Ahirete İman

Huseyni

Müdavim

﴿
وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
blank.gif
1


Yani, “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

Arkadaş! Bu âyetin, evvelâ mâkabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Bu âyetin geçen âyetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkûr cümlelere doğru bu âyetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’ân-ı Kerimin bu âyetle işaret ettiği netice, imanla amel-i sâlihin semeresi, sûrenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senâya bakıyor.

Ve yine sûrenin başında, kâfir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedî bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu âyetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.


Ve yine يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا
blank.gif
2
ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bâis olan ibadetten neş’et eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu âyetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.


Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu âyette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.



[NOT]Dipnot-1 Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-2 “Ey insanlar, ibadet edin.” Bakara Sûresi, 2:21.
[/NOT]

amel-i salih: Allah için yapılan iyi işlerbeyan: açıklama, anlatma
beşaret: müjdebâis: sebep olan
ebedî: sonu olmayan sonsuzirtibat: bağ, ilişki
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan şeylerden birini inkâr eden kimselezaiz: lezzetler
medh ü senâ: medih ve övgümezkûr: anılan, sözü geçen
meşakkat: güçlük, zorlukmuhtelif: çeşitli, değişik
mâkabli: öncesimünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
mütefavit: farklı, ayrı ayrımü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanan
neş’et etme: doğan, meydana gelenrahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
rükün: esas, şartsaadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk
semere: meyvetahkir: aşağılama, hakaret etme
tasrih etme: açıkça bildirmeteklif: yükümlülük
temin etmek: güven ve huzur vermek, emin kılmaktevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezyid: arttırma, fazlalaştırmazem: kötüleme, kınama
şekavet: mutsuzluk, rahatsızlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 267


Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.)اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ
blank.gif
1
ilâ âhir, âyetiyle işaret edilen i’câz ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir ve inzar gibi nübüvvet vazifelerine lisan-ı Kur’ân ile işaret edilmiştir.

Ve yine, yukarıda i’âd ve inzar, yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezâdî bir münasebettir.


Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lâzımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib ve terhib, yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu âyetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki âyetlerle de, terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezâdî bir münasebet vardır.

Ve yine, geçen âyetlerde âhiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu âyette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, âhiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.

Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. Ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.

Evet, Cenâb-ı Hak, gayr-ı mütenahi hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülâta, inkılâplara mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef’ ile zararı, hüsün ile kubhu, hülâsa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.

Evet, madem ki bu âlem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir.


[NOT]Dipnot-1 “Eğer bir şüpheye düşüyorsanız..” Bakara Sûresi, 2:23.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahbeşaret: müjdeleme
ebed: sonsuzlukgayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuz
hayır: iyilikhikmet: amaç, fayda, sır
hülâsa: kısaca, özetlehüsün: güzellik
ilâ âhir: sonuna kadarinkılâp: değişim, dönüşüm
inzar: uyarma, korkutmairade etme: dileme
itaat: emre uyma, boyun eğmeitibar: özellik
i’câz: mu’cize oluş; bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüki’âd: cehennem vs ceza ile korkutma, tehdit etme
kubh: çirkinlikkâinat: evren, yaratılmış herşey
lisan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın dilimahal: yer, mekân
mahzen: depomezraa: tarla
münasebet: alâka, ilgimüsabaka: yarışma
nefs: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvetnef’: fayda, yarar
nev-i beşer: insanlarnübüvvet: peygamberlik, elçilik
nübüvvet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğisemere: meyve, netice, sonuç
seyl: sel, akıntı silsile: zincir
tagayyürat: değişmelertahavvülât: dönüşmeler, hal değiştirmeler
tahrik: harekete geçirmetahvif: korkutma
tebşîr: müjdeleme, müjde tehdit: korkutma
tergib: isteklendirme, şevklendirmeterhib: korkutma, dehşete düşürme
teselsül: zincirleme devam etme, ard arda gelmetezahür: belirme, görünme, ortaya çıkma
tezâdî: çelişkili, zıt vaad: cennet vs. güzel şeyleri söz verme
vicdan: kalbe ait hislerin mazharı, aynasıvücut bulmak: olmak, meydana gelmek
zikredilme: anılma, belirtilmeâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
şecere-i hilkat: yaratılış ağacışer: kötülük

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 268


İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar; 1 وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!” diye olan tüy ürpertici, sâika-vâri, şiddetli emr-i İlâhîye mâruz kalacakları gibi, iyi insanlar da 2 فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ “Daimî kalmak üzere Cennete giriniz” diye olan Cenâb-ı Hakkın mün’imane, şefîkane, lütufkârâne emirlerine mazhar olacaklardır.

İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef’i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 Yâsin Sûresi, 36:59.
Dipnot-2 Zümer Sûresi, 39:73.
[/NOT]
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
ameliyât: muâmeleler, işler, operasyonlar
emr-i İlâhi: Allah’ın emriikmâl edilme: tamamlanma
kâinat: evren, yaratılmış herşeylütufkârâne: lütfederek, ihsanda bulunarak
mazhar olma: nail olma, erişmemuhtelit: karışık
mâruz kalma: uğrama, tesirinde kalmamücrim: günahkâr, suçlu
mün’imane: nimet verene, ihsan edene yakışır bir şekildenef’: fayda
sâika-vâri: gök gürültüsü, yıldırım gibitasfiye: temizleme, arındırma
tecrübe: denemetefrik etmek: ayırt etmek, fark etmek
tevlid etme: doğurma, meydana getirmetezahür etme: belirme, ortaya çıkma
teçhizat: cihazlar, malzemeler, donanımşefîkane: şefkatlice, merhametli olarak
şer: kötülük

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 269


Mukaddeme

Bu âyet, mâkabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır.


Birincisi: Âlemin imkân-ı harabiyetiyle ölümüdür.

İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.

Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır.

Dördüncüsü: Tamirinin imkânı ve vukuudur.

Evvelâ: Harabiyet-i âlem imkân dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.

Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiîsi vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.

Evet, kâinatın ihtiva ettiği envâın ve bu envâın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserîsi bu kanunlara tâbidirler. Binaenaleyh, âlem-i sağîr denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kâinatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halâs olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kâinat ömr-ü fıtrîsinden evvel haricî bir tahribata veya Sânii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fennî bir hesapla, kâinatın öyle bir günü gelecektir ki,
blank.gif
1
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve
blank.gif
2
اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ gibi âyetlere mâsadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kâinat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.


İkinci nokta:
Harabiyet-i âlemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavî dinler, âlemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selîme, âlemin öleceğine



[NOT]Dipnot-1 “Güneş dürülüp toplandığında.” Tekvîr Sûresi, 81:1.
Dipnot-2 “Gök yarıldığında.” İnşikak Sûresi, 84:1.
[/NOT]

Sâni: herşeyi san’atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allahbinaenaleyh: bundan dolayı
ecel: ölüm vaktiecel-i fıtrî: Allah tarafından yaratılışta belirlenmiş ölüm anı
efrad: fertlerenvâ: çeşitler, türler
fennî: ilmî, bilimselfıtrat-ı selîme: bozulmamış fıtrat, sağlam karakter
halâs olmak: kurtulmakharabiyet: yok oluş, yıkılış
harabiyet-i âlem: âlemin yıkılmasıharap: yıkılma, yok olma
haricî: dışa ait, maddîhaşr: insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanması
hedm: yıkma, yıkım ihata etme: kaplama, kuşatma
ihtivâ etme: içinde bulundurma, içine almaihya: hayat verme, diriltme
imkân: mümkün olma, olabilirlikimkân-ı harabiyet: yıkılıp yok olma ihtimalini taşıma
insan-ı kebir: büyük insan; âlem, kâinatkeza: bunun gibi
kâinat: evren, yaratılmış herşeykısm-ı ekseri: büyük bir kısmı
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması, kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları, mahşerde toplanmalarımukaddeme: başlangıç, giriş, önsöz
mâkabli: öncesimâsadak: bir söz veya hükmü doğrulayan örnek
müttefik: ittifak etmiş, birleşmişnazara alınmak: dikkate alınmak
necat: kurtuluşneşvünemâ: büyüme ve gelişme
sekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme anısemâvî: vahye dayanan
silsile: zincir, zincirleme uzayıp giden varlıklar ve olaylartahribat: tahripler, yıkıp bozmalar
tamir: onarmatekâmül: olgunlaşma, mükemmelleşme
tâbi: bağlıvuku: olma, meydana gelme
âlem-i sağîr: küçük âlemömr-ü fıtrî: doğal yaşam süresi
ömr-ü tabiî: doğal yaşam süresişecere-i hilkat: yaratılış ağacı, kâinat ağacı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 270


şehadet eder. Ve kâinatta gözle görünen şu kadar nev’î, ferdî, yevmî, şehrî, senevî tagayyürat, tahavvülât, inkılâpların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim.

