Abdullah yeğin ağabeyimizin hatiralari

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
banerxz8.jpg




Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıftayım. (l940-l94l), Görüştüğüm bize gelen zatların sitayişle bahsetmeleri üzerine bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusu uyandı. Onun hakkında duyduklarım, büyük bir zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklinde idi.
"Bir gün okulda teneffüs esnasında sıra arkadaşım, Üstad’ın komşusu Rıfat'a bu konuyu açtım. 'Burada çok kıymetli bir hoca varmış' deyince arkadaşım, 'Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazan ona gidiyorum' dedi."Münasip bir vakitte birlikte gittik.
"Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıkarak sağdaki ilk kapıdan odasına girdik. Evvelâ Rıfat, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divanın üstüne oturmuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulaklarının hizasına kadar gelmişti. Gözlüğünün üzerinden bize bakarak, 'Sefâ geldiniz' dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da 'Benim mektep arkadaşımdır' diye beni tanıttı. İsmimi sordu. Çok iltifat etti. İslâmiyetten, imânın güzelliğinden, ölümden, âhiretten bahsetti. Bir müddet sonra yanından ayrıldık

Kaynak: Ispartanur..
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Çok mütevazi idi

Başka bir gün yine ziyaretine gitmiştim. Çok mütevazi, çok engin gönüllü bir insandi.
"Tevazuundan dolayi bana öyle geliyordu ki, çok şey bilmiyor. Çünkü hep bizim bildigimiz şeyleri anlatiyordu.
"Allah'in birliginden, insanin serbest, başiboş olmadigindan, zamanin tehlikelerinden anlatirdi.
"Onun tevazuu, mahviyeti, alçakgönüllü oluşu, sevgi ve alakasi bizi kendisine baglamişti.
"Zaman zaman diger bazi arkadaşlari da alip ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize güzel güzel cevaplar verirdi.
"Mektepte bir kisim muallimlerden edindigim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'in yanina gidince zail olurdu. Ümit ve şevkle ayrilirdik yanindan
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor

Yine bir ziyaretimde şöyle bir sual sormuştum:
"Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor. Allah’in varligini nasil isbat ederiz?"
Bu mevzuda uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabi ne zaman yazildi, iyice hatirlamiyorum. Yanina gittigimde Ayetü'l-Kübrâ'dan, Küçük Sözler'den Mehmed Feyzi Pamukçu Agabey okur, biz de defterlerimize yeni yaziyla yazardik.sh:»(s.160)
"Ekseriyetle kâtipligini Mehmed Feyzi Efendi yapardi.
"Kastamonu civarinda Karadag ve Haci Ibrahimdagi denilen yerlere bazan pazar ve tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kirda, ayet'ül-Kübrâ'dan ve Sözler'den okurduk. Bazan Risaleyi, tashih ederdi. Imanî, Islâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu.

"Bediüzzaman Hoca'nin yanina kimler gitti?"
"Bir gün mektepte cografya dersinde idik. Cografya hocasi, 'O mürteci Bediüzzaman denilen Hoca'nin yanina kimler gitti?" diye sinifta sordu. Alti kişi parmak kaldirdik. Neden, niçin gittigimizi sordu. Üstad'in inkilâp düşmani oldugunu, Atatürk'ü sevmedigini söyledi. Bizi inzibat meclisi
denilen disiplin kuruluna sevketti.

"Disiplin kurulunda çeşitli sualler soruldu. Yazili-cevapli ifadelerimiz alindi. Neticede Suat isimli arkadaşimiza ve bana alti gün mektepten tard cezasi, diger arkadaşlara da ihtar, tekdir gibi cezalar verdiler.
"Verdigimiz ifadelerde dinimizi ögrenmek için gittigimizi, kimse aleyhinde bir konuşma olmadigini, dindar oldugumuzu, ibadet etmeyi sevdigimizi söyledik. Denizli hadisesinde kaldigim evi polisler bastilar. Inceden inceye arama yaptilar. Bir şey bulumadilar." Üstad'in evinde bana ait bir defter ve ismim bulundugu için Denizli savcisi telgrafla evimizin aranmasini istemiş.


