Zühre

Huseyni

Müdavim

ZühreHAŞİYE-1

besmele.jpg


Mukaddime


BU LEM’ANIN telifinden on iki sene evvel,
blank.gif
1
inâyet-i Rabbâniye ile, marifet-i İlâhiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-i kalbiye ve bir inkişâfât-ı ruhiyede tezahür eden bazı lemeât-ı tevhidiyeyi, Arabî olarak, notalar suretinde Zühre, Şule, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi risalelerde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnız bir şuâını irâe etmek tarzında yazıldığından, yalnız kendi kendime birer hatıra ve birer ihtar şeklinde olduğundan, başkalarının istifadesi mahdut kalmıştı. Hususan, en mümtaz ve en has kardeşlerimin kısm-ı âzamı Arabî okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhâhıyla, o notaların, o lem’aların kısmen izahlı ve kısmen kısa bir meâlini Türkçe olarak yazmaya mecbur oldum. Şu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü için, tağyir edilmeden, mealleri yazıldı. Onun için, bazı cümleler, sair Sözlerde zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor. Ve bir kısmı, gayet mücmel olmakla beraber, izah edilmiyor, tâ letâfet-i asliyesini kaybetmesin.
Said Nursî




[NOT]Haşiye-1 Bu Zühre Risalesi Mesnevî-yi Arabînin çok mühim bir risalesidir. Her ne kadar tercüme etmeye çalışmış isem de, müellifin vaktiyle Nur şakirtlerinin ricakârâne ısrarları üzerine yaptığı tercümeyi aynen derc etmeyi daha münasip gördüm. Risale-i Nur’un On Yedinci Lem’ası namını alan bu risale ile Arabî Zühre arasında, bir icmal-tafsil ve takdim-te’hir farkı vardır. Mütercim ABDÜLMECİD


Dipnot-1
“On iki sene evvel” denilen tarih, Hicrî 1340, Milâdî 1921 seneleridir.

[/NOT]




Arabî: ArapçaHabbe: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir risale
Katre: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir risaleMesnevî-i Arabî: Arapça Mesnevî
Sözler: Risale-i Nur Külliyatında yer alan bölümlerYeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Zerre: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir risalederc etme: kitaba koyma
gayet: çokhakikat: gerçek
hakikat ilmi: eşyanın gerçek ve doğru yüzünü gösteren ilim; Kur’ân ilmihareket-i fikriye: fikrî hareket, düşünce alanındaki hareketlilik
hususan: özellikleibaret: meydana gelen, oluşan
icmal-tafsil: özet-detayihtar: hatırlatma
ilhâh: bir şeyin kabulü için ısrarla üzerine düşmeinkişâfât-ı ruhiye: ruh ile manevî alanlarda yapılan açılımlar
inâyet-i Rabbâniye: Allah’ın inayeti, yardımıirâe etmek: göstermek
kısm-ı âzam: büyük kısımlemeât-ı tevhidiye: Allah’ın birliğini gösteren parıltılar
lem’a: parıltıletâfet-i asliye: bir şeyin aslında ve temelinde bulunan tatlılık, hoşluk
mahdut: sınırlımarifet-i İlâhiye: Allah’ı bilme ve tanıma
meâl: açıklama, anlammukaddime: başlangıç, giriş
mücmel: kısa, özmüellif: yazar
mümtaz: seçkin, üstünmünasip: uygun
mütercim: tercüman, çevirmenricakârâne: rica ederek
risale: küçük çaplı kitap; Risale-i Nur’un bölümlerisair: diğer
seyahat-i kalbiye: kalple yapılan manevî yolculuksuret: biçim, şekil
takdim-te’hir: öne alma-geri bırakmatağyir etmek: değiştirmek
telif: yazılı eser kaleme alma, yazmatezahür eden: ortaya çıkan, görünen
zikredilmek: anılmak, belirtilmekzühre: çiçek
Şemme: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir risaleŞule: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir risale
şakirt: talebe, öğrencişuhud: görme, şahid olma
şuâ: ışın, güçlü ışık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 197


BİRİNCİ NOTA

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen,
blank.gif
1 hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeyler ile kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir.

Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme.

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.


