19. Mektup / Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) 'den

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻫُﻮَ ﺍﻟَّﺬِٓﻯ ﺍَﺭْﺳَﻞَ ﺭَﺳُﻮﻟَﻪُ ﺑِﺎﻟْﻬُﺪَﻯ ﻭَﺩِﻳﻦِ ﺍﻟْﺤَﻖِّ ﻟِﻴُﻈْﻬِﺮَﻩُ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻛُﻠِّﻪِ ﻭَ ﻛَﻔَﻰ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﺷَﻬِﻴﺪًﺍ ﻣُﺤَﻤَّﺪٌ ﺭَﺳُﻮﻝُ ﺍﻟﻠَّﻪِ


"Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Resulüdür." Fetih Sûresi, 48:28-29.)

ilâ âhir...


(Risalet-i Ahmediye'ye (A.S.M.) dair Ondokuzuncu Söz'le Otuzbirinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) delail-i kat'iyye ile isbat ettiklerinden, isbat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak ondokuz nükteli işaretlerle, o büyük hakikatın bazı lem'alarını göstereceğiz: )

BİRİNCİ NÜKTELİ İŞARET:
Şu kâinatın sahib ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.

Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru küllî olan insan nev'i ile konuşacaktır. Madem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev'-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev'-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.




Mu'cizat-ı Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) mucizeleri. * Hz.Muhammedin (asm)
mucizelerinin anlatıldığı Risale-i Nurdan Mektubat isimli kitabın 19.bölümü olan 19.mektubu.
İlâ âhir: Sona kadar.
Risalet-i Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) peygamberliği.
Delail-i kat'iyye: Kesin deliller.
Tetimme: Tamamlama, ekleme.
Nükte: Derin ve ince manalı söz.
Lem'a: Parıltı, parlamak.
Mutasarrıf: İdare eden, işleri yürüten, yönetici.
Tedvir: Döndürmek, çevirmek. *İdare etmek, yönetmek.
Zîşuur: Şuur sahibi, bilinçli.
Zîfikir: Fikir sahibi, düşünce sahibi, düşünen.
Küllî: Kapsamlı genel.
Nev'i: Türü.
Kabil-i hitab: Hitab edilebilir, konuşulabilir.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Nev'-i beşer: Beşer nevi, insan türü, insanlar.
Mukteda: Kendisine uyulan. Önde giden.
Hums: Beşte bir.
İktida : Uymak.
Nısf-ı Arz: Arzın yarısı.
Hükm-ü manevî: Manevî hüküm, hâkimiyet.
Ziya: Işık.
Ehl-i iman: İman edenler, inananlar.
Mütemadiyen: Devamlı olarak, sürekli olarak.
Tecdid-i biat: Biatı tecdid etmek, bağlılığı yenilemek, bağlılığı tazelemek.
Dua-yı rahmet: Rahmet duası.
Medih: Övme, övgü.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Resul: Peygamber.
 

Ahmet.1

Well-known member
İKİNCİ NÜKTELİ İŞARET:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bahireyi göstermiştir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasıyla, dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'îdir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, -hâşâ- sihir demişler.


İddia-yı nübüvvet: Peygamberlik iddiası.
Kur'an-ı Azîmüşşan: Şını yüce Kur'an.
Ehl-i tahkik: Araştırıcı büyük din alimleri, iman gerçeklerini ve islâm kurallarını delilleriyle bilen büyük din bilginleri.
Mu'cizat-ı bahire: Açık mucizeler.
Mu'cizat: Mucizeler.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Dava-yı nübüvvet: Peygamberlik iddiası.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Muannid: İnatçı, direnen.
Etba': Tabi olanlar, bağlılar.


Evet mu'cizat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlık-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer.

Tevatür: Kuvvetli haber, yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Hâlık-ı Kâinat: Kainatın yaratıcısı, evreni yaratan.
Sadakte: Doğru söyledin.



Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: "Padişah beni filan işe memur etmiş." Senden o davaya bir delil istenilse; padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha sağlam, senin davanı tasdik eder.

Daire-i nazar: Nazar dairesi, görüş sahası.


Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamer'e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki-üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte ikiyüz-üçyüz adamı tok ediyor." Ve hâkeza.. yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.

Hâlık: Yaratıcı Allah (cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah (cc).
Meb'us: Elçi, Allah tarafından gönderilen, peygamber.
Müstemir: Devamlı, sürekli, değişmez, devam eden.
Kamer: Ay.
Taam: Yemek.
Hâkeza: Bunlar gibi, bunun gibi.



Şimdi, şu zâtın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur ülema-i Benî İsrailiyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sîmasını görmekle, "Şu sîmada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.

Delail-i sıdk: Doğruluğun delilleri.
Berahin-i nübüvvet: Peygamberlik (asm) delilleri.
Münhasır: Mahsus, sınırlı ait.
Ehl-i dikkat: Dikkatliler, inceleyenler.
Harekât: Hareketler.
Ef'al: Fiiller, işler.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Akval: Sözler.
Etvar: Tavırlar, durumlar, davranışlar.
Siret: Ahlâk, insanın manevî durumu.
Ülema-i Benî İsrailiye: İsrail oğulları alimleri, Yahudi alimleri.
Zât-ı Ekrem: En kerim olan zat, en cömert ve iyiliksever olan kişi.



Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor.