"Emniyette ifadem alindi. Başimdan geçenleri oldugu gibi anlattim. Savci: 'Müftü var, birçok hocalar var. Niçin onlarin yanina gitmiyorsunuz?' dedi. Ben de müftüyü tanimadigimi söyledim.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Urfa yılları,Üstad Urfaya geldi

Askerlik yıllarımız hariç Urfa'da sekiz sene kaldım."Üstad, hayatının son yıllarında gezmeye başlamıştı.Biz, mutlaka Urfa'ya da gelir diye bekliyorduk. Hattâ davet etmiştik. Gazetelerden seyahatlarını takip ediyorduk. Vefatından bir iki ay önce Isparta'ya gitmiştim. Ziyaretimde:

"Üstadım! 'Urfa'ya geleceğim dediniz' gelemediniz. Oradaki yatak vesair eşyalarınız ne olacak?' demiştim."Sen ne yaparsan yap, seni vekil ediyorum' dedi."Ben de 'Satarım' dedim. 'Sen bilirsin' gibi cevaplar vermişti. Artık ben Urfa'ya geleceğinin ümidini kaybediyordum. Belki de gelemeyecek diye düşünüyordum.



O sırada Üstadımız çok seyahat ediyordu. Lehinde, aleyhinde yazılar gazetelerde çıktığı gün, gazeteleri takip ediyorduk. Kadıoğlu Camii hücresinde kalıyordum. Hüsnü kardeşim ve Zübeyir Ağabey Üstadımızın yanında idi. Abdülkadir Badıllı da askere gitmişti. Onun için yalnızdım. Gelen giden ziyaretçiler, Risale-i Nur isteyenler oluyordu. Bir Pazartesi günü, öğle yakındı. Abdest alırken hararetle birisi geldi. 'Üstad geldi, Üstad geldi' diye acele söyledi. Ben ayaklarımı yıkarken Zübeyir Ağabey acele ile dış kapıdan içeri girdi. Telaşla Üstad geldi. 'Acele gel' diye beni çağırdı. Acele ile ayaklarımı yıkadım. Hemen beraber koştuk. Sabri Küçük, 'En iyi otel, İpek Palas otelidir' demişti. Taksiye bindik, o tarafa gittik. Takside Üstadımızın halini, zafiyet ve halsizliğini görünce, çok perişan olmuştum. Âdeta ağlamak istiyordum. Daha evvelki görüşmelerimizde sık sık bize diyordu: 'Bana bağlanmayanız. Risale-i Nur'a bağlanınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır, ona bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur'da konuşan delil ve bürhan, hakikattır.' İşte bu sözlerin mânâsını düşünüyorum. Şaşkın bir halde idim. Üstad'la konuşmadığımız için üzgün olduğum gibi hastalığının şiddetini de görüyor, müteessir oluyordum. 'Bana bağlanmayınız' sözlerini düşünüyordum. Hemen Üstadımız geldi, diye seviniyor, hem de hastalığının şiddetinden çok müteessir oluyordum.
"Üstad çok rahatsızdı. Ayakta duramayacak bir halde idi. iki koluna girerek İpek Palas Oteline çıktık. Bu esnada gelen polisler Üstad'ın kim olduğunu soruyordu. Biz de cevap veriyorduk
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Küfür ölmüştür

Salı sabahı, yani gelişinden bir gün sonra rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Yanına girdiğimde bana hitaben, 'Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra bir halt edemezler!' diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa'nın ehemmiyetinden bahisle Urfa'lıların İslâmiyete olan hizmetlerinden anlatıyordu. Gelen ziyaretçilere de çok alâka ve iltifat ediyordu. Yüzlerce Urfa'lı otele gelip, ziyaret edip elini öpüyorlardı.

"Polisler, zabıta müdürleri, çeşitli memurlar, gruplar halinde ziyaretine geliyorlardı. Otelin etrafı mahşerî bir kalabalıkla kuşatılmıştı. Üstad polislere hitaben: 'Biz sizlerin yardımcısıyız. Biz de emniyet ve asayişe hizmet ediyoruz' diyordu."Hastayım, Urfa'dan ayrılamam"

"Gelen memurlar, Üstad'ın Urfa'yı terketmesini istiyorlardı. Yukarıdan gelen emri tebliğ ediyorlardı. Üstad, onlara cevaben:

"Siz görüyorsunuz, ben hastayım. Belki de buraya ölmek için geldim. Bu vaziyette ben yola gidemem. Biz birbirimizin yardımcısıyız. Risale-i Nur ve talebeleri daima emniyet ve asayişe hizmet etmişlerdir. Biz ehl-i dünyanın işlerine karışmıyoruz. Benim halimi şimdi görüyorsunuz. Siz benim namıma gidin, çalışın, ben buradan gidemem' diyordu. Polisler gittikten sonra halkın eşrafı ve Demokrat Parti ileri gelenleri otele girerek üstad'ın durumu ile çok yakından ilgilendiler. 'Biz Üstad'ı hiç bir yere vermeyiz' diyerek vermemek için çalışacaklarını söyleyip ayrıldılar.