İKİNCİ
NOTA

Hakikattar bir rüyada gördüm ki, insanlara diyordum:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki, Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”




[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5; Tirmizî, Zühd 46; Nesâî, Cenaiz 52; Müsned 3:110.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahEbedî Zât: varlığının sonu olmayan Allah
Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz san’atıyla yaratan Allahasır: yüzyıl
bahusus: hususan, özellikleberzah: öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem
berzahî: kabir âlemine aitdesâtir: prensipler, kurallar
dünyevî: dünya ile ilgiliebed: sonsuzluk
ebedî: sonsuzehemmiyet: değer, önem
etvâr: haller, tavırlarfenâ: gelip geçici oluş
firak: ayrılıkfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
gafil: duyarsız, sorumsuzhakikattar: tamamen gerçek olan
harab: yok olma, yıkılmahitaben: hitap ederek
husul: meydana gelmehususan: özellikle
inkılâbât: değişimler, dönüşümlerinkıraz: dağılıp yok olma, yıkılma
kâr-ı akıl: akıl kârı, işilâtife: ince duygu
mahiyet: öz nitelik, özellikmahlûkat: varlıklar
mahlûkiyet: yaratılmış olmamufarakat eden: ayrılan
muktedir olmayan: gücü yetmeyenmutî: emre uyan, itaat eden
mâbûdiyet: ibadet edilmeye lâyık olmamâsivâ: Allah’ın dışındaki varlıklar
müsâdemât: vuruşmalar, çarpışmalarmüsâvi: eşit, denk
nefs: insanın kendisinisbet: oran, kıyas
nota: bildiri
rağmına: zıddına, aksine
refakat: arkadaşlıktaabbüd etmek: kulluk etmek
tekebbür etmek: kibirlenmek, büyüklenmektenezzül etmek: alçalmak, kendi değerini düşürmek
teveccüh etmek: yönelmekteşyî: uğurlama; vefat eden kişinin kabre götürülüp defnedilmesi
uhrevî: ahirete aitzevâl: geçicilik, yokluk
âlem: dünya

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 198


ÜÇÜNCÜ NOTA

Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his nev’inden, gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun.
blank.gif
1

Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fenâ darbesine mâruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan âyinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o âyinede görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür âyinenin başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekàsı sana faide vermez. Çünkü, senin elindeki âyinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir.

Senin hayatın ve ömrün âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir, sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.


DÖRDÜNCÜ NOTA

Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem, fünunun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde



[NOT]Dipnot-1 bk. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:64; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:368.
[/NOT]



Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz şekilde yaratan Allahasrî: yüzyıllık
bekà: devamlılık, kalıcılıkbinaen: dayanarak
daimî: devamlı, sürekliednâ: en aşağı
ehemmiyetli: değerli, önemliekser: çoğunluk
ekseriyetle: çoğunluklaeşya: şeyler, varlıklar
fenâ: fânilik, gelip geçicilikfâni: geçici olan, ölümlü
fünun: ilimlergafil: duyarsız, umursamaz
galat-ı his: his yanılmasıhakikî: asıl, gerçek
hane: evharap olmak: yıkılıp yok olmak
haşir: yeniden diriltmekhercümerc: karma karışık, darmadağın
hilkat şeceresi: yaratılış ağacıhususî: özel
ittifak: anlaşma, birlikkaide: kural, prensip
kaide-i âdetullah: Allah’ın adeti olan kanun, kuralkıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması
kıymettar: kıymetli, değerlilâyemut: ölümsüz
mahlûkat: varlıklarmağlâta: aldatmaca
mikyas: ölçekmisalî: görüntüden ibaret
misil: benzermizan: ölçü, denge
muhtemel: ihtimal dahilindemuttarid: düzenli, kesintisiz
muvakkat: geçicimâruz olma: uğrama, yüzyüze gelme
müstemir: devamlı, kararlınazar: bakış
nefs: kişinin kendisinev’i: tür, cins
nota: bildirisenevî: yıllık
tagayyür: başkalaşım, değişmetebeddül: değişim
telâkki etmek: kabul etmek, algılamakulûm: ilimler
umum: genelvaziyet: durum, hal
yevmî: günlükzevâl: gelip geçici olma
âdet: kanun, genel uygulamaşehadet: şahitlik

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 199


en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvânâtın bir nev’i hükmündedir. Elbette, kat’î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde, beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.


