Risale-i Nur ve ilim

Nevzatt

Well-known member
Bediüzzaman, hemen her sahada söz sahibi. 1907 yılında, İstanbul’a geldiğinde, Şekerci Han’ın kapısına şu levhayı asar:“Burada her suâle cevap var, fakat sual sorulmaz.”Yaşı 30’dur. Bu dünya çapında bir olaydır. Her suale cevap var! Sınır koymamış, branş belirtmemiş! Şekerci Hana gidemezsek de, Şekerci Hanı, bize ulaştıran eserleri ortadadır. Orada her sualin cevabı vardır!

Bunun yanında, ilimlerin kaynağını tesbit ediyor: Bediüzzaman, insanın dünyaya gönderilmesinin hikmetlerinden birisinin, “İnsan bu âleme duâ ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 330) der ve ilâve eder:“İnsanın vazife-i fıtrîyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir.” (İman-Küfür Müvâzeneleri, Yeni Asya Neşriyat, s.96)

Bu hususu şu cümlelerle açar: “Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır.” (İşâratü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, s. 240-241) İlmi, Esmâ-i Hüsnâ açısından ele alarak, “Din ilimleri ile fen ilimleri” olarak tasnif edilen “ilimdeki ikiliği, bölünmüşlüğü” kaldırarak, “Allah hesabına müşahede edilen herşeyin ilim” (Mesnevi-î Nûriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 167) der. Fen ilimleri, gavur ilmi” diye tavsif edildiği devrede, Bediüzzaman şöyle bir çığır açar: İlim, Allah’ın “Alim” sıfatına dayanır birinci plânda. Allah’ın ilmi, olmuş, olacak herşeyi kuşattığını, bu sıfatın insanlarda tecelli etmesiyle de ortaya çıktığını savunur.

İslâmiyet-imân-ilim münâsebetini de şöyle bağlar: “İman saadetin anahtarı, mârifet (ilim) ise terakkiyatın miftahıdır.” (Asay-ı Mûsâ, Yeni Asya Neşriyat, s. 102.) “İlim odur ki, kalbe yerleşsin. Yalnız akılda kalsa, insana mal olmuyor.” (Hakikat Çekirdekleri, s. 2) “İslâmiyetin menşeî ilim, esası akıldır. Binâenaleyh, İslâmiyetin hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek şanındandır.” (İşâratü’l-İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, s. 107) Ve ilim-Esmâ-i Hüsna-fen-kâinat münâsebetini şöyle kuruyor: “Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-i âlisi var ki; o hakikat bir ism-i İlâhiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemal, o kemalât, o sanat; kemalini bulur. Hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir. “Meselâ hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-ı müntehası, Cenâb-ı Hakkın ismi Adl ve Mukaddir, hendese ayinesinde o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir. “Tıp bir fendir, hem bir sanattır. Nihayeti ve hakikati; Hakim-i Mutlak’ın Şâfi ismine dayanıp eczahane-i kübrâsı olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 273)

Bu derin ilmî tahlillere tesbitlere binaendir ki, Türkiye’nin sayılı ilim adamlarından olan ve Bediüzzaman’ı çok yakından tanıyan asırdaşı A. Fuat Başgil şöyle demiş: “İlmine hayranım. Bizim ilmimizle asla mukayese edilemez. Aktıkça kabarıyor, kabardıkça akıyor.”

Risale-i Nur bütün ilimlere cami. Tefsir: Eski usül değil. Yeni yepyeni bir usul. İbare ve metnini tefsir ederlerdi. Risale-i Nurlar öyle bir tefsir ki, mânâsını tefsir ediyor.Bir kısım safdiller: Nedir Risale-i Nur, inekten, sinekten, çiçekten-böcekten, yıldızdan güneşten bahsediyor. İtiraz etmişler.Kur’ân da, inekten-sinekten, böcekten, arıdan, deveden, yıldızdan, güneşin dönüşünden bahsetmektedir. Sûre isimleri, Bakara, Nahl, Neml, Şems, Necm...750’yi aşkın âyet-i kerîme tefekkürden, ilimden, bahsetmektedir...

Meselâ, Bakara Sûresinin 3. âyetinin tefsirine bakınız: Ve mimma razaknahum yünfiguuuun” Tam on hece. Bir sayfalık bir yorum çıkarıyor. Ama, öyle beliğane ki, ondan bir cild kadar mânâ çıkarılabilir. Meselâ, şu cümlenin hayatı, sadakanın şerait-i kabulünün beşine işâret eder: Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecesinde sadaka vermektir. Ki, Ve mimma (şeylerde) lâfzındaki “min-i teb’iz” ile o şartı ifâde ediyor. “İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı, ‘razaknahüm’daki ‘nâ’ lâfzı ifâde ediyor. Size rızık olandan veriniz demektir.“Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta, ‘razakna’daki, ‘nâ’lâfzı işâret eder. Yâni, ‘Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan, Benim abdime, vermekte minnetiniz yoktur. “Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa, sefahete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta ‘yünfiguuun (infak ederler) lâfzı işâret ediyor.“Beşinci şart: Allah nâmına vermektir ki, ‘razaknahüm’ ifâde ediyor. Yâni, mal Benimdir, Benim nâmımla vermelisiniz. “Şu şartlarla beraber tevsi’ de var: Yâni sadaka nasıl mal ile olur, ilim ile dahi olur; kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksama, ‘mimma’ lâfzındaki ‘mâ’ umûmiyetle işâret ediyor. Çünkü mutlaktır. Umumu ifâde eder.” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s.334-335.)H. Basri Çantay şöyle der:“Biz Üstad sayesinde müfessir olduk. Ne yazabiliyorduk, ne de anlatabiliyorduk.”
 
Üst