"Başvekil Adnan Merderes'e telgraflar çekildi. Senelerden beri imana hizmet eden, bütün ömrünü İslâmiyete vakfeden, daima milletimizin selâmetine çalışan ve dua eden, doksanlık bir İslâm mücahidinin Urfa'dan gitmesini istemek, neden icap etsin?Müfsitlerin, memleket ve din düşmanlarının iğfaline hükümetin, iktidarın vesile olmaması, âhir ömründe bu zatın serbest nefes almasına mani olunmaması için telgraflar çekilmesini, civar vilâyetlerdeki kardeşlerimize telefonla bildiriyorduk.
Urfa'lıların müracaatlarıyla hükümet doktoru ve sıhhat müdür gibi zatlar Üstad'ı muayeneye geldiler ve hastalığını gördüler. Katiyyen ve asla bu zat böyle yola çıkamaz, diye kararlarını verdiler. Salı günü halk ve hükümet arasında adeta bir hâdise çıkacak gibi idi. Urfa'lılar: 'Biz Üstadımızı bırakmayacağız' diyorlar ve hükümet ise Üstadımızın gitmesinin tekrar tekrar Ankara'dan Dahiliye Vekâletinden bildirildiğini söylüyorlardı. Urfa Demokrat Parti Başkanı merhum Mehmed Hatipoğlu celâlet ve şecaatla 'Üstadımızı vermeyeceğiz' diye çalışması binlerce tebriklere şayestir. Nihayet o gün mücadele ile geçti. Hattâ Üstadı
mızın geldiği arabayı Hüsnü Bayram kardeşimizden polisler teslim aldılar. Anahtarlarını alıp, 'Yarın sizi yola çıkaracağız' diye hazırlıkta bulunmalarını söylediler
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Üstad vefat etmişti

Üstadımızın başında sıra ile nöbet bekliyorduk. Otelci bize çok yardımda bulunuyordu. Kolaylık gösteriyordu. 'Benim misafirime polisler nasıl karışır, misafir olan böyle bir zatı nasıl rahatsız edebilir? Bunu kanun da kabul etmez, insanlık da' diyerek İslâmî şecaat ve cesaretini gösteriyordu. Gece geç vakte kadar Urfa'lı çok kimseler Üstadımızı ziyaret ettiler. Üstadımız hararetle onları okşuyor, vedalaşıyordu. Üstadımızın vefat edeceği hatırımıza geliyor ve fakat hizmetinin bitmediğini düşünerek aklımız kabul etmiyordu. Fakat bir kaç ay önce Isparta'daki ziyaretimde, 'Ben Risale-i Nur neşroluncaya kadar bir ömür istiyorum. Ondan sonra bana lüzum kalmamıştır. Benim vazifemi Risale-i Nur yapar' şeklinde konuşmuş idi. Fakat biz bunları düşünecek halde değildik. Gece saat üç sıralarında ben postahaneye merhum Adnan Menderes'e yıldırım telgrafı çekmeye gittim. Telgarafta 'Doksan senelik ömrünü dinine, milletine hizmet için vakfeden kahraman-ı İslâm, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî

Hazretleri'nin bunca sene çektiği zulüm ve işkence yetmiyormuş gibi, bir de kendi memleketinde misafirliğine dahi müsaade edilmiyor. Bu zulmün müşsebbipleri hesap vermeyecekler mi?' gibi ifadeler vardı. Merhum Adnan Menderes, o zaman İstanbul Park Palas Otelinde misafir idi. Ben postahaneden otele geldim. Bazı kardeşlerimiz

Üstadımızın yanındaki başka bir odada idiler. Üstadımızın yanında Bayram Yüksel kardeşimiz bekliyordu. Ben de bir bakayım diye gittim. Bayram kardeşimiz bir kenarda, Üstadımızın odasında dua ediyordu. Bana gürültü etmeyelim, diye işaret etti. Fısıltı ile bana dedi ki: 'Üstadımız uyudu, Şimdi çok rahat, gürültü etmeyelim, uyanmasın. 'Ben yaklaştım. Nabızlarına baktım, atmıyordu. Nefes alışına dikkat ettim. 'Kardeşim! Nefes aldığını hissetmiyorum.' Bayram kardeş de, 'Üstadımız bayıldı. Eskiden de bir defa böyle olmuştu' dedi. Sonra Zübeyr Ağabey geldi. O da Üstadımızın bayıldığına ve uyuduğuna inanıyordu. Vefatını kabul etmiyorlardı. Halbuki Üstadımız (Allah ondan ebediyen razı olsun) saat 03:00 sıralarında derin derin nefes alarak yatarken, Bayram kardeşimizi onun başucunda bekliyormuş. Üstadımız hafif doğrularak Bayram kardeşimize sarılır gibi yaparak uzanmış ve sakin bir hale geldiğinden Bayram kardeş, Üstadımız bayıldı zannederek etrafını örtmüş. 'Rahat etsin inşaallah iyi olur' diye bekliyormuş