BEŞİNCİ NOTA

Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi: İsevînin din-i hakikîden ve İslâmiyetten aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin!




Avrupa: (bk. bilgiler)Avrupa fünunu ve medeniyeti: Avrupa fenleri ve medeniyeti
Eski Said/Yeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)adalet: her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi
beşer: insanbilmecburiye: zorunlu olarak
cihet: yön, tarafcisim: beden
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdin-i hakikî: gerçek din
ehemmiyetli: değerli, önemliemrâz-ı kalbiye: kalp hastalıkları, mânevî hastalıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefefeyiz: mânevî gıda, bereket
fünun: ilimlerfünun-u nâfia: faydalı ilimler
hads: güçlü sezgi, sezişhakkaniyet: doğruluk, haklı olmak
harekât-ı fikriye: fikir hareketleri, düşünce alanındaki hareketlerhayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı
hayvânât: hayvanlarhaşir ve neşr-i ekber: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma ve tekrar dağılıp yayılma
hissiyât-ı nefsaniye: nefse ait duygularhitap: konuşma
inkılâp etmek: dönüşmekkat’î: kesin
kıymettar: kıymetli, değerlimedar: sebep, kaynak
mehâsin: güzelliklermehâsin-i medeniyet: modern medeniyetin insanlığa sunduğu güzellikleri
mevcudat: varlıklarmuhavere: karşılıklı konuşma
muzahraf: sahte, kofmuzır: zararlı
mâlâyâni: anlamsız, faydasızmüşkilât: zorluklar
nev’i: çeşitnota: bildiri
nâfi: faydalısaadet: mutluluk
sair: diğersakîm: hastalıklı, bozuk
sefih: yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olansefâhet: yasak zevk ve eğlencelere düşkünlük; beyinsizce davranış
sevk eden: yönlendirenseyahat-i kalbiye: kalple yapılan mânevî yolculuk
seyahat-i ruhiye: ruhla yapılan mânevî yolculukseyyiât: günahlar, kötülükler
ziyade: çok, fazlazulmet: karanlık
İsevîlik: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık)şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp, bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik
şehadet eden: şahitlik eden

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 200


Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden meyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey nev-i beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin.

Ey sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal




Avrupa: (bk. bilgiler)
bedbaht: kötü bahtlı, tahlihsiz
beşer: insanlıkbîçare: çaresiz, zavallı
cihet: şekil, yöncüz’î: ferdî, az, küçük
dalâlet: inançsızlık, hak yoldan sapkınlıkehemmiyetsiz: önemsiz, değersiz
elem: acı, kederemel: umut, istek
eşya: şeyler, varlıklargasp etmek: zorla almak
gayr: başkasıgiriftar olmak: tutulmak
hadsiz: sınırsızharap etme: yıkma, yok etme
helâket: mahvolma, yok oluşiltizam etme: gerekli görme
inkisar-ı hayal: hayal kırıklığıinkıtaa uğrama: kesintiye uğrama
küfran: nankörlükküfür: inkâr ve inançsızlık
mazlum: zulme uğramışmes’ut: mutlu
meyus: ümitsizminval: yol; tarz, biçim
mukteza: bir şeyin gereğimusibet: belâ, dert
musibetzede: belâya, sıkıntıya düşmüş olan kimsemüteellim: elemli, acı duyan
müteessir etmek: etkilemek, üzmeknefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden güç
neşreden: yayanneş’et eden: doğan, meydana gelen
nihayetsiz: sonsuzsaadet: mutluluk
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceselâmet: esenlik, güvenlik
semâ: göksevk etmek: yöneltmek
suret: biçim, şekiltahammül: dayanma, katlanma
tazip etme: azaplandırma, eziyet vermetecerrüd etme: sıyrılma, arınma
teellüm: elem duyma, üzülme, tasalanmatemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
umum: genel, bütünumumî: genele ait
vehmî: olmadığı halde varmış gibi görünenziynet: süs
zâhirî: açıkzâil: geçici, yok olucu
âciz: güçsüzâyâ: acaba
İsevî dini: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık)şeâmet: kötülük, uğursuzluk

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 201


gibi birtek gözü taşıyan
blank.gif
1 kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!

İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misâle benzer.

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki: o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir sultan‑ı âdilin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.


Bazan terhis memurları acemî bir nefere rast geliyorlar… Nefer onları tanımıyor. “Silâhını teslim et” diyorlar. Nefer diyor: “Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz. Emrini gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!”

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvâli sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında,—sevinç ve şenlikle—bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye var ve vefiyat




[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Enbiyâ 48, Libâs 68, Ta’bîr 11,13, Fiten 26; Müslim, Îmân 273-276.[/NOT]



Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya kalkan yalancı ve aldatıcı kimse (bk bilgiler)Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
ahval: haller, durumlarbedbaht: kötü bahtlı, talihsiz
beşer: insanlıkcazibedar: cazibeli, çekici
cihet: yön, tarafdehâ: felsefeyle eğitilmiş olağanüstü zekâ ve akıl
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısıfantaziye: aşırı süs ve lüks
hakikat: gerçek, bir şeyin gerçek yönühaysiyet: itibar, şeref
hayvânât: hayvanlarhevesât: hevesler, arzu ve istekler
hidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyethimaye: koruma
hâlet: durum, halillet: hastalık
iptal-i his: hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirmeizzet: değer, itibar, yücelik
kıyas etmek: karşılaştırmaklevazımat: ihtiyaç duyulan araç ve gereçler
mahzun olmak: hüzünlenmekmedar-ı sürur ve saadet: sevinç ve neşe kaynağı
mekân: yermenzil: konaklama yeri
muhafaza: koruma, saklamamuvakkaten: geçici olarak
mâlik: sahipmîrî: devlete ait
müferrah olmak: ferahlamak, rahatlamakmüstakim: dosdoğru olan
nam: adnefer: asker, er
nefs: kişinin kendisinümune: örnek
pâyitaht: başkentruh-u beşer: insan ruhu
sair: diğersefer: yolculuk
sevkiyat-ı askeriye: askerlerin belli hedeflere doğru yönlendirilmesisultan-ı âdil: adaletle hükmeden sultan
tahşidat: yığınak yapma işlemleriterhis etmek: göreve son vermek, serbest bırakmak
tevellüdat: doğumlartezkere: belge
vefiyat: vefatlar, ölümlervikaye: koruma
zâhiren: dış görünüş itibariyleâlâ-yı illiyyîn: en yüksek mertebe
çendan: gerçiünsiyet: cana yakın olma, alışma
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 202


namında—sürur ve mızıka—ile terhisat-ı askeriye görünüyor. İşte, Kur’ân-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. “Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.”

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekàsını temin etmektir” diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, “Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevk ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat’î bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten





Avrupa: (bk. bilgiler)Hâlık-ı Kerîm: ikramı bol ve her şeyi yaratan Allah
Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan AllahKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahahmakane: ahmakça
bekà: devamlılık, kalıcılıkbeşer: insanlık
cidal: mücadelecihan: dünya, âlem
cilve: görüntü, yansımacüz’: kısım, parça
daire-i iktidar: gücü kullanabilme dairesidest-i ihtiyar: irade ve dileme eli
düstur: kuraldüstur-u teavün: yardımlaşma kanunu
ef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiillererkân-ı kâinat: kâinatı oluşturan temel unsurlar
esas: temelesbab: sebepler
eşref: en şerefligaye-i himmet: gayret ve çabanın dayandığı gaye
hakikî: gerçekhakk-ı hayat: yaşama hakkı
havf etmek: korkmakhayvânât: hayvanlar
hedef-i maksad: varılmak istenen maksatihtiyar: dileme, istek, irade
imtisal edilen: uyulan, boyun eğilenirade: dileme, tercih etme ve seçme gücü
kanun: yasakemâl-i itaat: tam ve eksiksiz itaat
kemâl-i şevk: tam ve kusursuz bir istekkerem: cömertlik, ikram
kerîmâne: çok cömert bir şekildemahzun: hüzünlü
melek: nurdan yaratılmış varlıkmeşkûk: şüpheli
mâlik: sahipnebâtat: bitkiler
nefs: kendisirahîmâne: çok şefkatli bir şekilde
semek: balıksürur: mutluluk, sevinç
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetmeteavün: yardımlaşma
temellük: sahiplenmeterhisat-ı askeriye: askerlikten terhis etmeler
tezahür eden: ortaya çıkan, görünenzerrât-ı taâmiye: yiyecekleri oluşturan atomlar
zâhir: açık, gözle görünürzât: kendisi
zîhayat: canlı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 203


eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvânat ve cemâdat kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor.
blank.gif
1 وَمَا دُعَاۤءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ sırrına mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.