Muhakkikîn-i ülema: Alimlerin araştırmacıları.
Delail-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Kur'an-ı Hakîm: Hikmetlerle dolu Kur'an.
Vech-i i'caz: Mucizelik yönü, mucize olma yönü.
Nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammedin (asm) peygamberliği.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.



Hem madem nev'-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki İsa Aleyhisselâm ve Musa Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur.

Nev'-i beşer: Beşer nevi, insan türü, insanlar.
Nübüvvet: Peygamberlik.
Fevkinde: Üstünde.
Kat'iyyet: Kesinlik.
Aleyhisselâm: Selâm O'nun üzerine olsun.
Nebi: Peygamber.
Risalet: Peygamberlik.
Delail: Deliller.
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar, nitelikler.
Ekmel: En mükemmel, en eksiksiz.


Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ı Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat'iyyet ile ona sabittir.

Hükm-ü nübüvvet: Peygamberlik hükmü.
Zât-ı Ahmedî: Ahmedin (asm) zatı, Hz.Muhammedin (asm) kendisi.
Enbiya: Peygamberler.
Vâzıh: Açık, apaçık.
Kat'iyyet: Kesinlik.
 

Ahmet.1

Well-known member
ÜÇÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mu'cizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser enva'-ı kâinattan birer mu'cizeye mazhardır. Güya nasılki bir padişah-ı zîşanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona "hoş-âmedî" eder, onu alkışlar. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed'in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev'-i beşere meb'us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikına karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedaya-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay'dan, Güneş'ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu'cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedî demiş.

Şimdi o mu'cizatın umumunu bahsetmek için, cildlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok cildler yazmışlar. Biz yalnız icmalî işaretler nev'inden, o mu'cizatın kat'î ve manevî mütevatir olan küllî enva'ına işaret ederiz.



Resul-i Ekrem: Çok cömert, kerim ve Allah'ın insanlara bir elçisi olan Hz.Muhammed.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Mu'cizat: Mucizeler.
Mütenevvi: Çeşitli, çeşit çeşit, türlü türlü.
Risalet: Peygamberlik.
Enva'-ı kâinat: Kainattaki varlık çeşitleri.
Yaver-i ekrem: En kerim yaver, en yakın ve üstün memur.
Akvam: Kavimler, milletler, topluluklar.
Mümessil: Temsil edici, temsilci.
Hoş-âmedî: Hoş geldiniz.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi olan Allah (cc).
Nev'-i beşer: Beşer nevi, insan türü, insanlar.
Hakaik: Hakikatlar, gerçekler ve doğrular.
Alâkadar: Alâkalı ve ilgili.
Envâr-ı hakikat: Hakikat nurları.
Hedaya-yı maneviye: Manevî hediyeler.
Lisan-ı mahsus: Mahsus lisan, özel dil.

Muhakkikîn-i asfiya: Asfiya muhakkikler, günahlardan uzak yaşamış ve velilik derecesine ulaşmış araştırmacı çok büyük islâm alimleri.
Delail-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.
Tafsilât: Açıklamalar, geniş bilgiler, ayrıntılı bilgiler.
İcmalî: Kısaca, inceliklere girmeden, özet halinde.
Kat'î: Kesin.
Mütevatir: Kesin, şüphesiz ve sağlam haber, bir çok kimseler tarafından aktarılan yalan olamaz sağlam haber.
Küllî: Kapsamlı genel.
Enva': Nevler, türler çeşitler.
 

Ahmet.1

Well-known member
İşte nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delaili, evvelâ iki kısımdır:

Birisi: "İrhasat" denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir.


Nübüvvet-i Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) peygamberliği.
Delail: Deliller.
İrhasat: Peygamberlikle görevlendirilmeden önce Peygamberimizle (asm) ilgili olarak meydana gelen mucizeler ve harikalar.
Nübüvvet: Peygamberlik.
Zuhur: Meydana çıkma, ortaya çıkma, görünme.



İkinci kısım: Sair delail-i nübüvvettir. İkinci kısım da iki kısımdır: Biri: Nübüvvetinden sonra, fakat nübüvvetini tasdikan zuhura gelen hârikalardır. İkincisi: Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu hârikalardır. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemalinde zahir olan delail-i nübüvvettir. İkincisi: Âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu'cizattır. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Manevî ve Kur'anîdir. Diğeri: Maddî ve ekvanîdir. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Dava-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen hârikulâde mu'cizattır. Şakk-ı Kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nev' ve herbir nev'i manevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradı vardır. İkinci kısım: İstikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki; Cenab-ı Hakk'ın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmalî bir fihriste göstereceğiz. {(Haşiye): Maatteessüf niyet ettiğim gibi yazamadım. İhtiyarsız olarak nasıl kalbe geldi; öyle yazıldı. Şu taksimattaki tertibi tamamıyla müraat edemedim.}

Sair: Diğer, başka.
Delail-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.
Asr-ı Saadet: Saadet asrı, Peygamberimiz (asm) ile dört halife devri.
Sîret: Ahlâk, insanın manevî durumu.
Kemal: Mükemmellik, kusursuzluk, üstün sıfat.
Âfâkî: Dıştaki varlıklarla ilgili, kâinat ve içindekilerle ilgili.
Kur'anî: Kur'ana ait, Kur'anla ilgili.
Ekvanî: Yaratılmış varlıklara ait, kainatla ilgili.
Dava-yı nübüvvet : Nübüvvet davası, peygamberlik iddiası.
Ehl-i küfr: Kafirler, inkarcılar.
Ehl-i iman: İman edenler, inananlar.
Kuvvet-i iman: İman kuvveti, inanç gücü.
Şakk-ı Kamer: Ayın yarılması, ayın iki parça olması.
Taam: Yemek.
Tevatür: Yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Mükerrer: Tekrarlı, tekrar edilmiş.
İcmalî: Kısaca, inceliklere girmeden, özet halinde.
Taksimat: Taksimler, bölümler, paylaştırmalar.
Müraat: Riayet, gözetme, uygun davranmak, korumak.
 