Arkadaş! Kâinat dediğimiz şu apartman-ı İlâhî öyle ulvî, yüksek, derin, ince nizamlara tâbi ve öyle acip, garip rabıtalara bağlıdır ki, eğer bir duvarı veya bir taşı “Yerinden çık!” emrine hedef olsa, derhal âlem, ölüm hastalığına düşer, sekerata başlar; yıldızlar arasında müsademeler, ecram arasında muharebeler vukua gelir. Şu gayr-ı mütenahi boşluk, pek şiddetli sayhalar, pek dehşetli sâikalar, pek korkunç sesler, sadâlar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar.


Evet, insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın, ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.

İşte bu şiddetli ölümle hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatin yağı ayranı biribirinden ayrılır; Cehennem, maddesiyle, aşîretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecellî ve incilâ eder.

S - Kâinat, ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılâplı, mâil-i inhidam bir sûrette yaratılıp, bilâhare tahripten sonra ebediyete kàbil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı?

C - Vakta ki Cenâb-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inâyet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşvünemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi tuttu, zararları menfaatlere kattı,



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allahacip: acaip, tuhaf
apartman-ı İlâhî: Allah’ın bir apartman gibi birbirini tamamlayıcı çeşitli sistemler tarzında yarattığı kâinatbilâhare: daha sonra
ebed: sonsuzlukebediyet: sonsuzluk
ecram: gök cisimleri, gezegenlerferdî: bireysel, kişisel, bireylerle ilgili
gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuzhikmet-i ezeliye: Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik yapması
hilkat: yaratılışhusule gelme: oluşma, meydana gelme
icmal: özet; özetlemeiktizasınca: gereğince
imkân: olabilirlik, mümkün olmainayet-i ezeliye: Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu düzen ve düzenlilik
incilâ etmek: ortaya çıkmak, açılmakinkılâp: değişim, dönüşüm
insan-ı kebir: büyük insan, kâinatistidat: konuşma, yazma gibi ruhî özellikler, yetenekler
izahat: izahlar, açıklamalarkanaat: görüş, fikir
kàbil: kabiliyetli, yeteneklikâinat: evren, yaratılmış herşey
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması, kâinatın ölümünden sonra, bütün ölülerin dirilip ayağa kalkmaları, mahşerde toplanmalarıletafet: güzellik, hoşluk
lezaiz: lezzetlermenfaat: fayda, yarar
muharebe: harp, savaşmâil-i inhidam: yıkılmaya meyilli, yıkılmaya uygun, müsait
müsademe: çarpışmanev-i beşer: insanlar
nev’î: türlere ait, türlerle ilgilineşvünema: büyüyüp gelişme
nizam: düzen, kanun, sistemrabıta: bağ
sabit: kesin, şüphesizsadâ: ses
saika: gök gürültüsü, yıldırımsarahat: açıklık
sayha: ses, bağırışma, çığlıksekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme
senevî: yıllıktagayyürat: değişimler
tahavvülât: başkalaşmalar, hal değişiklikleritahrip: bozma, yok etme
tasavvur: düşünme, hayaltecellî: açığa çıkma, görünme
tezahür: ortaya çıkmatâbi: bağlı olma
ulvî: yüksek, yücevakta ki: ne zaman ki
vukua gelmek: meydana gelmekyevmî: günlük
şehadet: şahidlik, tanıklıkşehrî: aylık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 271


şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem etti. Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi tuttu.

Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl eder. Sâni-i Hakîm, inâyetiyle, birbiriyle karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilâf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli olarak metin ve kavî bir cisimle teşekkül ederek, وَامْتَازُوا
blank.gif
1
hitabına hedef olur. Cennet ise, esasatıyla beraber ebedî ve muhkem bir şekilde tecellî eder ve müncelî olur.


Evet, gerek Cehennemi, gerek Cenneti teşkil eden ecza ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır; nizam da, devama sebeptir. Ve keza, bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için, vücutlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünkü, dünyadaki cisimlerinin terkip ve tahlilleri arasında muvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilâle yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam mânâsıyla muvazene vardır ki, inhilâle mahal kalmaz.

Üçüncü ve dördüncü noktalar: Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur.

Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir.

Evet, Kur’ân ve Hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat


[NOT]
Dipnot-1 “Bir kenara çekiliniz.” Yâsin Sûresi, 36:59.
[/NOT]

Sâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allahcem etme: toplama, bir araya getirme
delil-i naklî: Kur’ân ve hadîs gibi nakle dayanan delildevir: kısır döngü; tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı gibi sürüp giden sonuçsuz iddialar
ebed: sonsuzlukebedî: sonsuz, sonu olmayan
ecza: cüzler, parçalar, kısımlaresasat: esaslar
esbab: sebeplerhadîs: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
haşir: öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmahitab: seslenme, sesleniş
hulûl etmek: girmekihtilâf: uyuşmazlık
inayet: yardım, ikram; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilikinhilâl: bozulma, dağılma, çözülme
intizam: disiplin, düzenkavî: güçlü, kuvvetli
keza: bunun gibikâinat: evren, yaratılmış herşey
mahal: yer maruz olmak: tesiri altında kalmak
menzil: durak, yermuhkem: sağlam, kuvvetli
muvazene: ölçü, dengemünasebet: bağlantı, ilgi
müncelî olmak: ortaya çıkmaknaklî delil: Kur’ân ve hadis gibi nakle, haberlere dayanan delil
nihayet bulma: sona ermenisbet: kıyas, oran
nizam: kanun, sistem, düzennübüvvet: peygamberlik, elçilik
sahih: doğru, güvenilirsıhhat: sağlamlık, doğruluk
tagayyür: başkalaşma, değişmetahlil: çözümleme, çözülüm, analiz
tasfiye: arıtma, temizlemetebeddül: başkalaşma, değişme
tecellî etmek: aksetmek, görünmektecrübe: deneme, imtihan
tefrik etmek: ayırmaktekâmül: olgunlaşma, mükemmelleşme
terkip: oluşum, birleşim, senteztevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
teşekkül etmek: oluşmakteşkil etme: meydana getirme, oluşturma
tâbi tutma: bağlı tutmavakt-i hasat: hasat vakti; mahsül ve ürün toplama zamanı
vakta ki: ne vakit ki, ne zaman kivuku: meydana gelme, olma
vücut: beden, cisimzıddiyet: zıtlık, karşıtlık
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 272


ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile ispat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için, Kur’ân-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delâil-i akliye ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir.

Delil-i aklî ile ispatı,
blank.gif
1
وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ âyet-i kerimesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülâsası: Vücutlarında şek ve şüphe olmayan nizam, rahmet ve nimet, ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir hayatın tahakkuku ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci bir hayat tahakkuk etmezse, bunları esmâü’l-ezdaddan addetmek lâzım gelir.


Delil-i naklî ise: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ile bütün enbiya, haşrin geleceğine ittifak etmişlerdir.

