“GARİP”LİĞİMLE BANA “KARÎB” OLAN

Nevzatt

Well-known member
[size=11pt]Fecir vaktiydi. Pencerenin rüzgârdan dolayı çıkardığı gürültüyle uyandım. Birkaç dakika sonra içi alemimi garip bir hüzün sardı. Bir haftalık okuma programı dün bitmişti. O yüzdendi galiba ayrılıktan gelen bu gariplik hâli. Ama geçici firaklar ebedî vuslâtlara gebeydi. O sırada kendimi mânen “firaklı ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlatan ağlamalarıyla başbaşa buldum. Bu “garip”lik içinde O’na “karîb” olmak istedim.

Pencereye yaklaşıp semâya baktım. Kamerin nurlu yüzünü tıpkı benim baş örtüm gibi griimsi bir bulut gizliyordu. Bulutun çekilmesini beklemek, hem de biraz hava almak için balkona çıktım. Burada beslediğimiz evcil bir güvercinimiz vardı. Onu, biraz dolaşması için serbest bıraktım. Güvercin, akşama kadar göklerde dolaşsa da, kalbi buraya bağlı olduğu için sonunda tekrar eve dönüyordu. Güvercin havalanınca, semadaki kamere çarptı nazarım. Bir süre o nûrânî simadan yüzümü çeviremedim. Nasıl da durduruluyordu feza boşluğunda. Evet. Kamer arza bağlı bir semalıydı. Feza boşluğunda gezer, ama dünyadan ayrılamazdı. İnsan da aynı kamer gibiydi. Cismi dünyadan ayrılamıyor ama, ruhuyla, kalbiyle, semavâtın en yükseklerini bile gezebiliyordu özgürce. Tam bu düşünceler içerisindeydim ki; okunmaya başlayan ezan ile irkildim. O anda aklıma getirildi ki mi’râç da sınırlı bir mekanda sınırsız alemlere semâvî bir yolculuğun ne ulvîsiydi.

Ezan biter bitmez abdest alıp namaza durdum. O Hâkim-i Ezelî’nin huzurunda önce kalbimi sonra ellerimi bağladım. Namazla birlikte onunla konuşmaya başlayıp, garipliğimi arz etmeye çalıştım. Tam insanın gökyüzüne en uzak ama, semavâta en yakın olduğu an olan secde ânındaydım, bir bâd-ı sabâ esti pencereden içeri doğru. Ol Resûlün kudsî sedâsını işittim kalbimin derinliklerinde. “namaz mü’minin mi’râcıdır.”

Namazı bitirip tesbihâtı yaptıktan sonra “garip”liğimle bana “Karîb” olanı tanımak için tekrar balkona çıkıp Otuzuncu Lem’ânın altıncı nüktesini açtım. Kendimce yaratılışımın gereğini yerine getirip, biraz “esma tâlimi” yapmak duası içerisindeydim. Gerçi İsm-i Kayyum gayet derin olduğundan her meselesini her cihette anlayamazdım. Fakat her meseleden bir derece hissemi alabilirdim. “’bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz’ kaidesiyle ‘bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum’ diye vazgeçmek kâr-ı aklı değildi. İnsan ne kadar koparsa o kadar kâr”dı.

Said Nursî ; “ İsm-i Azâmın iki ‘ziya’sından ikinci ziyâsı veyahut ism-i azâmın altı nurundan altıncı ‘nûr’u olan Kayyum isminin bir cilve-i âzâmı” diyordu. Bu esnâda ufuk çizgisinden gözüme bir ışık hûzmesi ulaştı. Belli ki güneş “ziya”sını yaymaya başlamıştı âleme. Böylece kamerin göz alıcı “nur”u kaybolmaya, kendini gizlemeye yüz tuttu. Anladım ki; kamerin “nur”u şemsin “ziya”sının yansımasıydı, cilvesiydi, gölgesiydi.