Ahmet.1

Well-known member
DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Allâm-ül Guyub'un talimiyle haber verdiği umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. İ'caz-ı Kur'ana dair olan Yirmibeşinci Söz'de enva'ına işaret ve bir derece izah ve isbat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sâbıkaya dair ve hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyelerini Yirmibeşinci Söz'e havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beyt'in başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisata dair pek çok ihbarat-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, altı esas mukaddime olarak beyan edeceğiz:


Allâm-ül Guyub: Gaybleri bilen Allah (cc). Bütün zamanlarda ve her yerde olan herşeyi her şeyiyle bilen Allah (cc).
Umûr-u gaybiye: Gaybî işler, bilinmeyen ve görünmeyen işler.
Hadd ü hesab: Sınır ve sayı.
İ'caz-ı Kur'an: Kur'anın mucizeliği.
Enbiya-yı sâbıka: Geçmiş peygamberler.
Hakaik-i İlahiye: İlahî hakikatlar, Allah (cc) ile ilgili gerçekler (bilgiler).
Hakaik-i kevniye: Kâinatla ve yaratılmış varlık dünyasıyla ilgili gerçekler.
Hakaik-i uhreviye: Uhrevi hakikatlar, Ahiretle ilgili gerçekler.
İhbarat-ı gaybiye: Gayba ait ihbarlar, gizli görünmezlerle ilgili haberler.
Âl-i Beyt: Peygamberimizin (asm) soyundan olanlara verilen bir isimdir.
İhbarat-ı sadıka-i gaybiye: Gaybe ait sadık haberler, gelecekle ilgili doğru haberler.
Mukaddime: Başlangıç, giriş, önsöz.


Birinci Esas:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahid olabilir; fakat her hali, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mal ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-ı kudret-i İlahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-ı Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlahiyeyi göstersin. Eğer ef'alinde beşeriyetten çıkıp hârikulâde olsaydı, bizzât imam olamazdı; ef'aliyle, ahvaliyle, etvarıyla ders veremezdi.


Sıdk: Doğruluk, doğru olma.
Nübüvvet: Peygamberlik.
Beşer: İnsan.
Ahval-i içtimaiye: İçtimai haller, toplumdaki durumlar.
A'mal: Ameller, işler, yapılanlar.
Mu'cizat-ı kudret-i İlahiye: Allah'ın (cc) sonsuz gücünün mucizeleri (harika eserleri).
Âdiyat: Sıradan şeyler.
San'at-ı Rabbaniye: Rabbanî sanat, herşeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah'ın (cc) sanatı.
Tasarruf-u kudret-i İlahiye: İlahî kudretin tasarrufu, Allah'ın (cc) sonsuz güç ve kuvvetiyle yaptığı ve yürüttüğü işler.
Ef'al: Fiiller, işler.
Ahval: Haller, vaziyetler.
Etvar: Tavırlar, durumlar, davranışlar.



Fakat yalnız nübüvvetini muannidlere karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur ve indelhace arasıra mu'cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.

Muannid: İnatçı, direnen.
İndelhace: İhtiyaç vaktinde, gerektiğinde.
Sırr-ı teklif: İnsanın sorumlu tutulmasındaki ince ve derin mana.
Mukteza: İktiza eden, gereken.
Bedahet: Açıklık, apaçıklık, bellilik.
Sırr-ı imtihan: İmtihan sırrı.
Hikmet-i teklif: İnsanın sorumlu tutulma hikmeti.
Bedihî: Açık, belli.


Cây-ı hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübalağasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri bir tek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkeza birer alâmetiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iyye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalalete sapıyorlar.

Cây-ı hayret: Hayret gerektiren.
Delil-i nübüvvet: Peygamberlik delili.
Müdakkik: Tetkik eden, inceleyen, dikkatle araştıran.
Mütefekkir: Tefekkür eden, düşünen.
Nakl-i sahih: Doğru bildirme ve aktarma.
Âsâr-ı kat'iyye: Kesin ve şüphesiz eserler.
Dalalet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, iman ve islâm yolundan sapmak.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci Esas:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk'ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:


Beşer: İnsan.
Beşeriyet: İnsanlık.
Resul: Peygamber.
Risalet: Peygamberlik.
Vahy: Allah'ın (cc) peygamberlere bildirdiği ve gönderdiği haberler ve bilgiler.
İstinad: Dayanma.



Biri:
"Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...


Vahy-i sarihî: Sözüyle ve manasıyla açık şekilde Allah (cc) tarafından bildirilen vahiy.
Mübelliğ: Tebliğ eden, bildiren, duyuran.
Ehadîs-i kudsiye: Hz.Peygamberin (asm) mübarek kutsal sözleri.



İkinci Kısım:
"Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.