[NOT]Dipnot-1
“Kâfirlerin duası ancak boşa gider.” Ra’d Sûresi, 13:14.[/NOT]



Hâlık: her şeyi yaratan AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
a’dâ: düşmanlarbeşer: insanlık
biçare: çaresizbâtıl: hak olmayan
cemâdat: cansız varlıklarcâmid: cansız
dehâ: felsefeyle eğitilmiş olağanüstü zekâ ve akıleblehâne: ahmakçasına
elem: acı, kederesbab: sebepler
firavun: (bk. bilgiler)firavun-u zelil: alçak bir firavun
giriftar olmak: tutulmakhadsiz: sınırsız, sayısız
hasis: âdi, değersizhayvânât: hayvanlar
hâcât: ihtiyaçlarhâlık: yaratıcı
ihtiyar: dileme, istek, iradeiktidar: güç, kuvvet
isnad etmek: dayandırmakkalb etmek: dönüştürmek
kâfi: yeterlilem’a: parıltı
matemhane-i umumiye: genel yas evimatlup: istenen şey
mazhar olmak: erişmekmenhus: uğursuz
mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılanmiskin: zavallı
mukavemet etmek: dayanmak, karşı koymakmusibet: belâ, büyük sıkıntı
musibetzede: musibete uğrayanmuvakkat: geçici
mâbud: ibadet edilenmâlik: sahip
mâruz: hedef olma, yüz yüze gelmemüstehziyâne: alay edercesine
nazar: bakış, düşüncenev-i beşer: insanlar
nihayetsiz: sınırsızsadâ: ses
sair: diğersürur: mutluluk, sevinç
sır: gizli gerçektahsil: elde etme, kazanma
taksim etmek: bölüştürmek, paylaştırmaktelâkki eden: kabul eden
tenvir etmek: aydınlatmaktâğut: ibadet edilen bâtıl şey, put
varta: tehlike, uçurumvâveylâ: çığlık, feryad
zalim: haksızlık edenzerre: atom, çok küçük parça
ziyade: çok, fazlazulmetli: karanlık
zulüm: haksızlıkzâil: geçip gidici, yok olucu
zîhayat: canlıâsâr: eserler
şakirt: talebe, öğrencişule: alev
şuur: bilinç, anlayışşuursuz: bilinçsiz
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 204


Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, herşeyi nefsine feda ediyor.


Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnîdir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksat yaptırmadığı halde,
blank.gif
1 bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı?


İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsin. Şöyle ki:




[NOT]Dipnot-1
bk. Tevbe Sûresi, 9:72.
[/NOT]



Cennet-i ebediye: sonsuz Cennet hayatıFâtır-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük sahibi olan ve her şeyi yoktan yaratan Allah
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ânMâlik-i Kerîm: sonsuz cömertlik sahibi ve her şeyin gerçek sahibi olan Allah
Seyyid: her şeyi emrinde tutan ve herşeyin efendisi olan Allahabd: kul
abd-i aziz: izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kulcebbar: zorba, zalim
cebbâr-ı hodfuruş: kendini beğenen, satmaya çalışan zorbadessas: hilebaz, aldatıcı
fakir-i müstağnî: fakir olmakla birlikte Allah’tan başkasına muhtaç olmayan kişifelsefe-i sakîme: insanları yanlış yöne götüren, hastalıklı felsefe
fâni: geçici olan, ölümlügaye-i himmet: gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye
gaye-i maksat: asıl hedef, ulaşılmak istenen maksatgaye-i ubudiyet: kulluğun gayesi
hakikî: gerçekhalim selim: yumuşak huylu ve sağlam karakterli kişi
halîm-i âlihimmet: yumuşak huylu olmasının yanı sıra kutsal değerler uğruna gayret gösterenhamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti
hasis: âdi, değersizhevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri
himmet: ciddî gayrethâlis: içten, karşılıksız
iddihar etmek: biriktirmek, depolamakistinad eden: dayanan
kudret: güç, kuvvetmenfaat-i nefs: kişisel çıkar
miskin: zayıfmuvazene etmek: karşılaştırmak; tartmak
mükâfat: ödülmütemerrid: inatçı, dik kafalı
nefs: kişinin kendisinihayet: sınırsız
nihayetsiz: sınırsıznokta-i istinad: dayanak noktası
tenezzül etme: inme, alçalmateskin etmek: sakinleştirmek, rahatlatmak
tezellül: alçalma, kendisini küçük düşürmetilmiz: öğrenci
ubudiyet: kullukzaif-i kavî: zayıflığında kuvvet bulunan
zillet: hor ve hakir duruma düşme, aşağılanmazâil: geçip gidici, yok olucu
zâtında: kendi şahsındaâciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
âzam: en büyükâzam-ı mahlûkat: varlıkların en büyüğü
şakirt: talebe, öğrenci