Aklî ve naklî deliller ise: Fahreddinü’r-Râzî’nin tefsirinde, bu kabil delilleri bildiren âyetler beyan edilmiştir. Hülâsa, bilhassa hayvanat ve nebatatta dâima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile, yani bir sür’at-i intikal ile hükmedecektir.

Şimdi bu âyetin cümlelerini biribirine bağlayan münasebetlere gelelim.

Evet, bu âyetin cevherlerini nazmeden ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis olan nokta, “saadet”tir. Şöyle ki:Saadet-i ebediye, iki kısımdır.

Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır.



[NOT]Dipnot-1 “Onlar, âhirete de kesin olarak imân etmiş kimselerdir.” Bakara Sûresi, 2:4.
[/NOT]

Fahreddinü’r-Râzî: (bk. bilgiler)Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade, üslûp ve açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
addetme: sayma, kabul etmeaklî: akılla ilgili, akla ve mantığa uygun
aklî ve naklî deliller: Kur’ân ve hadis gibi nakle dayanan deliller ve akla uygun mantıkî delillerbeyan: açıklama, anlatım
bilhassa: özellikledelil-i naklî: Kur’ân ve hadis gibi nakle dayanan delil
delâil-i akliye: aklî ve mantıkî delilleremare: belirti, işaret
enbiya: nebiler, peygamberleresmâü’l-ezdad: zıt isimler, çelişkili isimler
hads: güçlü sezgi, seziş, süratli kavrayışhayvanat: hayvanlar
haşir: öldükten sonra âhiret âleminde tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmahülâsa: kısaca, özetle
ittifak: birleşme, fikir birliğikabil: gibi, tür, çeşit
kurbiyet: yakınlık, kulun Allah’a yakınlığılütuf: iyilik, ikram, bağış
mazhar olmak: ayna olmakmedar-ı bahs: söz konusu, araştırma sebebi
muhal: imkânsızmünasebet: alâka, ilgi
müteferrik: farklı, çeşitli, dağınıknaklî: nakille ilgili
nazmetme: dizme, tertip etmenebatat: bitkiler
nizam: düzen, sistem, kanunnübüvvet: peygamberlik, elçilik
rahmet: İlâhî şefkat ve merhametrıza: memnuniyet
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk
sahih: doğru, güvenilirsilsile: sıra, dizi
sür’at-i intikal: çabuk anlama ve kavramasıdk: doğruluk
tahakkuk: gerçekleşmetecelli: görünme, yansıma
teemmül etme: düşünme, inceden inceye araştırmatefsir: açıklama, yorum; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından açıklayan, yorumlayan kitap
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanmavuku: meydana gelme, olma
vücut: varlıkşek: şüphe, tereddüt

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 273


İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp eder.

Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnîdir veya gayr-ı kabildir.


İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet, meskenin en lâtifi, en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçeklerle müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalbleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairâne teşbihleri, temsilleri, üslûpları ilham eden, sular ile hazravat ve nebatattır.

Saadetin ikinci esası olan ekl ise: Me’kûlât (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, me’lûf olan kısımdır. Yani, insana garip, vahşî olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti bilinir. Lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Ve keza, ekl lezzetini ikmal eden esbabdan biri de, o rızkın, kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de, o rızkın menbaının daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızık için telâş etmesin.

Saadetin esaslarından nikâh ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.

Evet, bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en lâtifi, en şefiki, “kısm-ı sâni” ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam



aksâm: kısımlar, bölümlercamid: katı
cazibedar: cazibeli, çekicicihet: taraf, yön
derece-i kıymet: kıymet derecesiekl: yeme
esbab: sebepleretraf-ı erbaa: dört taraf, yön
gayr-ı kabil: mümkün olmayanhazravat: yeşillikler
hulûd: devamlılık, sonsuzlukihya eden: dirilten
ikmâl: mükemmele ulaştırma, tamamlamailham: kalbe gelme, gönüle doğma
inkılâp etme: dönüşmeitmam etme: tamamlama
kasır: köşk, saraykeza: bunun gibi
kısm-ı sâni: ikinci kısım, ikinci taraflezaiz: lezzetler
leziz: lezzetli, tatlılâtif: ince, güzel, hoş
menba: kaynakmesken: oturulacak yer, ev
mevcut bulunma: var olmame’kûlât: yiyecekler
me’lûf: alışılmış, ülfet edilmiş muavin: yardımcı
muhat: etrafı çevrili, kuşatılmışmukabil: karşılık
mutmain: gönlü hoş, içi rahatmübadele: değiş tokuş, karşılık verme
müstağnî: ihtiyaç duymayanmütehayyir kalma: hayrete düşme, şaşırma
müzeyyen: süslenmiş, süslünebâtât: bitkiler
nikâh: evlenmek, evlilikruhî imtizac: ruhen kaynaşma, uyuşma, geçinme
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyeceklersaadet: mutluluk
saadet-i cismâniye: maddî mutluluk, bedenle alınan mutluluk sermaye: ana mal, servet
tabir edilme: ifade edilmetafsil: ayrıntı
tebeddül: değişmeteceddüd: yenilenme, tazelenme
tefekkür: etraflıca ve derinlemesine düşünmetemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
teşbih: benzetmevelev: şayet, ..olsa, olsa bile
yekdiğerine: herbiri diğerineülfet: alışkanlık, yakınlık
ünsiyet: dostluk, yakınlıküslûp: ifade tarzı
şad etme: neşelendirme, sevinç, huzur vermeşairâne: şairce
şefik: çok şefkatlişevk: çok arzu, şiddetli istek

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 274


eden, sûrî ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâli olmasıdır.

S - Yiyecek, içecek, şahsî vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücuddan eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek yemek ve gıda ile olur. Nikâh da, nev’in bekası içindir. Halbuki âhirette eşhas ebedî olduğundan, vücutlarında eriyip ayrılan birşey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun. Ve âhirette tenasül yoktur ki nikâha lüzum olsun.
blank.gif
1


C – Yemek, içmek ve nikâhın faideleri, yalnız bekaya ve tenasüle münhasır değildir. Evet, şu elemli, kederli âlemde onlarda pek büyük lezzet ve faideler olsun da, lezzetler yeri olan âlem-i saadette niçin daha nezih lezzet ve faideleri olmasın?

S - Bu âlemde lezzet, elemin def’inden hasıl olur. Halbuki âhirette elem yoktur?

C - Elemin def’i, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir.

Ve keza, âlem-i ebedînin bu âleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfârıktır. Yani, aralarında çok farklar bulunduğundan, birbirine benzemez. Cennet ile Horhor bahçesinin HAŞİYE-1 arasında ne nisbet varsa, Cennetin lezzetleriyle dünyanın lezzetleri arasında da aynı o nisbet vardır. Cennetin, Horhor bahçesinden dereceleri ne kadar çok yüksek ise, uhrevî lezzetler de dünya lezzetlerine göre öyledir. Her iki âlem arasında bu büyük tefavüte, İbn-i Abbas, لَيْسَ فِى الْجَنَّةِ اِلاَّ اَسْمَاۤئُهَا cümlesiyle işaret etmiştir. Yani: “Cennette, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.”
blank.gif
2
Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır.


Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Evet, lezzetin hakikî lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir, hattâ zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün dîvanlarıyla


[NOT]Dipnot-1 Bu mesele Cennet bahsi olan Yirmi Sekizinci Sözde daha geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Haşiye-1 Horhor, Van’da Müellifin medresesinin adıdır.
Dipnot-2 İbni Kesîr, 1:63, Kurtubî, 1:240; Taberî, 1:135, Fethu’l-Kadîr, 1:55; İbni Hacer, Metâlibü’l-Âliye.
[/NOT]

Horhor / Horhor bahçesi: (bk. bilgiler – Horhor Medresesi)Van: (bk. bilgiler)
ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâkbekà: devamlılık ve kalıcılık
def’: ortadan kaldırma, savmaebedî: sonu olmayan sonsuz
elem: acı, keder, sıkıntıenin: inilti
eşhas: şahıslarhakiki: gerçek
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothâli: uzak
ibka etmek: devam ettirmek, kalıcı hale getirmekiffet: namus; harama iştah duymayıp helâline duyma
itmâm etme: tamamlamakeder: sıkıntılı, üzüntülü
keza: bunun gibikıyas-ı maalfârık: birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas
mecazî âşık: fânî dünyanın sevgililerine âşık olanmedrese: okul, mektep
müellif: telif eden, yazarmünhasır: ait, mahsus
nev’: tür, çeşitnezih: temiz, hoş
nisbet: bağ, ilişkipâk: temiz
sûrî: görünüştetasavvur: düşünme, hayal
tefavüt: farklılıktenasül: üreme, çoğalma
uhrevî: âhirete aitvücut: beden
zahiri: görünürdezeval: geçip gitme, yok olma
zira: çünküâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
âlem-i ebedî: sonsuz âhiret âlemiâlem-i saadet: mutluluk âlemi
ârıza: hata, noksanlıkİbn-i Abbas: [bk. bilgiler – Abdullah İbni Abbas (r.a.)]

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 275


yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbupların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir.

Evet, pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri dâimî elemleri intaç ettiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.


Hülâsa: İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki rabıtaları gördük. Şimdi, cümlelerinin işgal ettikleri yerler ile münasebetlerine bakacağız.

Evet,
وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
blank.gif
1
﴿ Bu cümlenin, bu mevki ile münasebeti:

Evet, Cenâb-ı Hak, ibadeti teklif etti ve nübüvveti ispat etti ve Peygamberimizi (a.s.m.) tebliğ-i umura memur yaptı. Ve dünyevî bazı lezzetlere cevaz vermeyen ve meşakkatleri tazammun eden ibadete mü’minlerin imtisallerini temin etmek için, mü’minlere vaad buyrulan tebşirleri tebliğ etmeyi Resul-i Ekreme (a.s.m.) emretti. Çünkü o Hazret (a.s.m.) inzar ve tahvife (korkutma) memur olduğu gibi, Allah’ın rızasını, lütfunu, kurbiyetini ve saadet-i ebediye gibi tebşiratını da tebliğe memurdur.

اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى
blank.gif
2
﴿ İnsanın ihtiyâcât-ı zaruriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir.

Mekânın en güzeli, nebatat ve eşcara müştemil olan yerlerdir. Ve en lâtifi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir. Ve en kâmil kısmı, ağaçlarının


[NOT]Dipnot-1 “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minleri müjdele!” Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-2 “Ki (altında nehirler) akan Cennetler onlar için vardır.” Bakara Sûresi, 2:25.
[/NOT]

Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce AllahResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
bâis olmak: sebep olmakdivan: şiir ya da manzume kitabı; klasik Türk edebiyatı şairlerinin şiirlerinin toplandığı kitap
dünyevî: dünya ile ilgiliebed: sonsuzluk
elem: acı, keder, sıkıntıeşcar: ağaçlar
firak: ayrılıkhakiki: gerçek
hülâsa: kısaca, özetleihtiyâcât-ı zaruriye: zorunlu ihtiyaçlar
imtisal: emre uyma, boyun eğmeintaç etme: netice verme
inzar: uyarma, korkutma işgal etme: kaplama, yer tutma
kurbiyet: yakınlık; kulun Cenâb-ı Hakka yakınlığıkâmil: mükemmel
lâtif: ince, güzel, hoşlütf: iyilik, ihsan
mahbup: sevgilimarifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma
mecra: suyun akış yeri, su yolumemur: görevli
mevki: yer, konummeşakkat: güçlük, zorluk
muhabbetullah: Allah sevgisimuvakkat: geçici
münasebet: alâka, ilgimüştemil: içine alan, kapsayan
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannebat: bitki
nebatat: bitkilerneş’et etme: doğma, meydana gelme
nübüvvet: peygamberlik, elçilikrabıta: bağ
saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluktahvif: korkutma
tasavvur: düşünme, hayal etmetazammun: içerme, içine alma
tebliğ: bildirme, ulaştırmatebliğ-i umur: Allah’ın emirlerini başkalarına ulaştırma, bildirme
tebşirat: müjdelertebşîr: müjdeleme, müjde
teklif etme: sorumluluk yükleme, yükümlü tutmatemin etmek: sağlamak
umûr-u ebediye: ebediyete ait işler, âhiret işlerivaad etme: söz verme
vaveylâ: feryatzevâl: gelip geçicilik
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 276

arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu kısma تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ
blank.gif
1
﴿ cümlesiyle işaret etmiştir.

Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu, cismanî lezzetlerden yiyecek, içecektir. Bu kısma da جَنَّةٌ
blank.gif
2
, نَهْرٌ kelimeleriyle işaret edilmiştir.

Sonra rızkın en ekmeli, me’lûf olan kısımdır ki, derece-i kıymeti bilinsin. Meyvelerin lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir; lezzetin en sâfisi, hazır ve yakın olanıdır; ve en lezizi, amelinin ücreti olduğunu bilmektir. Kur’ân-ı Kerim, bu kısma da
﴿ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ
blank.gif
3
cümlesiyle işaret etmiştir.

مِنْ قَبْلُ Yani, “Bundan önce yediğimiz meyvelerdir veya dünyada yediğimiz meyvelerdir.” Çünkü Cennetin meyveleri, birbirine benzediği gibi, dünya meyvelerine de zahiren benzerler.

وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا Yani, “Rızıkları birbirine müteşabih olarak getirilir.” Hadîste de vârid olduğuna göre, Cennetin meyveleri suretçe birdir, ama tatları, taamları bir değildir. Bu cümlede meçhul sigasıyla zikredilenاُتُوا
blank.gif
4
kelimesinden anlaşıldığı gibi, rızkın insana götürülmesi, büyük bir şeref ve keramete delâlet ettiğinden, büyük bir lezzeti intac ediyor.


وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ
blank.gif
5
﴿ Mesken ve me’kelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu ihtiyacının Cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet insan, bir refikaya veya bir refîke muhtaçtır ki,


[NOT]Dipnot-1 “Altında nehirler akar.” Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-2 Bir nehir, bir Cennet.
Dipnot-3 “O Cennetlerden herhangi bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikleri vakit, ‘Bu, bundan evvel bize (dünyada) verilenlerdendir’ derler.” Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-4 Getirilir.
Dipnot-5 “Ve onlar için cennette tertemiz eşler vardır.” Bakara Sûresi, 2:25.
[/NOT]

cismanî: bedenle ilgili
delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek
derece-i kıymet: kıymet derecesiekmel: en mükemmel
hadîs: Peygamberimize ait söz, fiil, davranış veya onun onayladığı başkasına ait söz, fiil ve davranışlarintac: netice verme, doğurma
keramet: şeref, yücelikleziz: lezzetli, tatlı
mesken: ev, barınakmeçhul: bilinmeyen
me’kel: yemek; yemek yenilecek yerme’lûf: alışılmış, ülfet edilmiş
müteşâbih: birbirine benzerrefik: koca, eş
refika: kadın, eşrızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler
siga: kip, kalıpsâfi: arınmış, temiz
taam: gıda, yiyecektebeddül: başkalaşma, değişme
teceddüt: yenilenme, tazelenmevarid olma: gelme, bahsi geçme
zahiren: dış görünüş itibariyleziyade: çok
şeref: yücelik, büyüklük
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 277


tarafeyn, aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.


وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
blank.gif
1
﴿ İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu zaman, en evvel fikrini bozan, vesvese veren, o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu vesveseli düşünceye mahal kalmamak üzere, Kur’ân-ı Kerim, bu cümle ile onların ezvacıyla, lezaiziyle beraber Cennette aleddevam kalacaklarını tebşir etmekle, o kederli düşünceden kurtarmıştır.