Vahy-i zımnî: Kısaca ve özet şekilde Allah (cc) tarafından bildirilip ayrıntısı ve tamamlanması Peygamberimize (asm) ait vahiy.
Mücmel: Kısa, öz, özet.
Tafsilât: Açıklamalar, geniş bilgiler, ayrıntılı bilgiler.
Tasvirat: Tasvirler, anlatmalar.
Zât-ı Ahmediye: Hz.Muhammedin (asm) kendisi.
Feraset: Üstün anlayış, güçlü hızlı seziş.
İçtihad: Ayet ve hadislere dayanarak yeni çıkan durumlara cevap olacak hüküm ve kuralları çıkarma.
Vazife-i risalet: Peygamberlik görevi.
Kuvve-i kudsiye: Kutsal ve kusursuz güç.
Efkâr-ı âmme: Umumun fikri, halkın düşüncesi, genel düşünce.



İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belig bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Vahy-i mahz: Tam vahiy, her bakımdan ve bütün ayrıntılarıyla Allah'ın (cc) bildirmesi ve haber vermesi.
Mukteza: İktiza eden, gereken.
Efkâr: Fikirler, düşünceler.
Muamelât: Muameleler, işlemler, hareketler ve davranışlar.
Âsâr: Eserler, işaretler.
Mücmel: Kısa, öz, özet.
Vahyen: Vahiy olarak.
Tearüf-ü umumî: Umumi tearüf, herkesin bilip ve tanıması.
Müteşabihat: Manası açık olmayanlar, benzetmeler ve örneklerle anlatmalar.
Fehm: Anlayış.
Belig: Gerçeğe ve dinleyicilere en uygun ve tam yerinde, belâgatlı.
Tevil: Bir sözden gaye edilmiş olması mümkün olan mana.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü Esas:
Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kısımdır. {(Haşiye): Şu risalede "tevatür" lafzı, Türkçe "şâyia" manasındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.}


Tevatür: Yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Şâyia: Yayılmış haber, söylenti.
Yakîni: Şüphesiz, sağlam ve kesin bilgi.



Biri "sarih tevatür", biri "manevî tevatür"dür. Manevî tevatür de iki kısımdır: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder.

Sarih: Açık, belirli, belli, aşikar.
Skûtî: Sessiz kalmakla alakalı, sessizlikle ilgili.
Tekzib: Yalanlamak.
Müheyya: Hazır, hazırlanmış.
Delalet: Delil olma, yol gösterme.



İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş" denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bil-manadır, kat'îdir. İhtilaf-ı suret ise, zarar vermez. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid, bazı şerait dâhilinde tevatür gibi kat'iyyeti ifade eder. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid haricî emarelerle kat'iyyeti ifade eder.

Tevatür-ü manevî: Mana bakımından yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Mütevatir-i bil-mana: Değişik şekillerde fakat aynı manada birçok kimselerin bildirdiği yalan olamaz sağlam haber.
İhtilaf-ı suret: Görünüş farklılığı.
Haber-i vâhid: Bir kaynaktan gelen haber.
Kat'iyyet: Kesinlik.



İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bize naklolunan mu'cizatı ve delail-i nübüvveti, kısm-ı a'zamı tevatür iledir; ya sarihî, ya manevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı çendan haber-i vâhid iledir. Fakat öyle şerait dâhilinde, nekkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şâyan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfız" tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüzbin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ' abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyyetinden geri kalmaz.

Mu'cizat: Mucizeler.
Delail-i nübüvvet: Peygamberlik delilleri.
Kısm-ı a'zam: En büyük kısım.
Sükûtî: Sessiz kalmakla alakalı, sessizlikle ilgili.
Şerait: Şartlar.
Nekkad-ı muhaddisîn: Peygamber Efendimizin sözünü diğer sözlerden çok kolayca seçip ayırabilen büyük hadis alimleri.
El-Hâfız: Hadis ilminde uzman olup en az yüz bin hadisi ezberine alan büyük islâm alimlerine verilen rütbe ve nam.
Müttaki: Günahlardan ve yasaklardan çekinen, takva sahibi.
Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye: Altı hadis kitabı, Hz.Muhammedin (asm) söz, davranış ve hareketleriyle ilgili yazılmış altı kitab. İsimleri: Buhari, Müslim, İbn-i Mace, Ebu-Davud, Tirmizi, Nesai.
İlm-i hadîs: Hadis ilmi.
Allâme: Çok büyük âlim.


Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der. "Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu' demişler. Fakat her mevzu' şey'in manası yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadîs değildir" demektir.

Fenn-i hadîs: Hadisleri inceleyen ilim.
Muhakkik: Araştırmacı.
Nekkad: Seçici, ayırıcı, iyiyi kötüden seçip ayıran.
Tarz-ı ifade: Anlatma şekli, ifade tarzı.
Üslûb-u âlî: Yüksek üslub, üstün anlatma şekli.
Suret-i ifade: İfade şekli.
Meleke: Tecrübelerin veya tekrarlamaların sonucu kazanılan bilgi ve beceri alışkanlığı.
İltibas: Birbirine karıştırma, birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
Ehadîs-i sahiha: Doğruluğu şüphesiz ve kesin olan hadisler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sual: An'aneli senedin faidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada "an filan, an filan, an filan" derler?

An'ane: Gelenek, âdet, örf. Ağızdan ağza söylenerek gelen söz, haber.
Malûm: Bilinen, belli olan.