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 205


Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder.
blank.gif
1 Ve saadetleriyle mes’ut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı hisseder.

Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder.


Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, “Evradlarınızı bununla okuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor.
blank.gif
2 Nihayet






[NOT]Dipnot-1
bk. Bakara Sûresi, 2:286; Âl-i İmran Sûresi, 3:16, 147, 193; Neml Sûresi, 27:19; Nûh Sûresi, 71:28; İbrahim Sûresi, 14:41.


Dipnot-2

Tirmizî
, Zühd 9; İbni Mâce, Zühd 19.



[/NOT]



Arş: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yerCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ânRufâî: (bk. bilgiler – Seyyid Ahmed Rufâî)
abd: kuladed-i enfâs: canlıların hayatları boyunca aldıkları nefeslerin sayısı
alâka: ilgiarz: yeryüzü
cilve: görünme, yansımaednâ: en basit, en küçük
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerievrad: okunması adet olan dualar
gam: sıkıntı, üzüntüibâd: kullar
inbisat: genişleme, yayılmainbisat-ı ruh: ruh genişlemesi
izzet: değer, itibar, yücelikkatarat: damlalar
keder: sıkıntı, üzüntükıyas etme: karşılaştırma
letâif: insanın ruhundaki ince duygularmahlûk: yaratılmış, varlık
mahlûkat: varlıklarmağlûp olan: yenilen
mes’ut: mutlumevcudat: varlıklar
mucizâne: mu’cizeli şekildemusahhar: boyun eğmiş
nefs: kişinin kendisinihayet: sınırsız
saadet: mutluluksalih: iyi işler yapan, dinin emirlerine uyan kimse
samimî: içtensemâvât: gökler
silsile-i zerrât: zerreler, atomlar zincirisuret: biçim, şekil
telâkki etmek: kabul etmek, algılamakterbiye-i Kur’ân: Kur’ân’ın terbiyesi
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmateâli etmek: yücelmek
tilmiz: öğrenciulviyet: yücelik
umum: bütünvird: devamlı yapılan zikir
zerrât: zerreler, atomlarzikir: Allah’ı anma
âlem: dünya, evrenŞah-ı Geylânî: [bk. bilgiler – Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)]
Şâzelî: (bk. bilgiler – Ebü’l-Hasen-i Şâzelî)şakirt: talebe, öğrenci
şedit: şiddetlişems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 206


izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor. Felsefe şakirtlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğü hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor, tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

blank.gif
1 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Yani, “Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem” der.

İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir,




[NOT]Dipnot-1
“Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır.” Bakara Sûresi, 2:156.



[/NOT]