Said Nursî; İsm-i Kayyum’a hem “nur” hem “ziyâ” diyordu. Evet, İsm-i Kayyum melekût âleminde “ziya”, mülk âleminde ise “nûr”du. Çünkü mülk de melekûtun bir yansımasıydı.

Her zaman “nûr”u daha güçlü bilirdim. Ama fark ettim ki ziyâ daha kuvvetli bir ışıktı. Ziyâ masdar, nûr ise mazhardı. Said Nursî bir çok yerde “Kur’ân’ın ziyâsı” diyordu. Çünkü Kelâm-ı Ezelî hakikat güneşiydi. Bu yüzden mânâ âleminde yaptığı elli bin müşâhedâtından biri olan Risaleler de “nur”du. Yani Kur’ân’ın bir gölgesiydi. Zira ondan almıştı feyzini. İşte bu sebeptendir ki; Risale “ziya” değil, Risale “nur”du.

Kamer her zaman bizi şemse müştak eylerdi . nurdan ziyâya yönelirdi gönüller. Bunun gibi Risale-i nur da bizi Kur’ânı-ı Hakîm’e yönlendirmeliydi. Eğer Risale okurken Kur’ân’a muhabbetimiz ziyadeleşmiyorsa bunda bir terslik var demekti.

Nasıl ki; namaza durmak Sultan-ı Zîşan’la konuşmaktı, Kur’ân okumak da Rabb-i Rahîm’in bizimle konuşmasıydı. İşte, Said Nursî bizim için O’nun konuşma dili olan Kelâm-ı Ezelî’yi bir nebze deşifre ediyor, Risale ırmağından Kur’an okyanusuna açılımlar yapıyordu böylece. Bundan dolayı Kur’ân-ı Hakîm’i okumak elzemdi. Çünkü “garip”liğimle bana “Karîb” olanı ancak böyle tanıyabilirdim. Gâyrısı eksik olurdu.
[/size]
 