"Biz hepimiz üzüntü ve ızdırap içinde sabahı bekledik. Namazdan sonra Urfa'lı Kurrâ Hafız Mehmed Efendi geldi. Üstadımızı ziyaret etmek istiyordu. Bir gün evvel ziyaret etmek için, zannedersem Mahmud Hasırcı ile beraber göndermiştim. 'Gelsin diye haber verilmişti. Üstadımızın kapısını açtık. Üstadımızın yüzünü açarak gösterdik. Mehmed Efendi 'İnnâ Lillah ve innâ İleyhi Râciûn' diyerek mağfiret duasında bulundu. ‘Üstad vefat etmiş, niye haber vermiyorsunuz?' dedi ve gitti
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Her tarafa haber saldık

Biz her tarafa, kardeşlerimize telefon veya telgrafla Üstadimizin vefat haberini bildirmeye başladik. Sabahleyin saat sekiz siralarinda bir Albayla, Emniyet Müdürü otele geldiler. Bize sert sert: 'Ne duruyorsunuz? Gitmeyecek misiniz?' diye çikiştilar. Hemen bizden evvel otelci: 'Gitmeyecekler, boşuna ugraşmayin. Üstad vefat etmiştir' diye onlara cevap verdi. Onlar da süratle dönüp gittiler. Aglamak istiyorduk. Gözyaşlari, hiçkiriklar bogazimizda dügümleniyordu. Fakat gelen telefon, sorulan şeylere cevap vermek zorunda idik.”
Urfalilar tarafindan Üstadimizin kabrinin Dergâhta olmasina karar verildi. Çarşamba ve Perşembe günleri Üstadimizin naaşi yikanarak bekletildi. Urfa Valisi Urfa'da bulunmuyordu. Perşembe günü akşam üzeri Vali Bey, bizlerle görüşerek, fazla bekletilemeyecegini ve imkân kalmadigini söyledi. 'Bu mübarek Cuma gecesi onu kabre koyalim' diyordu
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Herkes Urfa'daydı

Nihayet biz de o gece Kadir Gecesi olması ihtimali, Ramazan'ın yirmi beşinci Cuma gecesi olması ve Urfa'ya çok Nur Talebesinin gelmesi gibi sebeplerle ister istemez, kabre konulmasına taraftar olduk. Diğer vilâyetlerden 'Üstadımızın namazına biz de yetişelim' diyerek, telefon ve telgraflar geliyordu. Dergâhta Üstadımızın gasli için tedbirler alındı. Otelden Dergâha kadar kalabalık ve sokaklar almayacak derecede izdiham içerisinde Üstadımızın tabutu eller üzerinde götürüldü. Sanki bütün dünya Urfa'ya toplanmış gibi bir hal vardı. Urfa'nın eski hocalarından ve Üstadımıza çok hürmet ve sevgisi bulunan Molla Hamid Efendi ve daha birkaç hoca ve imamlarda Üstadımızın yıkanmasında hazır bulundular. Nihayet oradan alıp Ulu Cami'ye namaz kılınması için binlerce kişinin elleri ve başı üstünde götürülmüştü. Caminin içindeki sol taraftaki bir odada akşama kadar bekletildi. Perşembe gecesi tabutu caminin içine alınarak hatimler indirildi. Sabahlara kadar dualar edildi
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Muhteşem bir cenaze namazi

Perşembe günü ikindi namazini müteakib Ulu Camiin avlusunda cenaze namazi kilindi. Her taraf, meydanlar ve binalarin üzerleri dahi insanlarla dolu idi. Ekseri Nur Talebeleri, Urfa'lilar ve hariçten gelenler, Vali, Belediye Reisi, hep namaz da hazir idiler. Mübarek tabutu tekrar eller üzerinde, askerler, polisler yardimiyla ve iştirakiyle Halil-ür-Rahman Dergâhina götürdük. Gerek Üstadimizi Halil Ibrahim Dergâhina götürürken, gerekse çikartirken senelerce Üstadimizin hizmetinde bulunmuş Zübeyr, Bayram, Hüsnü birbirlerine kolkola vermişler, adeta kendilerini kaybetmişler, agliyorlar, 'Ah Üstadimizi' diye feryad ediyorlardi. Ben bir zaman onlara demiştim: 'Kardeşim, kendinize gelin, biz Üstadimizin fani şahsina bagli degiliz.' Merhum Ceylân kardeşimiz de buna cevaben dedi ki: 'Sen ne konuşuyorsun, Üstadimiz herşeyiyle Kur'ân'indir, Islâmindir' diye cevap verdiler... O gün adeta kiyamet kopmuş gibi bir hal vardi. Yagmur yagiyordu. Sema agliyordu...

