparta’ya Hazret-i Üstada götürdüm. Hazret-i Üstad beni Isparta’daki evinde, odasının kapısında karşıladı. Mübarek ellerini öptüm, eseri teslim ettim.

O sıralarda kendi nefsimi tezkiye için oruçla riyazet yapmakta idim. Hazret-i Üstad bana şöyle dedi: “Hizmet zamanı yemeyi içmeyi terk edersen, nefsine hizmet ettiremezsin, bu dalalet olur. İhtiyacı olan gıdayı verir de, hizmet-i îmaniyede çalıştırırsan, Allah rızası için Cihad olur.

Ben dahi tashih hizmetlerinin çok olduğu şu günlerde gözlerim yoruluyor. Gözlerimin yorgunluğunu gidermek için kuzu etinden köfte yaptırması için Bayram’ı gönderdim.” dedi. Ve köfteler geldiğinde bir tane de bana yedirdi.
Sonra İşârat-ül İ’caz mecmuasının tashihine başlandı. O sırada ben dışarıda başka bir işle meşgul iken tashihe başlanmıştı.

Odaya girdiğimde bir nüsha da bana verildi. Takip ederken kafama bir mesele takıldı: Sûre-i Bakara’nın baş Ayeti olan “Elif Lâm Mim” kelimesinin izahı... Ben girmeden okunmuş, “keşke ben de duysaydım” diye iradesiz içinden geçiriyordum. Hemen Hazret-i Üstad; “Keçeli sen sonradan geldin, okunan yerlerden anladığın kadar yeter” dedi. “Peki Üstadım” dedim.

Ama iradesiz aynı şey aklıma tekrar geldi. Hazret-i Üstad yine hissetti ve aynı cevabı verdi. Sonra kitaptan on sayfa okundu ve “Fatiha” denildi.

Hazret-i Üstad yemek yemeyi tesbihat manasına getirerek “sen tesbihat yapmamışsındır” diyerek, “mutfağa buyurun” dediler. Mutfağa geçerek mutfakta bulunan suda ıslatılmış kuru ekmek ile yumurta yemeğinden yemeye başladım.

Hazret-i Üstad diğer talebeleriyle birer birer yiyecek erzak gönderiyordu bana. Ceylan büyükçe bir ekmek getirdi: “Ağabey bu ekmek seninle tesbihat yapacak” dedi. Arkasından Tâhirî Mutlu Ağabey büyükçe bir teneke içinde yağ-zeytinler getirdi: “Bu zeytinler seninle tesbihat yapacaklar.”

Onun da arkasından Zübeyr bardak içinde üzüm taneleri getirdi: “Ağabey bu üzüm taneleri seninle tesbihat yapacaklar” deyince; Ben gönlümden dedim: “Haydi Ceylan ve Zübeyr gençler, belki benimle şaka ediyorlar. Yaşlı başlı Tâhir Ağabey de mi benimle şaka ediyor” derken kafam çalıştı, jeton düştü. Hazret-i Üstad hissimi açık seçik bana izah etmiş bulunuyordu.

Evet ben bundan anladım ki: Hakaik-i imaniye büyük bir sofra-i İlâhî olmakla, bana düşen hâfıza-i midemin aldığı kadar olduğunu Hazret-i Üstad bana faaliyet ile ders veriyordu. Bilahare ben müsaade istedim, Sav yoluna girdim. Sav’daki hizmete döndüm.
 

OrhanCAN

Active member
Hazreti Üstadın uzaktan gelen ikaz sesi

Sav’a giderken çok enteresan bir hal ile daha karşılaştım.


Şöyle ki: Sav’a yayan gidiyordum. Gittiğimi de kimseye hissettirmek istemiyordum. O günlerde hizmet arkadaşım olan Sav’lı Mustafa Gül Ağabey, Sav yolunun kenarından bir üzüm bağı almıştı. Bağını ben biliyordum. Teberüken bir salkım üzüm alayım diye şarampolden atladım.

Fakat daha bağa ayağımı atar atmaz; Hazret-i Üstad’dan kulağıma öyle bir ses geldi ki, sanki hoparlörden çıkıyor: “Ali İhsan! Sen benim mutfağa, bardak içinde gönderdiğim üzümleri yemedin, Mustafa Gül’ün bağına mı giriyorsun?” diye.


