DAVA İHANET KABUL ETMEZ!

Nevzatt

Well-known member
Göğün sarı ile turuncu arasında gidip geldiği bir gün batımında Hakîm isminin gereği muhtaçların duasına cevap veriyordu ism-i celâl. Bulutlar, sessiz sessiz semâyı kuşatan teçhizatlı, haşmetli ordular gibiydiler. Hakîm-i Zülcelâl, Ebû Talip (ra) ‘a Muhabbet-i Muhammedî’nin yüzü suyu hürmetine, cehennem içerisinde husûsî bir cennet yaratabileceği gibi kışın ortasında baharı, yazın ortasında kışı yaratabilirdi. İşte bunun gibi güneş, ışınlarını çektikten sonra arzın yüzünden beşerin sûnî aydınlatmaları yeniden hükmetmeye başladı caddelerde. Bu sırada toplanmış bulutlardan damarı andıran bir yıldırım arz ile semâ arasına nurânî bir hat çekti bir an için. Göğün yüzüne çekilen karanlık perdesi o an için flaş patlaması gibi aydınlanıverdi. Arkasına rahmet damlaları sökün etti ateşin çıktığı bulutlardan. Sokaklarda Rahîm isminin burcunda ism-i kuddüs tecellî etti ve sokaklardan yıkadı beşeriyetin maddî kirlerini. Ben ise bütün bu olup bitenleri pencereden izliyordum. Tabii yağmurun altında olmadığım için ıslanamıyordum doğal olarak.

Risâle-i Nur da işte böyle yıkayıp temizliyordu içtimâi caddemizi, aile sokağımızı, kalp bahçemizi. Ama pencereden baktığımızdan nasibini alamıyordu iç dünyamız. Risâle-i Nur’un şefkatli sayfalarından iç dünyamıza yağan hakikat yağmurlarından faydalanamıyorduk ne yazık ki. Bu belki de enemizin kapısını açamadığımızdan kaynaklanıyordu. O deryanın içine, enaniyetimizin şişip kocaman bir balon olduğundan dalamıyorduk derinliklerine doğru, böylece hep yüzünde gezinip duruyorduk.

İnanmayı yaşamaya dönüştürüyordu bu eserler. Bir hayat felsefesi, bir yaşam tarzıydı Risâle-i Nur. Bundan dolayı hayatımızın her ânına nüfûz ediyordu. ama biz Risâle-i Nur’u sanki başkası için yazılıp yaşanması gereken bir şey gibi okuyorduk. Kainata rahmet olarak yazdırılmış olan bu hakikatler küçük bir kainat olan insandan başkasına inmemişti.

Bir insan itikâdıyla ve aklıyla hareket edebildiğinden dolayı, hiçbir zaman kainatın bir kısmını kabul edip,başka bir kısmını inkar etmez, etmemesi gerekirdi. Çünkü bilirdi bunun akılca mümkün olmadığını. Bir ehl-i iman da Kur’ân’ın en kısa bir ayetini bile inkar edemeyeceğini bilirdi, çünkü etse dinden çıkacağının farkındaydı. O yüzden hepsini kabul etmeliydi, çünkü hepsi iç içeydi. Zaten yarı yarıya kabul ettirmeye çalışmak şeytanın en tesirli oyunlarından biriydi. Bir ehl-i tarik ise hiçbir zaman şeyhinin söylediklerine karşı “ben bu hükmü kabul etmiyorum, şu daha uygun” diye bir şey söyleyemeyeceği gibi, onlarla amel etmemesi de müridin şeyhine karşı samimiyetsizliğini gösterirdi.

İnsanlık artık beşerî ilişkilerin hat safaya ulaştığı bir noktada olduğundan dolayı bir insanın yalnız olması diye bir şey söz konusu olmamalıydı. Çünkü insan fıtraten topluluk halinde yaşamaya müsait şekilde yaratılıp, dizayn edilmişti. Tabii ki bütün bunlar insanın kendisini toplum içerisinde iyi bir yere gelmesi için çaba göstermesine ve kişiğilinin gereklerini en güzel şekilde yerine getirmesine neden olacaktı. İşte bütün bunları Resûl-ü Ekrem (asm)’ın Kur’ân’nın talimi ve Resûl-ü Ekrem(asm)’ın dersiyle gören Nur’un müellifi nur talebelerine de gerek içtimai, gerek sosyal, gerekse siyasi noktada bazı “değişmez ve eskimez”ölçüler ve umdeler vermişti ve bunlar ayrılmaz bir bütünün parçalarıydı.