"Etraftan bütün bizi taniyan kardeşlerimiz, 'Nur Talebeleri başiniz sag olsun' diyorlardi. Senelerce evvel Üstadimizin bana hitaben: 'Sana başin sag olsun diyecekler, keçeli keçeli' dediginin mânâsini o aci günde anlamiştim. Hayatimda böyle bir manzara ve bir hal ile karşilaşmamiştim. Böyle bir vefat hâdisesini görmemiştim. Üstadimizin senelerce evvel 'Ben de Urfa'ya gelecegim' demesi bu şekilde hiç beklemedigimiz bir tarzda tecelli etmişti. Bütün Urfa'lilar bizimle alâkadar oluyorlar, acilarimizi paylaşiyorlar ve bizleri teselli etmeye çalişiyorlardi. Bütün gelen misafirleri kurbanlar keserek memnun ediyorlardi. Ziyafetlerle, Islâmî kardeşligi yaşayişlariyla temsil ediyorlardi. Ulu Camiin önünde müteaddit kazanlar konulmuş, yemekler pişirilmişti.Hükümetin evhami"Üstadimizin Urfa'ya gelişi hükümeti ve bilhassa muarizlari evhama düşürmüştü. Üstadimizin kabrinin çok mübarek bir yerde bulunmasi, ziyaretçilerin her taraftan gelmesi, hususan etraf köylerden ahalinin kabri ziyaret edip,yüzlerini kabre sürmeleri gibi halleri ve ayni zamanda Şafii Mezhebinde cenaze namazinin kabre karşi durarak da, mevta kabirde iken de kilinabildiginden,

Üstadimizin cenaze namazina yetişemeyen Şafiîlerin kabre namaz kilmalari zulmetli münevverler arasinda su-i zanna sebep oluyordu.
"Gelenlerden bazilari şişelere Dergâhin suyundan dolduruyorlar, kabrin üzerine koyup dua ettikten sonra hastalarina şifa olsun diye içiriyorlardi. Yine bir kismi Üstadimizin kabrinin üzerine şeker koyuyor ve onu hastasina götürüyordu. Bazilari da hatira olarak, kabrin topragini ceplerine koyup götürüyorlardi. Baktik ki kabirde toprak kalmiyor, beton ile üzerini sivamak mecburiyeti hasil oldu.

"Üstad sagliginda müdemadiyen mezarinin gizli kalmasi için Cenab-i Hak'tan niyazda bulunurdu. Bunun sebebi kendisine soruldugunda, 'Bu insanlar mezar ziyaretinin usülünü bilmiyorlar, mezarda yatan makbul kullari vesile ederek Cenab-i Hakkin dergâhina el açacaklarken, tehlikeli bir şekilde mezarda yatanlardan dilekte bulunuyorlar. Hayatta rahat yüzü göremedim, mezarimda rahatsiz edilmemek için

Rabbimden mezarimin gizli kalmasini niyaz ediyorum' derdi. Gerçekten de mezarinin bir kaç ay Urfa'da kalmasi esnasinda bu arzunun ne kadar isabetli oldugu açikça anlaşilmişti
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Her haliyle müstesna idi

Üstadımız lisan-ı hali gibi lisan-ı kali de bedi olduğundan onu gören hayretle ona bakardı. Çünkü kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemâili hiç hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman ortaokulda olduğum halde kıyafeti bende öyle bir tesir bırakmıştı ki, ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallitlerine karşı içimde bir nefret hasıl olmuştu.

"Hattâ önceleri Kürtlere karşı bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler, elekçilere, çingenelere ve Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimî, şefkatli, âlicenap, îmanlı, merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra, fakirlere, Kürt denilen kimselere, îman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet, bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemeyen kimselere karşı içimden bir sevgi hasıl olmuştu. Zulmün şiddetli devrinde (l940 senelerinde), polisten, jandarmadan halkın çok çekindiği zamanlarda aynı eski kılık kıyafetiyle sert ve dik adımlarla polis nezaretinden vali konağına doğru gidişini ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişini hiç unutmam.