Rahîm-i Kerîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan ve sınırsız bir cömertliği olanamel etmek: hareket etmek
beyan edilen: açıklananbeşer: insan
cem etmek: toplamakcihan: dünya, âlem
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdehâ: felsefeyle eğitilmiş olağanüstü zekâ ve akıl
dehâ-yı felsefî: felsefeden güç alan yüksek akılesmâ: isimler
felsefe-i sakîme-i Avrupaiye: Avrupa’nın hastalıklı ve karanlık felsefesigayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan
hakikat: gerçekhakikat-i hâl: bir durumun ardında gizlenen gerçek
hidayet: Allah’ın gösterdiği doğru ve hak yol, İslâmiyethüdâ-yı Kur’ânî: Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu
irade etmek: istemek, dilemekkadîr: gücü yeten iktidar sahibi
kıyas etmek: karşılaştırmakmazhariyet: elde etme, edinme
muhafaza etmek: korumakmusibet: belâ, büyük sıkıntı
muvazzaf: görevlimâlik: her şeyin hakiki sahibi olan Allah
mühim: önemlimülk: sahip olunan şey
mütefavit: çeşitli, farklımüştâk: düşkün, aşık
namıyla: adıylanazar: bakış
nefis: kişinin kendisinihayet: sınırsız
nisbeten: oranla, kıyaslanümune: örnek
pest: aşağırıza: memnuniyet, hoşnutluk
saadet: mutluluksabıkan: bundan önce
safâ geldin: hoş geldinsuret: biçim, şekil
takat: güç, kuvvettekâlif: yükümlülükler, ağır görevler
terhis: göreve son verme, serbest bırakmatevazu: alçakgönüllülük
vazifeperver: vazifesini seven, işine düşkünyek-çeşm: tek gözlü
zayi: kayıpâlem: dünya, evren
âzâd etmek: serbest bırakmak, hürriyetine kavuşturmakşuûnât: fiiller, işler

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 207


gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!
blank.gif
1

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.


هَدٰينَا اللهُ وَاِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ
blank.gif
2



ALTINCI NOTA


Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.




[NOT]Dipnot-1
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:100.

Dipnot-2
Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

[/NOT]



Avrupa: (bk. bilgiler)Frenk: Avrupalı
adâvet: düşmanlıkbiçare: çaresiz
bâtıl: hak olmayandalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
ecnebî: yabancıefkâr: fikirler, düşünceler
ehl-i medeniyet: dünyaya yalnız maddî zevk ve menfaatleri için bakanlarelem: acı, keder
elîm: acı ve sıkıntı verenemniyet etme: güvenme
envâ-ı hayvânat: hayvan türlerifrenkmeşrep: Avrupalıları taklit edenler
fünun-u tabiiye: tabiatın dış görünüşüyle ilgilenen ilim dallarıgaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
hadsiz: sınırsız, sayısızhakaik-i imaniye: iman hakikatleri
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insanhamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma gayreti
hassasiyet-i ilmiye: ilmî duyarlılıkhayvâniyet: hayvanlık
hayvânât: hayvanlarhâkim: hükmeden, idaresi altında tutan
ihtirâsât-ı hayvâniye: hayvanî istek ve arzularda aşırılıklarikazat: uyarılar
iltihak etmek: katılmakinkılâp etmek: dönüşmek
iptal-i his: duyguyu etkisizleştirme, uyuşturmaistihfaf: hafife alma
istihzâ: alay etmeitikad: inanç
ittibâ etmek: tabi olmak, uymakittifak: anlaşma, birlik
kemiyet: sayı çokluğukâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
mevt: ölümnefrin: beddua
nisbeten: kıyasla, oranlanota: bildiri
sefahet: zevk ve eğlenceye düşkünlüksefihâne: zevk ve yasak şeylere düşkün olarak
suret: biçim, şekilteessüf etme: üzülme, esef duyma
terakki etmek: ilerlemek, gelişmektezayüd: ziyadeleşme, artma
tâğut: ibadet edilen bâtıl şey, putumum: bütün
zulüm: haksızlıkâgâh: uyanık, aklı başında
âyâ: acaba

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 208


İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.

İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder.
blank.gif
1 Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.
blank.gif
2 Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.


Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “Nefsü’l-emirde vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır.





[NOT]Dipnot-1
bk. Ebû Dâvûd, Savm 14; es-Serahsî, el-Mebsût 3:139-140; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 2:81-82; el-Merğinânî, el-Hidâye 1:121.

Dipnot-2

bk. Haşir Sûresi, 59:14.