Risâle-i Nur Kur’ân’ı Hakîm’in manevî bir tefsiri olup, onun hablu’l metîniyle arşı azama bağlı bir tefsir-i Kur’ân’dı. Bu yüzden eserlerdeki bir nükteye, işarete, lahikaya inanmamak, onun fikrine katılmamak, onu görmezden gelmek kesinlikle bir nur talebesinin özellikleri arasında olmamalıydı. Bazen olurdu ki ilmî enaniyetimizden dolayı, işimize gelmediğinden, düşünce yapımıza uymadığından, menfaatlerimizle örtüşmediğinden hayatın içerisinden olan içtimâi, siyasi ve sosyal meseleler hakkındaki hükümleri eleştirebiliyorduk. kendi “dar aklımızla”, teslimiyetten mahrum, akılcı davranarak, akıllı olduğunu zanneder tavırlarla, Müceddid-i din ve mehdî-i ahirzaman olan Hazreti Üstâdın telif ettiği Risâle-i nur’dan kelime oyunlarıyla başka başka yorumlar çıkarabiliyorduk.

İşin gerçeği, farklı yorumlarla, geçiştirmelerle, ne kadar cerbeze yaparsak, ne kadar mizacımızdan kaynaklanan hissî davranışlarımızı saklamaya çalışırsak çalışalım Risâle-i Nur ayrım kabul etmez, o bir külldür. . Sözün özü ; Risâleye görmek için bakmalıydık, anlamak için okumalıydık, yaşamak için anlamalıydık, başkasına yansıtmak için yaşamalıydık. Ve bunların hepsi de şirk-i hâfi olan riyadan uzak, yalnız lillah için olmalıydı. Madem Risâle-i nur bir şahs-ı manevîydi. onun azâlarını, kolunu bacağını koparmak bir cinayet olsa gerekti. Hem de ebedî bir hayatı tehlikeye atabilecek kadar dehşetli bir cinayet.... Şu kesinlikle unutulmaması gereken bir hakikattir “dava ihanet kabul etmez”.
 

Garib

Well-known member
agabey içimden geldi çoşturdun madem sana marş yazayım
risale-i nurun şakirdleriyiz
zamanı nurlarla hep tenvir ettik
davamız asildir ciğnetmeyiz biz
bu yolda nice hayatlar vakfettik
haykırdı tüm dünyaya yine hz.üsdat
şahit o güne tertemiz munevver
nurlu şakirdler
....
iman kurtarmaktır bizim gayemiz
ihlas ve uhuvvet düsturlarımız
Risale-i nur bizim rehberimiz
KURAN-ı kerimin hizmetindeyiz
haykırdı tüm dünyaya
yine hz üstad
şahid o güne tertemiz munevver
nurlu şakirdler
..............
nurun şakirdleri
tüm zorluklarda
nefsini hep yendi nice şartlarda
ısparta önünde barla dağında
Cenab-ı Allaha imtihan verdik
:)))))
 

Garib

Well-known member
Dava Ihanet Kabul Etmez!