Elcevab: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.

Mevsuk: Sağlam, güvenilir.
Ehl-i hadîs: Hadis ehli, hadis alimleri
Ehl-i tahkik: Araştırıcı büyük din âlimleri.
Allâme: Çok büyük âlim.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sual: Neden hâdisat-ı i'caziye sair zarurî ahkâm-ı şer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?

Hâdisat-ı i'caziye: Peygamberimizin mu'cizeleriyle ilgili olaylar.
Ahkâm-ı şer'iye: Şer'î hükümler, islâm dini kanunları.
Tevatür: Kuvvetli haber, yalan ihtimali olmayan kuvvetli haber.
Tarîk: Yol.



Elcevab: Çünki ekser ahkâm-ı şer'iyeye, ekser nâs, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu'cizat ise; herkesin herbir mu'cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse, yeter.

Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Nâs: İnsanlar.
Evkat: Vakitler.
Farz-ı ayn: Herkesin tek başına yerine getirme zorunluluğunda olduğu Allah'ın (cc) kesin ve açık emirleri.
Farz-ı kifaye: Müslümanlardan bir kısmının yerine getirmesiyle diğerlerinden sorumluluk kalkan Allah'ın (cc) açık ve kesin emirleri.



İşte bunun içindir ki; bazı olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î olduğu halde, onun râvisi bir-iki olur; hükmün râvisi on-yirmi olur.

Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma.
Râvi: Rivayet eden, nakleden, aktaran.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Esas:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki' gibi görünür.


Resul-i Ekrem: En değerli ve en üstün, en şerefli ve en büyük peygamber (Hz.Muhammed (asm)).
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Tekerrür: Tekrarlama.
Hâdise-i külliye: Küllî hadise, bütün zamanlarla ve her yerle ilgili olay.
Müteaddid: Çok sayıda, birçok, çeşitli.
Râvi-i hadîs: Hadis rivayet eden, hadis nakleden.
Hilaf-ı vaki: Olana ters, meydana gelene aykırı, gerçekleşene aykırı.



Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.

Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Tafsilât: Açıklamalar, ayrıntılı bilgiler.
Kuvve-i maneviye-i ehl-i iman: İman edenlerin manevî kuvveti, inananların manevî gücü.
Âlem-i İslâmiyet: İslâmiyet âlemi, Müslümanlık dünyası.
Silsile-i nuraniye: Nurlu zincir.
Âl-i Beyt: Peygamberimizin (asm) soyundan olanlara verilen bir isimdir.
Ehl-i iman: İman edenler, inananlar.
Rabt: Bağlamak, bitiştirmek.
Âhirzaman: Dünyanın son zamanı, kıyamete yakın son devre.
Mehdi: Hidayete visile olan, irşad edici, doğru yolu gösterici. Ahirzamanda müslüman toplumun sarsılan imanlarını ve bozulan yaşantılarını kuvvetli sarsılmaz delillerle islâm dinine uygun şekilde yeniden canlandırıp kuvvetlendiren ve her türlü inkarcılığın ve anarşistliğin önüne set çeken Allah (cc) tarafından görevlendirilmiş kişi.
Ma'dud: Sayılan. Kabul edilen.
Abbasiye Hulefası: Hz.Abbas'ın soyundan olan ve Abbasî Devletini kuran ve o devleti islâm kanunlarıyla yöneten Abbasî Devletinin müslüman idarecileri.
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar, nitelikler, özellikler.


İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yı Mehdiyyîn ve Aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.

Hulefa-yı Mehdiyyîn : Mehdi vazifesi gören halifeler.
Aktab-ı Mehdiyyîn: Mehdi kutuplar, hidayet edici ve doğruya götürücü büyük veliler.
İhtilaf: Anlaşmazlık, uyuşmazlık.
 

Ahmet.1

Well-known member
Beşinci Esas:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
ﻟﺎَ ﻳَﻌْﻠَﻢُ ﺍﻟْﻐَﻴْﺐَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.)
sırrınca kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenab-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenab-ı Hak hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir.

İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmış. İşte hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye böyle iktiza ettiği için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ü ashabına karşı şedid şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevî'den sonra, âl ü ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisatı, umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek {(Haşiye): Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a Âişe-i Sıddıka'ya karşı ziyade muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, Vak'a-i Cemel hâdisesinde o bulunacağı kat'î gösterilmediğine delil ise, Ezvac-ı Tahirata ferman etmiş ki: "Keşki bilseydim hanginiz o vak'ada bulunacak?" Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali'ye (R.A.) ferman etmiş: "Senin ile Âişe beyninde bir hâdise olsa, ﻓَﺎﺭْﻓَﻖْ ﻭَ ﺑَﻠِّﻐْﻬَﺎ ﻣَﺎْﻣَﻨَﻬَﺎ ["Ona şefkatle muamele et ve onu güvenli bir yere ulaştır." Müsned, 6:393; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:410; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:234.] } mukteza-yı hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı, -fakat dehşetli bir surette değil- ona talim etmiş. O da ihbar etmiş.

Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsil ile bildirmiş. O da haber vermiş. Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkta çalışan ve ﻭَﻣَﻦْ ﻛَﺬَﺏَ ﻋَﻠَﻰَّ ﻣُﺘَﻌَﻤِّﺪًﺍ ﻓَﻠْﻴَﺘَﺒَﻮَّﺍْ ﻣَﻘْﻌَﺪَﻩُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺭِ "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehen-nem ateşinden yerini hazırlasın." Buharî.) hadîsindeki tehdidden şiddetle korkan ve ﻓَﻤَﻦْ ﺍَﻇْﻠَﻢُ ﻣِﻤَّﻦْ ﻛَﺬَﺏَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ "Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?" Zümer Sûresi, 39:32.) âyetindeki şiddetli tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Altıncı Esas:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahval ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki
ﺍَﻟﺴَّﺒَﺐُ ﻛَﺎﻟْﻔَﺎﻋِﻞِ sırrınca: Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.

Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz.

İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şübheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım." ve "Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır." dese, tekzib ve inkâra sapacak.

İşte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Şecere-i Tûbâ gibi ve Cennet'in tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyn'e koşup giden Zât-ı Nuranîsine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.
 

Ahmet.1

Well-known member
BEŞİNCİ NÜKTELİ İŞARET:
Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vâsıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı Sahabe içinde ferman etmiş ki:
ﺍِﺑْﻨِﻰ ﺣَﺴَﻦٌ ﻫَﺬَﺍ ﺳَﻴِّﺪٌ ﺳَﻴُﺼْﻠِﺢُ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﺑِﻪِ ﺑَﻴْﻦَ ﻓِﺌَﺘَﻴْﻦِ ﻋَﻈِﻴﻤَﺘَﻴْﻦِ "Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır." Buharî, Fiten: 20; Sulh: 9; Fedâilu Ashâbi’n-Nebî: 22; Menâkıb: 25; Dârîmî, Sünnet: 12; Tirmizî, Menâkıb: 25; Nesâî, Cum’a: 27; Müsned, 5:38, 44, 49, 51.)

İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

İkincisi:
Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demiş:
ﺳَﺘُﻘَﺎﺗِﻞُ ﺍﻟﻨَّﺎﻛِﺜِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟْﻘَﺎﺳِﻄِﻴﻦَ ﻭَﺍﻟْﻤَﺎﺭِﻗِﻴﻦَ "Sen, biatını bozan, hak ve adaletten sapan ve dinden çıkan kimselerle savaşacaksın." el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:139, 140; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:138; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:414.)

Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Sıffîn, hem Vak'a-i Havariç hâdiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: "Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır."

Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: "İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek."
ﻭَﺗَﻨْﺒَﺢُ ﻋَﻠَﻴْﻬَﺎ ﻛِﻠﺎَﺏُ ﺍﻟْﺤَﻮْﺋَﺐِ "Sana Hav’eb köpekleri havlayacak." Müsned, 6:52, 97; İbni Hibban, Sahih, 8:258, no: 6697; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:120.)


İşte şu sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âişe ve Zübeyr ve Talha'ya karşı Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karşı Sıffîn'de.. ve Havaric'e karşı Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı" ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman İbn-i Mülcem-ül Haricî'dir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamı, garib bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki; Havariçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiş. Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.

Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermiş ki: "Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, aynı vak'a-i ciğersûz vukua gelip, o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.

Hem mükerreren ihbar etmiş ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra

ﻳَﻠْﻘَﻮْﻥَ ﻗَﺘْﻠﺎً ﻭَ ﺗَﺸْﺮِﻳﺪًﺍ yani; katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklar." Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.


Şu makamda bir mühim sual vardır ki; denilir ki: "Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakatı olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karabeti ve hârikulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?.."

Elcevab: Âl-i Beyt'ten bir kutb-u a'zam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (R.A.) hilafetini arzu etmiş, fakat gaibden ona bildirilmiş ki: Murad-ı İlahî başkadır. O da, arzusunu bırakıp, murad-ı İlahîye tâbi' olmuş."

Murad-ı İlahînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki: Vefat-ı Nebevî'den sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler; eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilafeti zamanında zuhura gelen hâdisatın şehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümaşatsız, pervasız, zâhidane, kahramanane, müstağniyane tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaatı itibariyle, çok zâtlarda ve kabîlelerde rekabet damarını harekete getirip, tefrikaya sebeb olmak kaviyyen muhtemeldi.

Hem Hazret-i Ali'nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı... Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haber verdiği gibi: "Ben Kur'anın tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!"

Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt'i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etba'ları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beyt'in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.




Haricîler: Hz.Ali'ye (ra) karşı isyan ederek katı ve ölçüsüz hareketler sergilemiş ve islâm dininden bazı konularda sapmış olanlar.
Maktul: Öldürülmüş
Hakkaniyet: Haklılık, doğruluk, gerçeklik.
Mu'cize-i Nebeviye: Hz.Peygamberin (asm) mucizesi.

Ümm-ü Seleme: Peygamberimizin (asm) en son vefat eden hanımı.
Hazret-i Hüseyin: Peygamber Efendimizin torunu.
Kerbelâ: Irak'ta Peygamberimizin torunu Hz. İmâm-ı Hüseyin`in şehid edildiği ve türbesinin bulunduğu yer.
Vak'a-i ciğersûz: Ciğeri yakan vak'a, yürek yakan olay.
İhbar-ı gaybî: Gayba ait haber, gizli görünmezlerle ilgili haber vermek.

Mükerreren: Tekrarlı olarak, tekrar be tekrar.
Âl-i Beyt: Peygamberimizin (asm) soyundan olanlara verilen bir isimdir.