Bu şekilde üç kere tekrar etti. Ben ayağımı ne geriye çekebiliyordum ne de ileriye atabiliyordum, dona kalmıştım. Zorluk içinde yere yıkıldım ve kendimi şarampole attım. Çok derinden ve özden hislenmiştim.

Sav’daki teksir yaptığımız eve geldim. Arkadaşlarım bir korku geçirdiğimi yüzümden bildiler. “Ne oldu sana! Bir şeyden mi korktun? diye ısrarla sordular. Ben bu sırlı meseleyi ifşa etmek istemedim. “Yayan geldiğim için yorgunluktandır” diye atlattım.

Fakat seneler sonra 1986’da Mustafa Gül ağabey hastalanmıştı. Vefatından iki gün evvel ziyaretine gittim. Hoşâmediden sonra dedim: “1950’lerde, teksir makinesiyle çalıştığımız günlerde, senin bağına girip, teberüken bir salkım üzüm koparayım derken, başımdan böyle bir hâl geçti” diye Mustafa Gül Ağabeye bu sırlı hâtırayı anlattım.


Mustafa gül Ağabey cevaben: Kardeşim Ali İhsan Efendi! Buna benzer bir hal bende de vuku bulmuştu. Afyon Hapishanesinde mevkuftum. Kaldığımız yer hapishanenin en üst katı idi. Diğer mevkuf arkadaşların tayinatı bana geliyordu. Ben onlara tevzi ediyordum. Bir gün tayin’ler içinde hamursuz tabir edilen küçük bir ekmek çıkmıştı.

“Bunu ben yiyeyim” diye rafın altına koydum. Anında kulağıma Hazret-i Üstad’dan ciddi ve vakarlı öyle bir ses geldi ki: “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” tekrar “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Yine aynı ses “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Ben hemen ekmeği aldım diğer tayinlerin içine koydum. “Peki Üstadım” dedim, ses öyle kesildi.

Evet bunlar hizmet-i imâniye ve Kur’aniyede ciddi ve samimi çalışmaların cilveleridir. Hizmete aynen devam edilse bunlar her zaman yaşanır. Hazret-i Üstad zahirde görünen hizmetin kerametlerini kendi üzerine almamış, hizmete bırakmıştır. Ciddi ve samimi hizmet eden, hizmetinin kerametini her zaman görür ve görülmüştür.
 