[FONT=Times New Roman,Times,Times NewRoman]_______Canan Karataş_____[/FONT]
DAVA İHANET KABUL ETMEZ!
Göğün sarı ile turuncu arasında gidip geldiği bir gün batımında Hakîm isminin gereği muhtaçların duasına cevap veriyordu ism-i celâl. Bulutlar, sessiz sessiz semâyı kuşatan teçhizatlı, haşmetli ordular gibiydiler. Hakîm-i Zülcelâl, Ebû Talip (ra) ‘a Muhabbet-i Muhammedî’nin yüzü suyu hürmetine, cehennem içerisinde husûsî bir cennet yaratabileceği gibi kışın ortasında baharı, yazın ortasında kışı yaratabilirdi. İşte bunun gibi güneş, ışınlarını çektikten sonra arzın yüzünden beşerin sûnî aydınlatmaları yeniden hükmetmeye başladı caddelerde. Bu sırada toplanmış bulutlardan damarı andıran bir yıldırım arz ile semâ arasına nurânî bir hat çekti bir an için. Göğün yüzüne çekilen karanlık perdesi o an için flaş patlaması gibi aydınlanıverdi. Arkasına rahmet damlaları sökün etti ateşin çıktığı bulutlardan. Sokaklarda Rahîm isminin burcunda ism-i kuddüs tecellî etti ve sokaklardan yıkadı beşeriyetin maddî kirlerini. Ben ise bütün bu olup bitenleri pencereden izliyordum. Tabii yağmurun altında olmadığım için ıslanamıyordum doğal olarak.
Risâle-i Nur da işte böyle yıkayıp temizliyordu içtimâi caddemizi, aile sokağımızı, kalp bahçemizi. Ama pencereden baktığımızdan nasibini alamıyordu iç dünyamız. Risâle-i Nur’un şefkatli sayfalarından iç dünyamıza yağan hakikat yağmurlarından faydalanamıyorduk ne yazık ki. Bu belki de enemizin kapısını açamadığımızdan kaynaklanıyordu. O deryanın içine, enaniyetimizin şişip kocaman bir balon olduğundan dalamıyorduk derinliklerine doğru, böylece hep yüzünde gezinip duruyorduk.
İnanmayı yaşamaya dönüştürüyordu bu eserler. Bir hayat felsefesi, bir yaşam tarzıydı Risâle-i Nur. Bundan dolayı hayatımızın her ânına nüfûz ediyordu. ama biz Risâle-i Nur’u sanki başkası için yazılıp yaşanması gereken bir şey gibi okuyorduk. Kainata rahmet olarak yazdırılmış olan bu hakikatler küçük bir kainat olan insandan başkasına inmemişti.
Bir insan itikâdıyla ve aklıyla hareket edebildiğinden dolayı, hiçbir zaman kainatın bir kısmını kabul edip,başka bir kısmını inkar etmez, etmemesi gerekirdi. Çünkü bilirdi bunun akılca mümkün olmadığını. Bir ehl-i iman da Kur’ân’ın en kısa bir ayetini bile inkar edemeyeceğini bilirdi, çünkü etse dinden çıkacağının farkındaydı. O yüzden hepsini kabul etmeliydi, çünkü hepsi iç içeydi. Zaten yarı yarıya kabul ettirmeye çalışmak şeytanın en tesirli oyunlarından biriydi. Bir ehl-i tarik ise hiçbir zaman şeyhinin söylediklerine karşı “ben bu hükmü kabul etmiyorum, şu daha uygun” diye bir şey söyleyemeyeceği gibi, onlarla amel etmemesi de müridin şeyhine karşı samimiyetsizliğini gösterirdi.
İnsanlık artık beşerî ilişkilerin hat safaya ulaştığı bir noktada olduğundan dolayı bir insanın yalnız olması diye bir şey söz konusu olmamalıydı. Çünkü insan fıtraten topluluk halinde yaşamaya müsait şekilde yaratılıp, dizayn edilmişti. Tabii ki bütün bunlar insanın kendisini toplum içerisinde iyi bir yere gelmesi için çaba göstermesine ve kişiğilinin gereklerini en güzel şekilde yerine getirmesine neden olacaktı. İşte bütün bunları Resûl-ü Ekrem (asm)’ın Kur’ân’nın talimi ve Resûl-ü Ekrem(asm)’ın dersiyle gören Nur’un müellifi nur talebelerine de gerek içtimai, gerek sosyal, gerekse siyasi noktada bazı “değişmez ve eskimez”ölçüler ve umdeler vermişti ve bunlar ayrılmaz bir bütünün parçalarıydı.
Risâle-i Nur Kur’ân’ı Hakîm’in manevî bir tefsiri olup, onun hablu’l metîniyle arşı azama bağlı bir tefsir-i Kur’ân’dı. Bu yüzden eserlerdeki bir nükteye, işarete, lahikaya inanmamak, onun fikrine katılmamak, onu görmezden gelmek kesinlikle bir nur talebesinin özellikleri arasında olmamalıydı. Bazen olurdu ki ilmî enaniyetimizden dolayı, işimize gelmediğinden, düşünce yapımıza uymadığından, menfaatlerimizle örtüşmediğinden hayatın içerisinden olan içtimâi, siyasi ve sosyal meseleler hakkındaki hükümleri eleştirebiliyorduk. kendi “dar aklımızla”, teslimiyetten mahrum, akılcı davranarak, akıllı olduğunu zanneder tavırlarla, Müceddid-i din ve mehdî-i ahirzaman olan Hazreti Üstâdın telif ettiği Risâle-i nur’dan kelime oyunlarıyla başka başka yorumlar çıkarabiliyorduk.
İşin gerçeği, farklı yorumlarla, geçiştirmelerle, ne kadar cerbeze yaparsak, ne kadar mizacımızdan kaynaklanan hissî davranışlarımızı saklamaya çalışırsak çalışalım Risâle-i Nur ayrım kabul etmez, o bir külldür. . Sözün özü ; Risâleye görmek için bakmalıydık, anlamak için okumalıydık, yaşamak için anlamalıydık, başkasına yansıtmak için yaşamalıydık. Ve bunların hepsi de şirk-i hâfi olan riyadan uzak, yalnız lillah için olmalıydı. Madem Risâle-i nur bir şahs-ı manevîydi. onun azâlarını, kolunu bacağını koparmak bir cinayet olsa gerekti. Hem de ebedî bir hayatı tehlikeye atabilecek kadar dehşetli bir cinayet.... Şu kesinlikle unutulmaması gereken bir hakikattir “dava ihanet kabul etmez”.
 
Üst