Hilafet: Bir kimseye halef olma, birinin yerini tutma, onun yerine geçme. *Halifelik, Hz. Peygamber'in vekillliği, Hz. Peygamber'e vekil olarak müslümanları ve İslâmlığı koruma görevi; İslâm devlet reisliği.
Tekaddüm: Öne geçme.

Kutb-u a'zam: En büyük kutub, zamanın en büyük velisi.
Murad-ı İlahî: İlahî murad, Allah'ın (cc) gayesi.

Vefat-ı Nebevî: Peygamberimiz Hz.Muhammedin (asm) vefatı (ölümü).
İttihad: Birleşme, birlik.
Zuhur: Meydana çıkma, ortaya çıkma, görünme.
Hâdisat: Hadiseler, olaylar.
Mümaşat: Görünüşte dostça geçinmek, uyumlu olmak, uygunluk.
Zâhidane: Din için dünyayı önemsemez şekilde, dindeki temel görevlerin dışında dünyanın süs ve makamlarını önemsemez şekilde.
Kahramanane: Kahramancasına.
Müstağniyane: İhtiyaç duymaz şekilde, hiçbir menfaat ve çıkar istemez ve beklemez şekilde.
Şöhretgir-i âlem: Dünyada ünlü, dünyada meşhur.
Şecaat: Cesaret, cesurluk, kahramanlık.
Tefrika: Ayrılık, nifak, bozuşmak.
Kaviyyen: Kuvvetli olarak, kesin olarak, şüphesiz olarak.

Teehhür: Geciktirme, erteleme.
Akvam: Kavimler, milletler, topluluklar.
İnkişaf: Açılma, meydana çıkma, gelişme, ilerleme.
Efkâr: Fikirler, düşünceler.
Fitne-engiz: Fitne çıkaran, fitneyi karıştıran.
Feraset: Üstün anlayış, güçlü hızlı seziş.
Hâşimî: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in kabilesinden, onun sülâlesinden gelen.
Âl-i Beyt: Hz. Muhammed'in (asm) ailesinden olan.
Tenzil: İndirme.
Tevil: Bir sözden gaye edilmiş olması mümkün olan mana. Bu mana bundan kasdedilmiş olması mümkündür ve olabilir demek.

Mülûk-u Emeviye: Emevî devleti hükümdarları.
Ehl-i İslâm: Müslümanlar.
Etba': Tabi olanlar, bağlılar.
Hakaik-i İslâmiye: İslam dinine ait hakikatlar.
Hakaik-i imaniye: İnançla ilgili gerçekler.
Ahkâm-ı Kur'aniye: Kur'anın hükümleri.
Müçtehidîn-i muhakkikîn: Araçtırmacı müçtehidler.
Muhaddisîn-i kâmilîn: Üstün dereceye ulaşmış hadis alimleri.
Asfiya: Sâfiyet, kemâlât ve takvâ sahibi olan, Hz. Peygamber'in (asm) vârisi hükmünde, onun meslek ve gayelerini hayata geçirmeye ve tatbike çalışan âlim zâtlar.
Velayet: Veli ve ermiş olan kimsenin hali ve sıfatı.
Diyanet: Dindarlık, dinin emir ve yasaklarına bağlılık.
 

Ahmet.1

Well-known member
Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?"

Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler.

İşte bak! Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhâssa Gavs-ı A'zam olan Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envâr-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?

Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'anın muhafazasına çalıştı ve hâkeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı...




Asr-ı Saadet: Saadet asrı, peygamberimiz (asm) ile dört halife devri.
Vech-i rahmet: Merhamet yönü, rahmet vechi.

Taife-i nebatat: Bitkiler topluluğu.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
İnkişaf: Açılma, meydana çıkma, gelişme.
Sahabe: Hz.Muhammedi (asm) sağlığında görüp iman ederek yolunda gitmiş ilk müslümanlar.
Tâbiîn: Sahabelerle görüşüp arkalarından gidenler, Peygamberimizle (asm) sağlığında görüşüp iman etmiş olanlarla görüşüp ders alan ve yollarını izleyenler.
Câmia-i İslâmiyet: İslâmiyet topluluğu, müslüman topluluk.
Kesret: çokluk, bolluk.
Kemal-i ciddiyet: Tam ciddilik, son derece ciddilik.
Hakaik-i imaniye: İmana ait hakikatlar.
Vezaif-i İslâmiyet: İslâmiyet vazifeleri, islâm dinindeki görevler.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Âlem-i İslâmiyet: Müslümanlık dünyası.
Gülistan: Gül bahçesi.
Ehl-i bid'a: Dinin kabul etmediği uydurma anlayış ve yaşantı şekillerini dine sokup bozmaya çalışanlar.

Dest-i kudret: Kudret eli, Allah'ın (cc) sonsuz güç ve kuvveti.
Celal: Büyüklük, ululuk, haşmet.
Ehl-i himmet: Din için çalışma ve dini koruma gayretini kuvvetli taşıyanlar.
Kuvve-i anilmerkeziye: Merkezkaç kuvveti, merkezden dışa doğru itme gücü.
Münevver: Nurlu, nurlanmış, parlak. *Bilgili.
Müçtehid: Ayetlerden ve hadislerden dinin hükümlerini çıkarabilen çok büyük islam alimi.
Muhaddis: Hadis alimi, hadis ilmi uzmanı.
Aktab: Kutuplar, ermiş kişi olan velilerin başları.
Aktar: Her taraf.
Ehl-i İslâm: Müslümanlar.
 