"O zaman ben ve bir kaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı, yüzünden, her halinden okunan bu vatan evlâdı, haliyle, tavrıyla müstevlilerin medeniyet namına telkin ettikleri sahtekâr zihniyete azimle karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman düşünemiyordum, fakat içimden dinsizlere, din aleyhindekilere karşı bir nefret hasıl olmuştu. Üstad'ımın lisân-ı hâli bana bu dersi verdiği gibi, onun daima Allah'a iman, âhirete iman, Kur'ân'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin etmesi de unutamadığım hallerindendi. Onun lisan-ı hali dindarlığın şerafetini ilân ediyor, zihinlere nakşediyordu."Yazdıklarını yaşıyordu"

"Ben Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim: Kimseden hediye almazmış. Yaşayışını gördüm, hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Gerisi ise tam takır, boştu. Halkın eşrafı ve zengin kimseleri ona bir şey getirseler, o çok lâtif bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bir karşilik vermeden bir eşya almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdigi derslerdeki hali yaşiyordu. Konuşmalari hep Risale-i Nur'du. O derslerin tekrarı gibiydi. Onun için ben dikkatsizlik eder ve bazan da sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum ve biliyorum zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de unutmuyordum..

"Kastamonu'da iken işim olmadigindan ziyaretine giderdim. Ve bazen odun kirmak, suyunu getirmek gibi hizmetlerini yapmak isterdim. Onun kimsesiz haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.

"Emirdağ'da bana: 'Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok' derdi. Çünkü ben o zaman ( Üstad büyük bir zattır. Âhirzamanda gelen bir ıslahatçıdır, diyerek) değil ona daha başka bir ihtiyar hoca diye hürmetle hizmet etmek isterdim. O bunları hissetmişti. 'Ben kendime hürmet istemiyorum, bana bağlanmayınız. Risale-i Nur'a bağlanınız. O Kur'ân'ın dersidir.' diye daima nazarı Risale-i Nur’a verirdi.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Hediye kabul etmiyorduk

Yanında, hizmetinde kaldığımız müddetçe otuz kuruş tayinat parasından başka da bir şey vermiyordu. Kimseden hediye kabul edemiyorduk. Bazan otuz kuruşa bir kilo un alır ve un çorbası yapardık. Bir Kurban Bayramı'nda komşumuz Cafer Ağa kurban kesmişti. Israr etti, "Et getireceğim, kabul edin' diye.... Ben içinden Üstad gücenir diye kabul etmek istemedim. Fakat kalben kabul etsem ne olur, bu bayramdır, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra Cafer Ağa, Üstad'ı gördü ve beni şikâyet etti. Kurban payı veriyorum, almıyor diye. Daha evvel Üstad, benim kalbimi okumuş ki, 'Sana bayramda et kabul etmene müsaade ediyorum' demişti. Bu durum beni hem çok mahçup etmiş, hemde sevindirmişti
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Ben Muallim Mustafa Sungur

Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde üçüncü sınıfa derste iken birisinin beni aradığını haber verdiler. Hemen çıkarak kapıya gittim. Köylü kıyafetinde genç bir arkadaştı.
"O kendisini 'Ben Muallim Mustafa Sungur' diye tanıttı. 'Üstadımızın yanından geliyorum' dedi ve beni kucakladı. Ben mahcup oldum, âdeta, ona sarılmak istemiyordum. Âlemin gözü önünde öyle köylü kıyafetli birisi ile sarılmak onuruma dokunuyordu. Fakat onun samimî anlatışları, fedailik durumu, Risale-i Nur'a olan sevgisi, bağlılığı bana çok tesir etmişti.
"Bunu nakletmekteki maksadım şudur: Risale-i Nur ve Üstad, insana samimî bir halet kazandırıyor. Mütevazi, enaniyetsiz, gurur ve kibirden âzade, kendini beğenmeyen, samimî, açık kalbiyle Cenab-ı Hakka mütevvecih olmuş, dünyanın en hayırlı vechesine dönmüş bir halet kazandırıyordu. Bu hal Üstad'da daha ulvî bir tevazu halinde görünüyordu. Hangi Nur Talebesiyle karşılaşsam, bu halet az çok belliydi. Hakiki ve ciddi bir samimiyet insanı sarıyordu. Onun için Üstadımızı ilk gördüğümde, onun tevazuu bana çok tesir etmişti. Hattâ 'Kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?' diye Feyzi Efendiden sormuştum
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Risale-i Nur kimdir?