Bu âyetteki cümlelerin sadeflerinde bulunan cevherleri göstereceğiz.

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
blank.gif
2
﴿ [SUB]cümlesinin başında bulunan وَ harf-i atıftır. Atfın her iki tarafı arasında münasebet lâzımdır. Halbuki burada tebşir ile mâkabli arasında münasebet görünmüyor. Ancak mâkablinde inzar vardır. Öyleyse bu tebşir, o mâkablinden tereşşuh eden inzara atıftır.

[/SUB]
[SUB]بَشِّرْBeşaret tâbiri, Cennetin, Cenâb-ı Hakkın fazl-ı kereminden bir hediye-i İlâhîye olup, amelin ücreti mukabilinde vâcip bir hak olmadığına işarettir. Çünkü hak ve ücretin verilmesi, beşaretle tâbir edilemez. Buna binaen, yapılan ibadet, Cennet için olmamalıdır.[/SUB][SUB]Tebşirin siga-i emir kıyafetiyle zikri, tebliğin takdirine işarettir. Çünkü Resul‑i Ekrem (a.s.m.) tebliğe memurdur, tebşire mükellef değildir. Takdir-i kelâm, “Müjdeleyerek tebliğ et” demektir.[/SUB]


[NOT][SUB]Dipnot-1 [/SUB][SUB] “Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” Bakara Sûresi, 2:25.[/SUB]
[SUB]Dipnot-2 [/SUB][SUB] “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minleri müjdele!” Bakara Sûresi, 2:25.[/SUB]
[/NOT][SUB]
[/SUB]
[SUB]
[/SUB]
[SUB]Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah[/SUB][SUB]Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)[/SUB]
[SUB]aleddevam: devamlı olarak, sürekli[/SUB][SUB]atıf: (Ar. gr.) kelime veya cümle grubu arasındaki mânâ bütünlüğünü gösteren irtibat ve bağlılığa göndermede bulunma[/SUB]
[SUB]beşaret: müjdeleme, müjde[/SUB][SUB]binaen: -dayanarak[/SUB]
[SUB]cevher: asıl, öz[/SUB][SUB]ezvâc: karı-koca olan eşler[/SUB]
[SUB]fazl-ı kerem: ihsan ve iyilik, lütuf ve nimet[/SUB][SUB]ferah: sevinç, rahat, huzur [/SUB]
[SUB]gam: üzüntü, tasa[/SUB][SUB]harf-i atıf: atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, “vav” gibi[/SUB]
[SUB]hediye-i İlâhiye: Allah’ın bağışı, hediyesi[/SUB][SUB]iktiza: gerektirme[/SUB]
[SUB]inzar: uyarma, korkutma[/SUB][SUB]keder: sıkıntı, üzüntü[/SUB]
[SUB]lezaiz: lezzetler[/SUB][SUB]mahal: yer, mekan[/SUB]
[SUB]mazhar olma: erişme, nail olma[/SUB][SUB]memur: görevli, vazifeli[/SUB]
[SUB]muavenet: yardımlaşma[/SUB][SUB]muhabbet: sevgi[/SUB]
[SUB]mukabil: karşılık[/SUB][SUB]mâkabli: öncesi[/SUB]
[SUB]mükellef: sorumlu, yükümlü[/SUB][SUB]münasebet: alâka, ilgi[/SUB]
[SUB]neş’et etme: doğma, meydana gelme[/SUB][SUB]rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet[/SUB]
[SUB]refika: kadın eş[/SUB][SUB]sadef: sedef; içinde inci bulunan kabuk[/SUB]
[SUB]siga-i emir: emir kipi, kalıbı[/SUB][SUB]sürur: mutluluk, sevinç[/SUB]
[SUB]tabir: ifade, deyim[/SUB][SUB]tahfif etmek: hafifletmek[/SUB]
[SUB]takdir: bir şeyin konumunu tayin ve tesbit etme; metinde söylenmeyen gizli lâfzın belirtmesi[/SUB][SUB]takdir-i kelâm: sözün gelişi; lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan söz, mânâ[/SUB]
[SUB]tarafeyn: iki taraf; karı-koca [/SUB][SUB]tebdil: değiştirme[/SUB]
[SUB]tebliğ: bildirme, ulaştırma[/SUB][SUB]tebşîr: müjdeleme [/SUB]
[SUB]tereşşuh etme: sızma[/SUB][SUB]vesvese: kuruntu, şüphe[/SUB]
[SUB]vâcip: zorunlu, gerekli[/SUB][SUB]yekdiğerinin: herbiri diğerinin[/SUB]
[SUB]ünsiyet: alışkanlık, âşinalık[/SUB]
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 278


S -اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا
blank.gif
1
Bu sıla ve mevsule tâbiri, ism-i fâil sigası olan اَلْمُؤْمِنِينَ
blank.gif
2
’den daha uzun olduğu halde neye işarettir?


C - Sûrenin başında tafsilen zikredilen اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ
blank.gif
3
ilâahir, olan sıla ve mevsule işarettir ki, orada yapılan tafsil, burada yapılan icmâle beyan olsun.


S - Sûrenin başında اَلَّذِينَ ’nin sıla denilen dahil olduğu cümle, muzâri sigasıyla zikredildiği halde, burada mâzi sigasıyla zikredilmiştir. Esbabı nedir?

C - Orada makam, iman ve amele teşvik ve medih makamıdır. Buna münasip, muzâri sigasıdır. Burada makam, mükâfat ve ücreti vermek makamıdır. Buna da münasip, mâzi sigasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonra verilir.

وَعَمِلُوا
blank.gif
4
Bu وَ harf-i atıftır. Atfın tarafeyni arasında münasebet lâzım olduğu gibi, mugayeret de lâzımdır. Burada aralarında bulunan mugayeret, mezheb-i İtizâlin hilâfına, amelin imana dahil olmadığına ve amelsiz imanın da kâfi gelmediğine delâlet ettiği gibi; عَمَلْ
blank.gif
5
tâbiri de, tebşir edilenin ücret gibi olduğuna işarettir.


اَلصَّالِحَاتِ
blank.gif
6
Bu kelime, birşey ile takyid ve tahsis edilmeyerek, mutlak ve



[NOT]Dipnot-1 İman eden ve iyi işler işleyen mü’minler.
Dipnot-2 Mü'minler.
Dipnot-3 İman edenler.
Dipnot-4 Amel edenler.
Dipnot-5 İş, davranış.
Dipnot-6 Salih ameller.[/NOT]


amel: yapma, uygulama; dinin emirlerini yerine getirmebeyan: açıklama, izah
delâlet etme: delil olma, göstermeesbab: sebepler
harf-i atıf: atıf harfi, bağlaç; (Ar. gr.) bir mânâ bütünlüğünü korumak için, kelime veya cümle grubu arasındaki irtibatı sağlayan harf, “vav” gibihilâfına: aksine, tersine
icmâl: özetilâahir: sonuna kadar
ism-i fâil: gr. masdarın ifade ettiği iş, oluş veya durumu yapan, yahut taşıyan şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtipkâfi: yeterli
medih: övgümevsûl (ism-i mevsul): mânâsı kendisinden sonra gelen cümle içinde açıklanan ve bu cümleyi kendinden sonra gelen cümleye bağlayan kelimedir, ellezî gibi
mezheb-i İtizâl: (bk. bilgiler – Mûtezile)mugayeret: farklılık, değişiklik
mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibimuzârî sigası: gr. Arapçada şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı birden ifade eden fiil kipi, kalıbı
mâzi sigası: gr. geçmiş zaman kalıbı, kipimükâfat: ödül
münasebet: alâka, ilgimünâsip: uygun, denk
siga: gr. kip, kalıpsıla: gr. sıla cümlesi; Arapça’da “ellezî=öyleki” gibi müphem isimlerle bir önceki cümleye bağlanan ve o cümleyi açıklayıcı olarak gelen cümle
tabir: ifade, anlatımtafsil: ayrıntı, detay
tafsilen: ayrıntılı olaraktahsis: hâs kılma, özelleştirme; genel bir mânâ ve hüküm ifade eden bir sözü, belirli bir hükme mahsus kılma, belirli bir mânâda kullanma
takyid: sınırsız, genel bir mânâ ifade eden bir sözü, nitelik, durum, gaye bakımından belirli şartlara bağlı olarak bir mânâya gelecek şekilde sınırlamatarafeyn: iki taraf
tebşîr: müjdeleme zikredilme: belirtilme, anılma
اَلَّذِينَ: (bk. n-ḥ-vوَ: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 279

müphem bırakılmıştır. Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh’un telâkkisine göre: “İyi şeyler mânâsında olan صَالِحَاتِ
blank.gif
1
kelimesi, beynennâs meşhur ve malûm olduğundan, mutlak bırakılmıştır.”