Garib

Well-known member
“garip”liğimle Bana “karîb” Olan

[FONT=Times New Roman,Times,Times NewRoman]Canan Karataş_____[/FONT]
“GARİP”LİĞİMLE BANA “KARÎB” OLAN
Fecir vaktiydi. Pencerenin rüzgârdan dolayı çıkardığı gürültüyle uyandım. Birkaç dakika sonra içi alemimi garip bir hüzün sardı. Bir haftalık okuma programı dün bitmişti. O yüzdendi galiba ayrılıktan gelen bu gariplik hâli. Ama geçici firaklar ebedî vuslâtlara gebeydi. O sırada kendimi mânen “firaklı ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlatan ağlamalarıyla başbaşa buldum. Bu “garip”lik içinde O’na “karîb” olmak istedim.
Pencereye yaklaşıp semâya baktım. Kamerin nurlu yüzünü tıpkı benim baş örtüm gibi griimsi bir bulut gizliyordu. Bulutun çekilmesini beklemek, hem de biraz hava almak için balkona çıktım. Burada beslediğimiz evcil bir güvercinimiz vardı. Onu, biraz dolaşması için serbest bıraktım. Güvercin, akşama kadar göklerde dolaşsa da, kalbi buraya bağlı olduğu için sonunda tekrar eve dönüyordu. Güvercin havalanınca, semadaki kamere çarptı nazarım. Bir süre o nûrânî simadan yüzümü çeviremedim. Nasıl da durduruluyordu feza boşluğunda. Evet. Kamer arza bağlı bir semalıydı. Feza boşluğunda gezer, ama dünyadan ayrılamazdı. İnsan da aynı kamer gibiydi. Cismi dünyadan ayrılamıyor ama, ruhuyla, kalbiyle, semavâtın en yükseklerini bile gezebiliyordu özgürce. Tam bu düşünceler içerisindeydim ki; okunmaya başlayan ezan ile irkildim. O anda aklıma getirildi ki mi’râç da sınırlı bir mekanda sınırsız alemlere semâvî bir yolculuğun ne ulvîsiydi.
Ezan biter bitmez abdest alıp namaza durdum. O Hâkim-i Ezelî’nin huzurunda önce kalbimi sonra ellerimi bağladım. Namazla birlikte onunla konuşmaya başlayıp, garipliğimi arz etmeye çalıştım. Tam insanın gökyüzüne en uzak ama, semavâta en yakın olduğu an olan secde ânındaydım, bir bâd-ı sabâ esti pencereden içeri doğru. Ol Resûlün kudsî sedâsını işittim kalbimin derinliklerinde. “namaz mü’minin mi’râcıdır.”
Namazı bitirip tesbihâtı yaptıktan sonra “garip”liğimle bana “Karîb” olanı tanımak için tekrar balkona çıkıp Otuzuncu Lem’ânın altıncı nüktesini açtım. Kendimce yaratılışımın gereğini yerine getirip, biraz “esma tâlimi” yapmak duası içerisindeydim. Gerçi İsm-i Kayyum gayet derin olduğundan her meselesini her cihette anlayamazdım. Fakat her meseleden bir derece hissemi alabilirdim. “’bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz’ kaidesiyle ‘bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum’ diye vazgeçmek kâr-ı aklı değildi. İnsan ne kadar koparsa o kadar kâr”dı.
Said Nursî ; “ İsm-i Azâmın iki ‘ziya’sından ikinci ziyâsı veyahut ism-i azâmın altı nurundan altıncı ‘nûr’u olan Kayyum isminin bir cilve-i âzâmı” diyordu. Bu esnâda ufuk çizgisinden gözüme bir ışık hûzmesi ulaştı. Belli ki güneş “ziya”sını yaymaya başlamıştı âleme. Böylece kamerin göz alıcı “nur”u kaybolmaya, kendini gizlemeye yüz tuttu. Anladım ki; kamerin “nur”u şemsin “ziya”sının yansımasıydı, cilvesiydi, gölgesiydi.
Said Nursî; İsm-i Kayyum’a hem “nur” hem “ziyâ” diyordu. Evet, İsm-i Kayyum melekût âleminde “ziya”, mülk âleminde ise “nûr”du. Çünkü mülk de melekûtun bir yansımasıydı.
Her zaman “nûr”u daha güçlü bilirdim. Ama fark ettim ki ziyâ daha kuvvetli bir ışıktı. Ziyâ masdar, nûr ise mazhardı. Said Nursî bir çok yerde “Kur’ân’ın ziyâsı” diyordu. Çünkü Kelâm-ı Ezelî hakikat güneşiydi. Bu yüzden mânâ âleminde yaptığı elli bin müşâhedâtından biri olan Risaleler de “nur”du. Yani Kur’ân’ın bir gölgesiydi. Zira ondan almıştı feyzini. İşte bu sebeptendir ki; Risale “ziya” değil, Risale “nur”du.
Kamer her zaman bizi şemse müştak eylerdi . nurdan ziyâya yönelirdi gönüller. Bunun gibi Risale-i nur da bizi Kur’ânı-ı Hakîm’e yönlendirmeliydi. Eğer Risale okurken Kur’ân’a muhabbetimiz ziyadeleşmiyorsa bunda bir terslik var demekti.
Nasıl ki; namaza durmak Sultan-ı Zîşan’la konuşmaktı, Kur’ân okumak da Rabb-i Rahîm’in bizimle konuşmasıydı. İşte, Said Nursî bizim için O’nun konuşma dili olan Kelâm-ı Ezelî’yi bir nebze deşifre ediyor, Risale ırmağından Kur’an okyanusuna açılımlar yapıyordu böylece. Bundan dolayı Kur’ân-ı Hakîm’i okumak elzemdi. Çünkü “garip”liğimle bana “Karîb” olanı ancak böyle tanıyabilirdim. Gâyrısı eksik olurdu.
 
Üst