Üstadımız kendisinden bahsetmezdi. Risale-i Nur'u methederdi. Ben de çocukluktan olacak, bu Hocanın bahsettiği Risale-i Nur kimdir? diye düşünürdüm. Bir gün Feyzi Efendi'ye sormuştum: 'Bu Risale-i Nur kimdir?' O da bana aynı odada kitap mütalaası ile meşgul olan Üstad'ımızı göstererek, 'Efendi, Efendi' demişti. Ben de taaccüple bakmıştım. O zaman demiştim; 'Peki kitap yazabilir mi? Arapça bilirmi?' ilâ ahir... Üstad'ımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimî arkadaşı gibi hareketleri ister istemez insanı kendisine bağlıyormuş. Fakat o kendisine değil, Kur'ân hakikatlarına, Risale-i Nur'a bağlanmamızı temine çalışıyordu.
"Ankara'da iken, her şeyi bırakıp Üstad'ımızın yanına gitmek istiyordum. Fakat düşünüyordum. Babam harçlık göndermezse, bir menfaat beklemeden, kimseden bir şey almadan nasıl yaşarım diye cesaretim kırılıyor. Üstadın kalbimizden geçenleri bildiğine, çok zaman cevap verdiğine veya tevafukla bu gibi şeylerin nasıl halledildiğine misal olarak şu hâdiseyi zikrediyorum:
"Emirdağ'a geldiğimde bir kitap açtı, bir sahifeyi gösterdi ve 'Okuyabilir misin?' dedi. Kitap, Kur'ân yazısı ile yazılmıştı. 'Yavaş yavaş okurum' dedim. Zora zora kitabı okudum. Orada talebe-i ulûm'un rızkına bereket düşer meâlinde mühim bir ders vardı. Okuyup bitirdikten sonra, 'Dersini aldın mı?' dedi. Ben de Ankara'da o fikrimi hatırladım 'Aldım Üstad'ım' dedim
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Şimdiki talebelerim daha fedakârdir

Bir gün fedakârlıktan bahsederken demişti:
"Benim şimdiki talebelerim, Ruslarla harbederken benimle Şark'ta kendini ateşe atan fedâilerden daha fedakârdırlar. Çünkü, bütün ömrünü feda etmek kolay değildir. Bir anda insan kendini ateşe atsa, şehit olur gider. Devamlı surette sadakatla, fedakârlık ise, öyle kolay değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim Eski Said'in talebelerinden daha fedakârdırlar. Ne vakit Şark'ta bu sır inkişaf etse, benim hemşehrilerim dine büyük hizmet ederler' demişti.
"İslâm olanlardan kimsenin aleyhinde konuşmamızı istemezdi. Hattâ iyi biliyorum. Müslümanların reisidir diye, Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'ın aleyhinde konuşturmazdı. ingilizlere karşı sertçe ve cesurca karşı geldi diye onu da takdir ederdi
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Çok muktesitti

Üstad'ımız muktesit olduğu gibi, bizi de iktisatlı harekete alıştırıyordu. Bir defa soğukta kömür yak diye mangalı gösterdi. Ben her zaman yaktığımız kömürlerden bir-iki avuç fazla kömür koyarak yakmıştım. Şiddetle azarladı ve 'Bu fazla, israftır; ahmaklık etme' diye fazla kömürü aldırmıştı.
"Her gün veya gün aşırı bir çanak yoğurt aldırırdı. Topraktan bir çanak 25 kuruşaydı. Ağzı örtülü gelmezse ondan yemiyordu. Hem ekmekten bir avucu ile ne kadar koparabilirse o kadar yerdi. Bazan onu da yiyemiyordu. Ekmek fırından ve kapalı yerden alınırdı. Açıktaki ekmekten aldırmaz ve ondan yemezdi. Bir bez torba içerisinde çarşıdan gelir ve daima kapalı kalırdı. Yemeği yalnız başına yemek isterdi. Yemek yerken görsek, yemeğinin belki yarısını bize veriyordu.
"Farkında olmadan yemek yerken içeri girsek, hemen 'Midenin kerameti var' der ve biraz olsun yemeğinden verirdi.
"l953 seneleri zannederim, Çamlıca'da köşkü bulunan Barla'lı eski talebelerinden bir zat Üstad'ı oraya davet etti. Üstad o gün benimle gitmişti. Yanımızda bir de şoför vardı. Çamlıca'ya vardık. Bir kaç zat da oraya gelmişlerdi.
"Öğle vakti yemek geldi. Fevkalâde bir ziyafet vardı. Üstad'ımız hane sahibine fevkalâde memnuniyetini söyledi ve sofraya oturmadı. 'Ben rahatsızım, midem rahatsız oluyor, bana bir parça ayırın, verin' diyerek bizden ayrı bir ağacın altına giderek sadece bir kap yemekten bir parça yemişti. 'Bunu padişah ziyafeti olarak kabul ediyorum' diye ev sahibi zata iltifat etti. Sonra arabada gelirken bana iktisattan ve böyle ziyafetlerin zararlarından ve su-i istimal edildiğinden, din hizmeti mukabilinde karşılık almanın zararlarından, bu gibi zevkli, dünyevî ahvalin faniliğinden bahsederek tenbihatta bulunmuştu.
"Zaten Üstad'ımız daima iki vakit yemek yerdi. Bir kuşluk vakti, bir de ikindiden sonra. Bir kap yemekten fazla yediğini pek bilemiyorum
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Vefakârdı, kimseyi incitmezdi