Ben de diyorum ki: sûrenin başına itimaden burada müphem bırakılmıştır. Çünkü, sûre başında zikredilen
blank.gif
2
وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyeti buradaki صَالِحَاتِ ’yi beyandır.


اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ
blank.gif
3
﴿ Bu âyetten maksat, mükâfattan neş’et eden neş’eli lezzet ve sürurdur. Bu maksadın takviyesine işaret eden kayıtlar:

1. اَنَّ ’nin tekidi.

2. ل ’nin ihtisası.


3. لَهُمْ ’ün takdimi.

4. Cennet’in cem’iyle tenkiri.

5. Cereyan’ın zikri.

6. تَحْتَ
blank.gif
4
ile beraberمِنْ ’in zikri.


7. Nehir tâbiriyle tarifidir.


Bu kayıtların, o maksadın tahakkukuna çalıştıklarına bir parça izahat vereceğiz. Şöyle ki:


[NOT]Dipnot-1 Salih ameller.
Dipnot-2 “Namazı dos doğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.
Dipnot-3 “Altında nehirler akan Cennetler onlar için vardır.” Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-4 Altında.[/NOT]

beyan: açıklama, anlatmabeynennâs: insanlar arasında
cennetin cem’i: cennet kelimesinin çoğul yapılması, çoğul (cennâtin) olarak getirilmesicereyanın zikri: akan, akıyor anlamına gelen “tecrî” kelimesinin gelmesi
ihtisas (lâmu’t-Tahsîs): ait olma, özgü ve has olma bildiren lâm, Meselâ; “Elhamdü lillâh” “Hamd Allah’a mahsustur” gibiitimaden: dayanayarak
izahat: izahlar, açıklamalarmalûm: bilinen, belli
mutlak: kayıtsız, sınırsız; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibimükâfat: ödül
müphem: belirsiz, kapalıneş’et etme: doğma, meydana gelme
sürur: mutluluk, sevinçtabir: ifade
tahakkuk: gerçekleşmetakdim: öne geçirme, öne alma
takviye: güçlendirme, kuvvetlendirmetekid: pekiştirme, kuvvetlendirme
telâkki: anlayış, kabul etmetenkir: gr. belirsiz kılma; bir kelimenin sonunu iki üstün, iki esre, iki ötre olarak nekre yapmak suretiyle mânâyı kapalı, belirsiz yapma
zikredilen: belirtilen, anılanŞeyh Muhammed Abduh: (bk. bilgiler – Muhammed Abduh)
اَنَّ: (bk. ḥ-r-fل: (bk. ḥ-r-f
مِنْ: (bk. ḥ-r-f
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 280


Pek büyük birşey tebşir edildiği zaman, akıl tereddüt eder, inanamaz, inandırmak için tekide ihtiyaç olur. Ve keza, neş’e ve sürur makamları, evhamdan hâli olmalıdır. Çünkü ednâ bir vehimle, sürur zâil olur. Buna binaen, burada o büyük tebşirat, اَنَّ ile tekit edilmiştir ki, hem akıl inansın, hem o süruru izale edecek hiçbir evham kalmasın. Ve keza, bu tebşiratın yalnız bir vaadden ibaret olmayıp, bir hakikat olduğuna işarettir.

İhtisası ifade eden لَهُمْ ’deki ل tebşir edilen şeyin onlara mahsus ve onların mülkü ve onların fazlı, istihkakları olduğuna delâlet eder ki, lezzetleri tamam, sürurları müzdad olsun. Ve illâ, bir padişah, bir fakiri misafir ederse, madem o misafirlik ve o sohbet ebedî değildir, kıymeti yoktur.

لَهُمْ ’ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beynennâs, Cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i nârın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delâlet eder. Ve bu itibarla Cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder.

Cennet’in cem’i, Cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre Cennetin mertebelerine işarettir.

Ve keza, Cennetin her bir cüz’ü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve herbir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.

Cennetin tenkîri ise, güzelliğinin kabil-i târif ve tavsif
blank.gif
1
olmadığına veya sâmilerin iştiha ve istihsanlarının fevkalâdeliğine işarettir.



[NOT]Dipnot-1 “Salih kullarım için öyle ikramlar hazırladım ki, ne göz gördü, ne kulak işitti, ne de bir beşerin kalbinden geçti.” Buhârî, Yaratılış: 8, Tevhîd: 35, Müslim, İman 312, Cennet: 2, 5; İbn Mâce, Zühd 39; Müsned, 5:334.
[/NOT]

amel: yapma, uygulama; dinin emirlerini yerine getirmebeynennâs: insanlar arasında
binaen: -dayanarak cem’: çoğul; “Cennet” kelimesinin çoğul yapılması
cüz: bölüm, kısımdelâlet etme: delil olma, işaret etme
ebedî: sonu olmayan sonsuzednâ: en basit, en küçük
ehl-i nâr: Cehennemlik olanlarevham: vehimler; kuruntular, şüpheler
fazl: fazilet, üstünlük, erdemfevkalâdelik: olağanüstülük
hasr: sınırlandırma, ait kılma; bir hükmün yalnızca bir şeye veya bir şahsa verilmesihâli: uzak
ihtisas: herhangi bir şeyi belli bir şeye mahsus kılma, ait, özel yapmaistihkak: hak olarak kazanma, ücret
istihsan: beğenme, güzel bulmaitibar: özellik
izale etme: giderme, ortadan kaldırmaiştah: istek, arzu
kabil-i târif: tarifi mümkün, tarif edilebilirkeza: bunun gibi
mahsus: has, özelmüzdâd: arttırılmış, çoğaltılmış
mü’min: iman eden, Allah’a ve Onun gönderdiği şeylere inanannazaran: –göre
sâmi’: dinleyen, işitensürur: mutluluk, sevinç
taaddüd: çokluk, birden fazla olmatahsis: üstün tutup tercih etme, mahsus kılma
takdim: öne alma, öne geçirmetavsif: vasıflandırma, nitelendirme, özelliklerini anlatma
tebşirat: müjdelertebşîr: müjdeleme
tekid: pekiştirme, kuvvetlendirmetenkir: gr. belirsiz kılma; bir kelimeyi nekre yapıp mânâyı kapalı, belirsiz yapma
tezahür: ortaya çıkmavaad: söz verme
vehim: kuruntu, şüphezâil olmak: yok olmak
اَنَّ: (bk. ḥ-r-fل: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 281

تَجْرِى
blank.gif
1
Bahçelerin en güzeli, içinde suyu bulunanlardır. Bunların da en güzeli, içlerinden suları akanlardır. Bunların da en iyisi, akıntısı devamlı olanlardır. İşte cereyanın siga-i muzâri kıyafetinde zikredilmesi, o cereyanları tasvir etmekle, devamlı olduğuna işarettir.

