AHİRZAMANA AKSEDEN RİSÂLET

Eyvàh!

Well-known member
Bin dört yüz yıl öncesiydi. Semâvat ve arz; karanlığın, cehâletin, zerdüştlüğün, yaygın olduğu; gaflet uykusuyla göz ve dimağların kapandığı; hodbinliğin, ruhî ve cismî esaretin, atalet ve sefilliğin yaşandığı bir asırdı. Yağmurlar bitkilere küsmüş gibiydi. Güneş olabildiğince kavuruyordu Mekke Sokaklarını. Sanki intikam alıyordu beşerden. Ve diyordu ki; beni müzeyyen bir şekilde süsleyip, semâya ziyalı bir ışık yaparak, istifadenize sunan Hâlıkımızı niçin tanımaz, görmezsiniz, şükretmezsiniz?” ama zîşuur olan (cahil) insanın ne gözünde o hitâbı anlayacak bakış, ne de kalbinde o mânâyı sezecek his kalmıştı. Adetâ yaşayan cenazeye dönmüştü insanoğlu. İşte böyle bir zamandı cahiliyet devri.

Derken, bir gece semâvat ve arz büyük bir sarsıntıyla uyandı. Nihayet beklenen an gelmişti. Her şey anlam kazanmaya başlamıştı. Dünya kendi mevcûdiyetinin asıl sebebi olan, bununla da “sen olmasaydın Yâ Muhammed, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım.”ilâhî hitabına mazhar olan, Kainatın Reis’i, Fahr’i, Nur’u Muhammed Mustafa teşrif etmişti.

Her şeyi gibi dünyaya gelişi de büyük bir mucize olmuştu. Ve tenindeki gül kokusunu sunmaya başlamıştı daha ilk anda. Evet, harikalar içerisinde gelmişti, öyle bir gelişti ki bu... o doğduğunda zuhur eden nur, kıyamete kadar kainatı ışıklandıracaktı. Bin yıldan beri yanan Mecûsilerin ateşini söndüren o “nur”; Said “Nur”sî’nin şahsında Verâset-i Nübüvvet sırrıyla bin üçyüz elli sene sonra inkâr-ı ulûhiyetin, dinsizliğin manevî ateşini söndürmüştü. Kisranın saraylarının burçlarının yıkılmasına sebep olan o “nur” ahirzamanda da insanın iç dünyasına kurulan enâniyet sarayının “nefs” burçlarını yıkmıştı. Güneş bile sıcaklığını onun nurundan alıyordu bu zamana kadar.

Çocukluğundaki harika halleriyle de insanları şaşkınlık içerisinde bırakıyor, kendisine teveccüh ettiriyordu. Ve bin dört yüz sene sonra da sosyologların psikologların akıllarını hayrette bırakıyor, kendine hayran ettiriyordu o “nur” çocuk.yıllar sonra aklı, mantığı, ahlâkıyla yirmi beş yaşında bir genç olmuştu artık o. “emîn lâkabıyla da kendisinden on beş yaş büyük olan Haticet-ül Kübra’yı etkileyip, evlenme teklifi ettirecek kadar âlî bir insandı Sevrer-i Nebî. Hem dikkat çekiciydi ki; o nur yüzlü, doğru sözlü genç nebî, kendini beğendirmek ve Haticet-ül Kübra’ya güzel görünmek için uğraşmamıştı. Ne demek isityordu bu hâliyle ahirzaman gençlerine.

Ve nihayet o an gelmişti. Nübüvvet mührünün farklılığını farketme ve Risalet tâcını giymek zamanıydı. Hira mağarasında Cebrail(as) isimli meleğin kendisini üç defa sıkıştırarak, “oku, Rabb’inin adıyla oku” demesiyle, kendisini, kainatı, Kur’an-Hakîm’i okuması istenmişti daha ilk vahiyle birlikte. O Şefkatli Nebî , o mübarek insan, ürkmüş ve kormuş bir halde zevcesinin yanına geldi. “Beni örtünüz , beni örtünüz”dedi. Onu bu derece titreten “oku” emri, bizi neden hiç sarsmıyordu? Yoksa önemsiz miydi “ben”i, kainatı, Kur’an-ı Kerîm’i okumak?

Zât-ı Zülcelâl, irşad etme vazifesiyle görevlendirdiği sevgilisine önce “oku” demişti, “Alîm” isminin tecellisiyle ona ilminin kapısını açmıştı. Zât-ı Zülcelâl kainat kitabına yazdığı Tekvîni Ayetleri Kur’an-ı Hakîm’inde tercüme etmiş, o Kelâm-ı Ezelîyi de Resûlünün şahsında bütün insanlığa göndermişti.

Artık semâvat ve arz Muhammed-ül Emin olan Resûl-ü Ekrem’i miraçtaki Risaletiyle beraber kendi üzerinde taşımaktan son derece mes’ud ve müsterih olup, her daim ona salât ve selâm getirmişlerdi. Çünkü O,Hâlıklarının en sevgilisiydi. Onun Risaletiyle suların akışı daha bir canlı, güneşin ziyası daha bir aydınlıktı. Kuşların, böceklerin mânidar ötüşlerinde, güllerin açılışında onun nurunun tecellisi vardı.

Karanlık nura, cehalet ilme, sefalet safahata, enenin nahnüye döndüğü o zaman asr-ı saadetti artık. Cehaletin kilit vurduğu kalpler, iman hakikatleriyle, “sohbet-i nebevî” ile bir bir açılarak ilim meyvelerini vermeye başlamıştı. İlk meyveydi hanımı ve sevgili dostu Hz. Ebûbekir. Ahir olan bu zamanda da sohbet-i Nebevîye mazhar olmak, Sünnet-i Seniyye’ye kemâl-i ittibâ ile olabilirdi. İşte o zaman, her duamızda mânen yanımızda olurdu Resûl-ü Ekrem (asm). Ziyası öyle bir ışıktı ki; Arabistan yarımadasından dünyaya, dünyadan kainata ulaşacal kadar etkiliydi. Çünkü O, kainatın “Hakikat Güneşi”ydi. Ve O zamanın ve tüm zamanların en Bedîsiydi.

Belki bin dört yüz sene geçmişti Nebiyy-i Zîşânın devrinin üzerinden, ama Hadisleri, Sünnetleri değişmemişti. O zaman “çölde açan bir gül” idi. Şimdi ise, “karla kaplanmış gönül yollarında açan bir kardelen.” Onun ismi gökte hâlâ “Ahmet”, yerde “Muhammed”di. Almalıydık o Nur’u tarihin tozlu raflarından. Yaşantımızı o nurun ziyasıyla ışıklandırmalıydık. İç dünyamızı Risâlet gülleriyle süslemeliydik. Çünkü; kalpler ancak onun sohbetiyle aydınlanırdı.
 
Üst