Üstad'ımız hiç kimseyi incitmek, istemediği gibi, eski sadık dostlarını da hiç unutmaz, onları hatırlarsa göz yaşı dökerdi. Onun şefkatini ve dostlarına sadakatını bilmeyen azdır."Üstadımız, yanına gelen meşhur kimselerden kim olsa onlara iltifat eder, onları kendi haliyle kabul ederek, iyi cihetlerinden bahsederek kendine müteveccih hizmetlere az çok teşvike çalışırdı.
"Emirdağ'da Samsun Mahkemesi için rapor almak icap etmişti. Oranın hükümet tabibini halk mason biliyordu. Hem de bu doktor Üstad'ın aleyhinde idi. Rapor vermesi, de ihtimalden değildi. Öyle iken, Üstad onun müracaatını kabul etti ve doktoru eve davet ettik. Üstad'ın hakikaten hasta olduğunu, bir görüşmek iyi olacağını vesair daha ne söylendi bilmiyorum. Üstad'ımız yatıyordu. Doktor geldi. Onunla bir müddet yalnız görüştü. Sonradan duyduğumuza göre ona Üstad'ımız başına neler geldiğini, esas gayesinin ne olduğunu anlatmış. Hakikaten hasta olduğundan, rapor alması lâzım geldiğini söylüyor ve diyor ki, 'Sen bana rapor verme, Eskişehir'e havale et, sana bir zarar gelmesin' diyor. Ve Hüccetü'z-Zehrâ kitabını vererek namaz kılmasını tavsiye ediyor. Doktor evden çıkarken, 'Biz Hoca Efendi'yi bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız, şimdi namaz kılmak ile de borçlandım' diyerek gitmişti
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Hülâsa

Hülâsa, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî kendisi için değil, dünyada rahat etmek için değil, hırka, fırka için de değil, imanı kurtarmak, imana musallat olan mikropları, vesveseleri tasfiye için çalışıyor, birlik beraberlik istiyor, ittihadı bozacak hallerden, ihtilaf çıkaracak mevzulardan çekiniyordu. Onun için sırf mü'minler arasındaki müşterek düsturları ele alarak onları vuzuha kavuşturuyor, teferruatla meşgul olmuyordu. 'Elbette herşeyden evvel, imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz' diyerek, âhirzaman fitnesinden mü'minlerin salimen kurtulmasını niyaz ediyor, ona çalışıyordu. Onun için hep aynı mevzuları başka başka cepheden ders veriyordu. Talebelerini mümkün mertebe başka mevzulardan şahsî çekişmelerden menedip, Kur'ân'a dair her hizmeti alkışlıyordu. Risale-i Nur'a hizmeti her hizmetten üstün tutması bunun içindi.
"Şahsî kusurlara bakmıyordu. Bir şahsı İslâmî cereyana ve Nurculuğa dost yapmaya kıymet veriyordu.
"Üstad'ımızın son günlerinde, vefatından bir iki ay önce idi. Tenezzülen beni Urfa'ya yolcu etmek için Afyon Çay nahiyesine doğru
arabada gidiyorduk. Ben Üstad'ımıza Diyarbakır'dan ve orada hizmet eden ağabeyden bahsettim, onu ziyaret edeceğimi söyledim.
"Üstad, 'Yok, Urfa bir cihetce oradan ileridir. Gitmeye lüzum yok!' diye bana iltifatla mukabele etti. Sonra da Hüsrev Ağabeyden bahsederek onu ziyaret etmeyi istemiştim. Yine Üstad'ımız ona da lüzum olmadığını, Risale-i Nur var, size kâfidir, diyerek reddediyordu. İşte o zaman sen bütün “Nurcuların Ağabeyisi”sin diye iltifat etmişti.
"Başka bir şey, bir fikir sormak istiyorsan, işte Zübeyr' diye yanındaki Zübeyr Ağabeyi gösteriyordu. Fakat o anda başka birisi de olsa idi Sungur, Ceylân gibi onları da gösterir ve onlara da havale edebilirdi."
Abdullah Yeğin'in bu hatıraları, görüp işittikleri sadece bir kısmıdır. Elbette otuzbeş yıllık hatıralar bu kadar olamaz. Bir bahr-ı ummân küçücük su testisine sığar mı?
 
Üst