Said Nursi - II

Nevzatt

Well-known member
jQN_katran_agaci.jpg

Görüyor muyum? Hayır aslında görmek için dua ediyorum. Mânevî bir “arz-u hâl” dilekçesi sunuyorum Rabbü’l Alemîn’e, O da “ tamam görmene izin veriyorum” diyor.

Gözlerime inanıyorum ama hadisât-ı âlemde “gördüklerime” inanamıyorum. Gözlerim mi ağlıyor, hayır ruhumun üzüntüleri, ızdırapları, göz yaşı olarak tecessüm ediyor. Kim demiş elimden giden gençliğime ağladığımı, kim görmüş bir şeyler anlatmaya çalıştığım sevdiğim insanların, çaresizce ellerimden kayıp gidişlerine göz yaşı döktüğümü.

Erkekler ağlamazmış Üstadım. Kandırdılar beni senelerce, dünyanın fani yüzüyle avuttular. Sen de ağlamadın mı Üstadım? hasta hâlinle, ağlamadın mı buz tutmuş demir parmakların ardında insanların ebedî hayatlarını kaybettiklerini gördükçe.

“Görmediğimi yazmadım” demiştin. Sâhi sen neyi görmüştün? Maddiyatın, mânâya, hayata, ruha, ancak tâbi olduğunu, onlarla kâim olduğunu mu, maddenin ancak mahkum, mânânın, ruhun, şuurun da hâkim olduğunu mu görmüştün? Yoksa insanların mânâyı ararken maddenin içinde boğulduğunu mu görmüştün de ona mı ağlamıştın?

Herkesin aklının gözüne indiği, gözüyle gördüğü bir şeye inanmayı bırak, onu almaktan korktuğu, ve şüpheye düştüğü bir dönemde; Said Nursî, gözle görünmeyen, elle tutulamayanlara müşteri bulup satış yapıyordu.

Etrafımda birileri bana “bu yaşta bu kadar derinlere dalma, sonra kafayı üşütürsün” diyordu. Halbuki “iman ilmi”yle ruh ışıldıyor, kalp parıldıyordu. O, kainatta okunan en yüksek ilimdi. Onun dışında öğrenilen her bilgi, her bir ilim, ancak marifetulah’ın bir gölgesi kadar değer ifade edebilecek kadar küçük ve dar ilimlerdi.

Bana “ne kadar da dar görüşlüsün” diyenler hedefleri şu ufacık dünyanın dışına bile çıkamıyordu. Bense ebedî bir hayatın temellerini atmaya çırpınıyordum ezel ve ebedi hayal ederek. “Biraz da gençliğini yaşa, kendini hayatının baharında yıpratma” diye sitem ediyorlardı. sâhi hayatın baharı neydi, sonbaharı ne? Ya biraz sonraysa hayatımın sonbaharı. Hakiki bahar ancak ahiret alemiydi.

Herkesin fani dünyaya çağırdığı bir zamanda Said Nursî, beni ebedî ahiret alemlerine çağırıyordu.

Said Nursî, Üstadım; senin de kendini kimseye anlatamadığın zamanların oldu mu, peki “beni anlamıyorlar” dediğin “an”ların? Hâni rüyanda hemen yanındaki insana bağırırsın da sesini duyuramazsın ya, işte öyle bir şeydi yaşadıklarım. Annem, babam sevdiklerim, dostlarım beni anlamıyorlardı. Aynı evde farklı dünyalarda yaşıyor, aynı şehirde farklı dilleri konuşuyorduk. Halık’ımız, Mâlik’imiz bir ve aynı iken nedendi bu farklılıklar, anlaşmazlıklar?

Said Nursî; ezelî bir kelâmın anlayışını sunuyordu, bütün anlamların ve anlamsızlıkların rağmına.

Beni çok sevdiğini söyleyen en yakın akâribim “sen hayatı toz pembe görüyorsun” diyordu. Aslında oydu hayatı toz pembe gören. Çünkü hakiki hayat ahiret hayatıydı. Gayrısı yırtılıp gidecek takvim yaprağından ibaretti. Hayat denilen şey sadece esmâ-i ilâhiyenin gölgesinin gölgesinin gölgesi kadar bir değer taşıyordu zâtında. Onu söyleyen akâribim yaşı büyük olmasına rağmen ufacık bir çocuk gibiydi. Çünkü sahte mutluluklarla, geçici rahatlarla, “iş adamcılık” oyununu oynuyordu. Ne de olsa “dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaretti.”

Said Nursî; bana dünya hayatının ahiret alemine göre zindan hükmünde olduğunu anlatıyordu.ve ancak “O”na bakan yüzüyle dünya hayatının da güzel olacağını söylüyordu.

“Zannetme”lerdi bir çok üzüntülerin kaynağı, Said Nursî, “zan”lara üzülmekten, hakikate üzülecek yüreğim kalmadığı bir anda, benimle “bir çift yürek”olup “zan hastalığı”ma “vesvese teşhisini koyuyor ve “tevekkül ilacıyla”da iyileştiriyordu.

Ademe verdiğimiz vücut renklerinden, hakikate vereceğimiz rengimiz kalmamışken, Said Nursî; imanın şeffaf boyasıyla boyuyordu ruhumuzun elbisesini.

Karlı bir ikindi vaktinde gitmiştim Ankara’ya. Yolları, kalpleri, akılları kar kaplamıştı. Arabalar sağa sola kayarken hayatlar, düşünceler ifrata tefrite kayıyordu. Nasıl bir şeydi bu kar? Bazen rahmet oluyordu bazen zahmet.

Said Nursî; Nefesiyle buz dağlarını eritiyordu “Hû” diyor, küfrün buzdan kaleleri eriyiveriyordu. İstikâmetli bir yol açıyordu insanlığa.

Herkesin çalışmakta kanaat edip sonucu almakta hırs gösterdiği bir zamanda, Said Nursî; kendini hep yetersiz bulur, çalışma ve gayrette hırs gösterip sonuçta kanaat eden bir fikir adamıydı.

Halkının yüzde doksan dokuzunun nüfuz cüzdanında “müslüman” yazan bir ülkede; yolsuzluk, faiz, ahlaksızlık, yalan, şöhret, menfaatin zehir gibi ülkenin istikbal tarlalarını kirlettiği bir dönemde;

Said Nursî; “Müslüman olmak”la “Müslüman’ca yaşamak” arasındaki uçurumu gösteriyordu; Coca cola ve fast food’la yetişen dinci bir gençlik yerine, hayatını sahabe modeline göre şekillendirmeye çalışan, iman ve Kur’an hizmeti için yaşamını feda etmeye hazır nice gönül erleri yetiştiriyordu.

Said Nursî, ehl-i dalalet karşısında alçalmayan, küçülmeyen, boyun eğmeyen; diğer taraftan da zayıfa tahakküm etmeye tenezzül etmeyen, kardeşine karşı tavırlarında bir toprak gibi mütevâzi olan, altın terazisi misâli, olaylar karşısında doğru ve hassas öçlümler yapabilen kıymetli nesillerin yetişmesine vesile olmuştu.

Hâsılı; Said Nursî, geri de kalsam ileri de gitsem, aşağı eğilip veya yukarı da uzansam, beni yine ensemden tutup “en doğru yol”a sokuyordu ve “benim” sınırlı olan gücüme kudretime değil, “benimle olan” sınırsız güç ve kuvvete dayanmamı sağlıyordu...

Onun yazdıkları, cahil insanların kalbimde açtıkları haksız yere ve bilmeden eleştiri yaralarını şefkatli bir hekim gibi sarıyordu sıcacık ve gönülden...
 
Üst