nkulunk

Yeni Üye
Nur'dan Bir Adamın Gölgesinde

Ormanın ağaçları, çiçekleri, kuşları, kurtları, suları kimi bekliyor acaba? İnsanın içini ürperten bu sessizlik sesinde beklenen kim? Belli, birisi veya birileri bekleniyordu. Hazırlık yapıyorlar. Arslan, Kaplan, Ayı, Kurt, Tilki, Kuş, Yılan ve daha niceleri en güzel elbiselerini giymişler. Birbirlerine; "En yakışıklı benim, ben." der gibiler. Ağaçların havası daha başka. Rüzgâra emir veriyorlar. "Bizden emir almadan, ormana gelme" der gibi. Herkesimde bir merak. İlçenin istihbarat birimleri haber almışlar! "Bu adam dağa çıkacak!" Her ihtimal üzerinde duruyorlar. Kim bilir dağda neler olacak? Dağ başlarında bir adam, adanmış yüreği ile dağın başında güneş gibi doğacak. Polis ve istihbarat yıllardır NUR'un çocuklarına ACABA'lar ile bakmadı mı? Ormanı keşfetmek için Allah (CC) adeta Senirkent'in dağ eteğinde dünya'ya teşrif ettirmişti. Ormanın mühendisi olmak kolaydı. Bediüzzaman'ın talebesi olmak. İşte bütün mesele. Orman O'nun ilham kaynağı olmuş. Kâinat mektebinin bir cüzünü tahsil ederek, Nur fırınına hazırlamıştı. NÂR ile NUR arasında kalan bir insanın elini ve gönlünü tutacak VELİ'ler de olmaz ise? Eyvah, kayıyorum. Elimi kim tutacak? Canıma kıymak ve bu hayattan çekilmek istiyorum!.. Çılgınca arabasını sürüyordu. O çılgınlaştıkça, altındaki arabası da çılgınlaşıyordu. İstiyordu ki, kaza olsun ve ölsün!.. Ölüm bu kadar arzu edilir mi? O da ne? O'nun huzurunda. Boylu boyunca günlerce yerde yatış. Öldü mü, kaldı mı? Üzerinde müthiş bir tebessüm güneşi.
Ormanı terk ederek, insanlık ormanına dahil olmak istiyordu. Oysa insan ne ağaca, ne kurda, ne kuşa benzemiyordu. Nasıl tahammül edecekti? Kim öğretecekti? 1950 yılında Bediüzzaman Said-i Nursi'ye intisap etmişti. İntisap ama şartsız, hilesiz, gösterişsiz. Nur Risaleleri ruhunu doyurmuş, doyurmuştu. Mühendislik O'na çelik çomak oyunu gibi gelmeye başlamıştı. Sav ilçesinde teksir makinesinin başında bir nur işçisi. Bir kişiye daha ulaşabilmenin derdi ile dertlenen, nur damlası bu adam: Adam gibi bir adam. Yüreği Allah'a adanmış bir eren. Üstadın adeta siyasi danışmanı gibi. Dayısının oğlu Tahsin Tola Adnan Menderes döneminde Demokrat Parti Milletvekilidir. 1953- 1956 yılları Risale-i Nurların Lâtin harflerine çevrilerek matbaalarda basılmasında fiilen görev almışlar. Kâğıdın karaborsada olduğu yıllarda Merhum Ali İhsan Tola amcamız, kâğıt temini hususunda büyük gayretler göstermiş.
Ben Ali İhsan Tola amcayı nasıl tanıdım? Kardeşim Metin vesile oldu. Sonra, Isparta adeta doğum yerim gibi oldu. Ali İhsan amcanın manevi kızı Leylâ hanımın zevcem ve çocuklarımla yakından ilgi ve eğitimi, bizi ailece Isparta'lı yapmaya yetmişti. En çok dikkatimi çeken Ali İhsan amcada, meşrep taassubu yoktu. Saatlerini bizlere ve aile ve çocuklarıma ayırırdı. Öyle ki büyük kızım Firdevs hanım "DEDEM"i öylesine telâffuz ederdi ki, işitenler "Deden mi?" sormadan edemezlerdi. Din kardeşliğini bize bir NUR ustası olarak o kadar güzel yaşatıyordu ki... Mehmet Zahid Kotku, Hacı Dursun, Mahmut efendi gibi zatların sohbet halkalarında bulunmuş bir garip kul olarak, Ali İhsan Amcanın sohbet sofrası da zengin ve yüreklere işleyiciydi.
Bir gün Bediüzzaman hazretleri Ali İhsan Tola amcaya bitkilerdeki, madenlerdeki ve sulardaki özellikleri anlatır. Bitkilerden havaya yansıyan iyonlardan bahseder. Teneffüs yoluyla alınan iyonlar da gıda olabilir, diyor Bediüzzaman Ali İhsan amcaya.
Ben kendisine bir tıp doktoru yakıştırması yapmam. Ancak, tıp doktorlarının kendisinden çok şeyler öğreneceğini söylerim.
19 Mayıs 2013 Pazar günü zevcem, Havva Firdevs kızım, Leylâ abla, evlâtları İbrahim ve Mehmet ile birlikte Senirkent'te Ali İhsan Amcanın yıldönümü programına katıldık. Odasına hiç el sürülmemiş. Kocaman bir fotoğraf. Çerçevelenmiş. O bana bakıyor, ben O'na. Yok, yok bakmıyor. Konuşuyoruz. Türkiye siyasetinden konu konuyu açıyor. Barış sürecini kendilerine anlatıyorum. Biraz sonra tepsi içinde yemeğimiz geliyor.
Hele o Bamya?!..
Mermer mezarın başında oturdum. Programı oradan izliyorum. Kalabalığa baktım. Samimi ve gösterişten ırak. Sermaye ve siyasetin kuşatması altında olmayan Müslümanlar topluluğu.
Hapishanelerin Medrese-i Yusufiyye diye adlandırıldığında, riyanın kokmadığı bir toplulukta olmaktan lezzet aldım.
Ali İhsan Amca, biliyorum elin elimde, gönlün gönlümde.
Allah rahmet etsin.

Nejdet KÜLÜNK
 
Üst