Ahmet.1

Well-known member
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, umûr-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz:

İşte başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu manen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kat'î denilebilir.

İşte -nakl-i sahih-i kat'î ile- ashabına haber vermiş ki: "Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz; hem Feth-i Mekke, hem Feth-i Hayber, hem Feth-i Şam, hem Feth-i Irak, hem Feth-i İran, hem Feth-i Beyt-ül Makdis'e muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz!.." Haber vermiş, hem "Tahminim böyle" veya "Zannederim" dememiş. Belki görür gibi kat'î ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş. Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.




Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
umûr-u gaybiye: Gaybî işler, bilinmeyen ve görünmeyen işler.

Buharî: (Hi. 194-256) Sahih-i Buharî adındaki en önemli ve en sağlam hadis kitabının yazarı.
Müslim: Kütüb-ü sitte diye bilinen en güvenilir ve sağlam altı hadis kitabından birinin adı.
Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye: Altı hadis kitabı, Hz.Muhammedin (asm) söz, davranış ve hareketleriyle ilgili yazılmış altı kitab. İsimleri: Buhari, Müslim, İbn-i Mace, Ebu-Davud, Tirmizi, Nesai.
Mütevatir: Kesin, şüphesiz ve sağlam haber.
Ehl-i tahkik: Araştırıcı büyük din alimleri.
Kat'î: Kesin.

Nakl-i sahih-i kat'î : Kesin doğru bildirme ve aktarma.
Galebe: Yenme, üstün gelme.
Feth-i Mekke: Mekke'nin fethi.
Muvaffak: Başarılı, başarmış.
Beyninizde: Aranızda.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- çok defa ferman etmiş:
ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﺑِﺴِﻴﺮَﺓِ ﺍﻟَّﺬَﻳْﻦِ ﻣِﻦْ ﺑَﻌْﺪِﻯ ﺍَﺑِﻰ ﺑَﻜْﺮٍ ﻭَ ﻋُﻤَﺮَ "Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’in yolu üzere gidin." Tirmizî, Menâkıb: 16, 37; İbni Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 5:382, 385, 399, 402.) deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlahî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.

Hem ferman etmiş ki:
ﺯُﻭِﻳَﺖْ ﻟِﻰَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽُ ﻓَﺎُﺭِﻳﺖُ ﻣَﺸَﺎﺭِﻗَﻬَﺎ ﻭَﻣَﻐَﺎﺭِﺑَﻬَﺎ ﻭَﺳَﻴَﺒْﻠُﻎُ ﻣُﻠْﻚُ ﺍُﻣَّﺘِﻰ ﻣَﺎ ﺯُﻭِﻯَ ﻟِﻰ ﻣِﻨْﻬَﺎ deyip: "Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet, o kadar mülk zabtetmemiş." Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Gazâ-i Bedir'den evvel ferman etmiş:
ﻫَﺬَﺍ ﻣَﺼْﺮَﻉُ ﺍَﺑِﻰ ﺟَﻬْﻞٍ، ﻫَﺬَﺍ ﻣَﺼْﺮَﻉُ ﻋُﺘْﺒَﺔَ، ﻫَﺬَﺍ ﻣَﺼْﺮَﻉُ ﺍُﻣَﻴَّﺔَ، ﻫَﺬَﺍ ﻣَﺼْﺮَﻉُ ﻓُﻠﺎَﻥٍ ﻭَ ﻓُﻠﺎَﻥٍ "Burası Ebû Cehil’in katledileceği yer, burası Utbe’nin katledileceği yer, burası Ümeyye’nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir." Müslim, Cihad: 83, Cennet: 76; Ebû Dâvud, Cihad: 115; Nesâi, Cenâiz: 117; Müsned, 1:26, 3:219, 258.) deyip, müşrik Kureyş reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: "Ben kendi elimle Übeyy İbn-i Halef'i öldüreceğim." Haber verdiği gibi çıkmış.
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- bir ay uzak mesafede Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden sahabelerini görür gibi ferman etmiş:ﺍَﺧَﺬَ ﺍﻟﺮَّﺍﻳَﺔَ ﺯَﻳْﺪٌ ﻓَﺎُﺻِﻴﺐَ، ﺛُﻢَّ ﺍَﺧَﺬَﻫَﺎ ﺍِﺑْﻦُ ﺭَﻭَﺍﺣَﺔَ ﻓَﺎُﺻِﻴﺐَ، ﺛُﻢَّ ﺍَﺧَﺬَﻫَﺎ ﺟَﻌْﻔَﺮُ ﻓَﺎُﺻِﻴﺐَ، ﺛُﻢَّ ﺍَﺧَﺬَﻫَﺎ ﺳَﻴْﻒٌ ﻣِﻦْ ﺳُﻴُﻮﻑِ ﺍﻟﻠَّﻪِ "Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu.. Ve sonra onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı..." Buharî, Mağâzî: 44; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:298.) deyip, birer birer hâdisatı ashabına haber vermiş. İki-üç hafta sonra Ya'lâ İbn-i Münebbih meydan-ı harbden geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (A.S.M.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya'lâ kasem etti: "Dediğin gibi aynen öyle oldu."
 
Üst