مِنْ تَحْتِهَا
blank.gif
2
Hadravat (yeşillik) ve nebatat içinde cereyan eden suların en iyisi, nebaan suretiyle bahçenin içinden çıkmakla yüksek köşklerin altından kendine mahsus terennümatıyla geçen, eşcar ve nebatata dağılan sulardır. مِنْ تَحْتِهَا kelimesi, bu kısım sulara işarettir.


اَ ْلاَنْهَارُ
blank.gif
3
Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak ve güzellik verir.

Kezalik, küçük küçük arklardan tecemmu eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülâl, tatlı, soğuk olursa, fevkalâde bir kıymet, bir lezzet veriyor. İşte اَ ْلاَنْهَارُ kelimesi, cem’iyle, târifiyle, maddesiyle bu çeşit sulara işaret eder.


﴿ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ
blank.gif
4


Bu büyük cümle, çok küçük küçük cümleleri tazammun etmiştir. Evet, bu cümle, mâkabliyle bağlı değildir; müste’nifedir, vazifesi mukadder bir suali cevaplandırmaktır. Mukadder sual ise, sekiz sualin memzuç ve mâcunudur. Şöyle ki:


[NOT] Dipnot-1 Akar.
Dipnot-2 Altlarından.
Dipnot-3 Nehirler.
D ipnot-4 O Cennetlerdeki herhangi bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikleri vakit, “Bu, bundan evvel bize (dünyada) verilenlerdendir” derler.[/NOT]

bilhassa: özelliklecem’: gr. çoğul
cereyan: akıntı, akıyor anlamına gelen “tecrî” kelimesieşcar: ağaçlar
fevkalâde: olağanüstü, çok güzel keza/kezalik: bunun gibi
mahsus: has, özel, aitmemzuç: karışmış
menfaat: fayda, yararmukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde kapalı ve gizli olarak kastedilen
mâcun: karışım; hamur kıvamında olan şeymâkabli: öncesi
müste’nife: yeni başlayan; önceki cümlelere bağlı olmayıp ilerideki muhtemel, sorulara cevap teşkil eden cümlenebaan: yerden çıkma, fışkırma
nebatat: bitkilerrevnak: süs, güzellik
siga-i muzâri: gr. şimdiki, geniş ve yakın gelecek zamanı bildiren fiil kipitarifiyle: Arapça belirlik takısı olan “el” ile birlikte gelmesiyle
tasvir: anlatım, ifade etmetazammun: içerme, kapsama
tecemmu etme: toplanma, birikmetenvin: Arapça gramerinde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hali
terennümat: terennümler, nameler, güzel, hoş seslerteşkil etme: meydana getirme, oluşturma
ziyade: çokzülâl: tatlı ve duru su
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 282


Vakta ki iman edenler ve amel-i salih işleyenler, Cennet gibi yüksek bir meskenle tebşir edildiler, birdenbire sâmiin zihnine geldi:

“Acaba o meskende rızık olacak birşey var mıdır?


Varsa, o rızık nereden hasıl olur ve nereden gelir?

O rızıklar o Cennetten hasıl olduğu takdirde, nesinden neş’et ediyor?

Semeratından meydana gelirlerse, dünya semeratına benzerler mi?

Benzediği takdirde, birbirine de benzerler mi?

Birbirine müşabih olurlarsa, tatları bir midir, yoksa ayrı ayrı mıdır?

Tatları muhtelif olduğu takdirde, koparıldıkları zaman yerleri boş mu kalır, yoksa derhal dolar mı?

Tebeddül ettikleri takdirde, devamlı mıdırlar? Devamlı iseler, onları yiyenler sevinirler mi? Sevindikleri zaman ne derler?

Arkadaş! Bu sualleri avucuna koy. Ben de bu cümleleri açar, içlerine bakarım. Sen de dikkat et, bakalım mutabık olacak mıdır?

كُلَّمَا kelimesi, devam ve tahkike delâlet eder.

رُزِقُوا
blank.gif
1
sîga-i mâzisiyle, vukuunun tahakkukuna delâlet ettiği gibi, maddesiyle de dünyadaki rızıklarını ihtar eder. Ve bina-i meçhul sigasıyla zikri, o rızkda meşakkatin bulunmamasına ve onların (ağalar ve beyler gibi) rızıkları ayaklarına geldiğine delâlet eder.


مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ
blank.gif
2
denilmektense مِنْ ثَمَرَاتِهَا
blank.gif
3
denilmiş olsaydı, daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan, مِنْهَا ayrı, مِنْ ثَمَرَةٍ
blank.gif
4
ayrı söylemek icap etmiştir.



[NOT]Dipnot-1 Rızıklandırıldılar..
Dipnot-2 Orada bulunan meyvelerden.
Dipnot-3 Oradaki meyvelerden.
Dipnot-4 Bir meyve.[/NOT]

amel-i salih: dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı işbina-i meçhul: gr. edilgen kalıp, yapı
delâlet etme: delil olma, işaret etmehasıl olma: ulaşma, gelme
icap etmek: gerekmekihtar etmek: hatırlatmak, ikaz etmek
mesken: oturulan yer, evmezkûr: anılan, sözü geçen
meşakkat: güçlük, zorlukmuhtasar: kısa, özet
muhtelif: farklı, değişikmutabık olma: örtüşme, uyuşma
müşabih: benzerneş’et etme: doğma, meydana gelme
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyeceklersemerât: meyveler
siga: gr. kip, kalıpsâmi’: dinleyen, kulak veren
sîga-i mâzi: gr. geçmiş zaman kipitahakkuk: kesin ve şüphesiz olarak gerçekleşme
tahkik: kesinlik, muhakkak olma; bir hüküm ve gerçekliği kuvvetle ifade etmetebeddül etmek: değişmek
tebşîr: müjdeleme, müjde vakta ki: ne zaman ki
vuku: gerçekleşme, meydana gelmeكُلَّمَا: (bk. ḥ-r-f

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 283

مِنْ ثَمَرَةٍ
blank.gif
1
’deki tenkir, tâmimi ifade ettiği cihetle, Cennetin bütün semereleri rızık olmaya şâyân olduğuna işarettir.

رِزْقً ا
blank.gif
2
kelimesinin tenkiri ise, açlığı gidermek için yediğiniz, gördüğünüz rızık olmadığına işarettir.

قَالُو ا tefâul bâbının mânâsı olan şirketi andırıyor. Yani, “O rızkın acip keyfiyetinden ettikleri taaccüp ve istiğrabı birbirine söylemeye başladılar.”


هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ
blank.gif
3
Bu cümlede mübhem bırakılıp beyan edilmeyen rızık kelimesinin dört mânâya ihtimali vardır.

Birincisi: Rızıktan maksat, amel-i sâlihtir. Yani, “Bu dâr-ı dünyada rızık olarak bize nasip kılınan, amel-i salih, yani, şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir.” Yani amel ile ceza arasında o kadar ittisal (bağlılık) vardır ki, sanki dünyadaki amel, âhirette tecessüm edip sevap kesilmiştir. Onların sevinçleri, bu noktadan hasıl olmuştur.


İkincisi: Rızıktan maksat, dünyanın taam ve yemekleridir. Yani, “Dünyada rızık olarak bize verilen taamlar, bunlardır. Amma zevkleri, tatları arasında dağlar kadar fark vardır.” İşte onların istiğrapları bu noktadandır.

Üçüncüsü: Bu semereler, biraz evvel yediğimiz semereler gibidir, ama suretleri bir, mânâları, tatları ayrıdır. Demek sureten, şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini veriyor, tatlarının ayrı olmasıyla de teceddüd lezzeti hâsıl oluyor. İşte sevinçleri bu noktadandır.


Dördüncüsü: Hemen şimdi yediğimiz meyveler, bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor, derhal yerine bir meyve peyda oluyor. İşte bundandır ki, Cennetin meyvelerinde noksaniyet olmuyor.

وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهً ا
blank.gif
4
﴿ Bu cümle, itiraziyedir. Yani, yeni bir hükmü ifade etmek için

[NOT]Dipnot-1 Herhangi bir meyve.
Dipnot-2 Bir rızık olarak.
Dipnot-3 Bu, bundan önce (dünyada) bize verilenlerdendir.
Dipnot-4 Benzer (dünyadakine) olarak verilmiştir.[/NOT]

amel: davranış, iş, uygulama; Allah’ın emirlerini yerine getirme ya da getirmemeamel-i salih: Allah için yapılan iyi işler
beyan etmek: açıklamak, anlatmakceza: karşılık
cihet: taraf, yöndâr-ı dünya: dünya yurdu
hâsıl olma: oluşma, meydana gelmeitiraziye (cümle): yeni bir hükmü ifade etmek için zikrine gerek olmadığı halde önceki cümlenin hükmünü tasdik veya illetini açıklamak üzere tamamlayıcı mahiyette gelen cümle
ittisal: bağlılık, ilişkikeyfiyet: durum, nitelik, özellik
mübhem: kapalı, belirsiznoksaniyet: eksiklik, noksanlık
peydâ olma: belirme, görünmerızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler
semere: meyvetaaccüp: hayret etme, şaşkınlık
taam: yemek, yiyecek teceddüd: yenilenme, tazelenme
tecessüm: cisimleşme, görünmetefâul bâbı: “tefâul” kalıbı
tenkir: gr. belirsiz kılma; bir kelimeyi nekre yapıp mânâyı kapalı, belirsiz yapmatâmim: umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine verme
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayatülfet: alışkanlık
İstiğrap/istiğrab: gariplik, tuhaf görme, şaşkınlıkşâyân: lâyık, uygun, değer
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 284

zikrine lüzum olmadığı halde, هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ
blank.gif
1
cümlesindeki hükmü tasdik ve illetini beyan etmek üzere, evvelki cümleye bir zeyil ve bir fezleke olarak zikredilmiştir.

Bina-i meçhul sigasıyla اُتُوا
blank.gif
2
nün zikredilmesi, ehl-i Cennetin işleri, hademeleri tarafından görülmekte olduğuna işarettir.

مُتَشَابِهًا
blank.gif
3
Yani zahiren ve şeklen bir olduğundan, ülfet lezzetini veriyor; bâtınen ve taâmen de ayrı olduğu cihetle, teceddüd lezzetini veriyor. Bu itibarla مُتَشَابِهًا kelimesi, her iki lezzeti ima ediyor.


وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ
blank.gif
4
﴿ Bu cümle اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى ...الخ
blank.gif
5
cümlesine atıftır. Atfın tarafeyni arasında lâzım olan münasebetin iktizasınca, takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Onlar, kendi cisimleri için bir meskene muhtaç oldukları gibi, kadınları için de bir meskene muhtaçtırlar.”

لَهُمْ kelimesi ihtisası ifade ettiği cihetle, o ezvacın, onların mülkü ve onlara mahsus olduklarına delâlet ettiği gibi, dünya kadınlarından başka حُورٌ عِينٌ
blank.gif
6
ile tâbir edilen bir kısım kadınlar da onlar için yaratılmış olduğunu îmaen gösteriyor.


فِيهَا Cennet, o kadınlara zarf ve mesken olduğundan anlaşılır ki, o kadınlar, o


[NOT]Dipnot-1 “Bu, bundan önce (dünyada) bize verilenlerdendir.” Bakara Sûresi, 2:25.
Dipnot-2 Verildiklerinde (yedirildikleri vakit).
Dipnot-3 Benzer.
Dipnot-4 Onlar için orada tertemiz eşler vardır.
Dipnot-5 Onlar için altında nehirler akan cennetler vardır.
Dipnot-6 Güzel gözlü (ceylan gözlü) kadınlar.[/NOT]

atıf: (Ar. gr.) öncesi veya sonrası arasındaki mânâ bütünlüğünü gösteren irtibat ve bağlılığa göndermede bulunma
beyan etmek: açıklamak, izah etmek
bina-i meçhul sigası: gr. edilgen kip, kalıpbâtınen: içyüzünde
cihet: taraf, yöndelâlet etme: delil olma, işaret etme
ehl-i Cennet: Cennet ehli, Cennetliklerezvac: eşler, zevceler
fezleke: netice, özetihtisas: mahsus kılma, ait kılma
iktiza: gerektirmeillet: asıl sebep
itibar: özellikmahsus: has, özel
mesken: oturulacak yer, evmünasebet: alâka, ilgi
tabir: ifadetakdir-i kelâm: sözün gelişi; lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan söz, mânâ
tarafeyn: iki taraf tasdik: doğrulama, onaylama
taâmen: yiyecek olarakteceddüd: yenilenme, tazelenme
zahiren: dış görünüş itibariylezarf: bir zaman ve mekân içinde olma
zeyil: ilâve, ekzikredilme: anılma, belirtilme
îma: gizli ve ince bir mânâyı gösterme, işaret etmeîmaen: gizli ve ince bir mânâyı göstererek, işaret ederek
ülfet: alışkanlık
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Ahirete İman - Sayfa: 285


yüksek Cennete lâyıktırlar ve aynı zamanda Cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların hüsünleri de yükseliyor.

Ve keza, Cennetin de onlarla müzeyyen olduğuna gizli bir ima vardır.

مُطَهَّرَةٌ
blank.gif
1
tef’îl bâbından ism-i mef’ul olduğundan, her halde tathîr edici bir fâil vardır. O fail de, ancak yed-i kudrettir. Binaenaleyh, yed-i kudretin tathir ve tenzih ettiği kadınların tavsifleri kabil değildir.


Ve keza, مُطَهَّرَةٌ kelimesi müteaddî olduğuna nazaran, o kadınların taharetleri kendilerinden olmayıp, başkasından onlara sirayet etmiş olduğu anlaşılır. Binaenaleyh, dünya kadınları da Cennete girdikten sonra, bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla, güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delâlet eder.

وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿ [SUB]Yani, “Onlar da, ezvacları da, Cennet de, Cennetin lezaizi de hep ebedîdirler.”

[/SUB]
[SUB]
endOfSection.gif
endOfSection.gif
[/SUB]


[NOT][SUB]Dipnot-1 [/SUB][SUB] Tertemiz.[/SUB][/NOT][SUB]

[/SUB]
[SUB]binaenaleyh: bundan dolayı[/SUB][SUB]delâlet etme: delil olma, işaret etme[/SUB]
[SUB]ebedî: sonu olmayan sonsuz[/SUB][SUB]ezvaç: eşler, zevceler, hanımlar[/SUB]
[SUB]fâil: gr. özne; bir fiilin ifade ettiği işi, hareket ve oluşu meydana getireni gösteren kelime[/SUB][SUB]huri: Cennet kızı[/SUB]
[SUB]hüsün: güzellik[/SUB][SUB]ism-i mef’ul: gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ[/SUB]
[SUB]kabil: mümkün, olabilir[/SUB][SUB]keza: bunu gibi[/SUB]
[SUB]lezaiz: lezzetler[/SUB][SUB]müteaddî: gr. geçişli, etken[/SUB]
[SUB]müzeyyen: süslenmiş, süslü[/SUB][SUB]nazaran: bakarak[/SUB]
[SUB]sirayet etme: geçme, yayılma[/SUB][SUB]taharet: temizlik[/SUB]
[SUB]tasaykul: cilalanma[/SUB][SUB]tasfiye: arındırma[/SUB]
[SUB]tathir: temizleme[/SUB][SUB]tavsif: vasıflandırma, nitelendirme, özelliklerini anlatma[/SUB]
[SUB]tef’il bâbı: tef’il kalıbı[/SUB][SUB]tenzih: eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma[/SUB]
[SUB]tetahhur: temizlenme [/SUB][SUB]yed-i kudret: Allah’ın kudret eli[/SUB]
[SUB]îma: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme[/SUB]
 
Üst