[/NOT]


Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahFâtır-ı Hakîm: her şeyi sınırsız bir hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah
adem: yokluk, hiçlikahali: halk
cehil: cahillik, bilgisizlikcemm-i gafîr: kalabalık insan topluluğu
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkehemmiyetsiz: önemsiz
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimselerehl-i hak: doğru ve hak yolda olan kimseler
esbab: sebeplergalebe etme: üstün gelme
habis: kötü, pishadsiz: sınırsız
hakikat: gerçekhakikat-i imaniye: iman esaslarıyla bağlantılı olan gerçek
halk etmek: yaratmakhayvânât: hayvanlar
hilâl: ay; yay şeklinde görülen yeni ayhilâl-i Ramazan: Ramazan ayının başladığını gösteren hilâl; yeni ay
hükmetme: hakimiyeti altına almaibâd: ibadet edenler
ihata: içine alma, kapsamaimâret: imar etme, kurma
istinad eden: dayananittifak: anlaşma, birlik
ittihad etme: birleşmekesretle: çoklukla
kâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimseküffâr: kâfirler, inkârcılar
küfür: inkâr, inançsızlık (k-f-r)mahiyet: nitelik, özellik
mesâil-i imaniye: imanla ilgili meselelermuzır: zararlı
müstehak: hak etmiş, layıkmüteaddit: bir çok, çeşitli
mü’min: Allah’a inanannazar: bakış
nefiy: inkârnefsü’l-emir: işin hakikati, aslı
nevi: çeşitrâcih: üstün gelen
sefih: yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olansukut etmek: düşmek, hükümsüz olmak
suret: biçim, şekilsübut: bir şeyin var olması
vâhid-i kıyasî: ölçü birimiâkıbet: netice, son
şuhud: görme, şahid olma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 209


blank.gif
1 اَلْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبَتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاَتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usuldür. Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin.

İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsü’l-emirde hakikat-i hale baktıkları için, müddeâları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.


YEDİNCİ NOTA

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebir ile sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur.
blank.gif
2 Ondandır ki, ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur.
blank.gif
3 Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür;
blank.gif
4 fakat fâsık merdûdü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.
blank.gif
5





[NOT]Dipnot-1
“Mutlak yokluk, ancak pek büyük güçlüklerle ispat edilebilir.” İbni Kayyim el-Cevzî, es-Savâiku’l-Mürsele 4:1310; İbni Kayyim el-Cevzî, er-Rûh fi’l-Kelâm 1:198.

Dipnot-2
bk. Bakara Sûresî, 2:217.

Dipnot-3
Buhârî, Cihad 149, Tirmizî, Hudûd 25; İbni Mâce, Hudûd 2; Müsned 1:217, 282, 322, 5:231.

Dipnot-4
el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 2:254-255, 6:266.

Dipnot-5
bk. Tirmizî, Şehâdât 2; Ebû Dâvûd, Akdiyye 16; İbni Mâce, Ahkâm 30; Müsned 2:181, 204, 208.

[/NOT]



ahmakane: ahmakçabedbaht: talihsiz, bahtsız
binaen: dayanarakcebir: zorlama
düstur: kuralehl-i küfür: inkârcılar, inançsızlar, kâfirler
ehl-i zimme: İslâm ülkesinde yaşayan Müslüman olmayan halkfâsık: günahkâr
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i hal: içinde bulunan şartların perde arkasındaki gerçek
hakk-ı hayat: yaşama hakkıhamiyetfuruş: hamiyetlilik taslayan
hayat-ı içtimaiye: toplumsal hayatilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji
ittihad etmek: birleşmekkaide-i usul: usûl kuralı, metodolojide kullanılan bir kural
kâfi: yeterlikâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
makbul: kabul edilenmerdûdü’ş-şehadet: şahitliği kabul edilmeyen
mezheb-i Hanefi: Hanefi mezhebimisal: örnek
musalâha: barışmamüddeâ: iddia edilen
mürted: İslâmdan çıkannefiy: inkâr
nefsü’l-emir: işin aslı, hakikatinefyetme: inkâr etme
nota: bildirirabıta: bağlantı
semm-i kàtil: öldürücü zehirsevk eden: yönlendiren
terakkiyât-ı ecnebiye: yabancıların sağladığı gelişmeler, ilerlemelerteşvik eden: şevklendiren, isteklendiren
usul-i şeriat: İslâm şeriatının temel usulü, kuralızimmî: anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş Müslüman olmayan kişi
ziyade: çok, fazlaşehadet: şahitlik

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 210


Ey bedbaht, fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve “Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme. Çünkü fâsık adam, fıskı isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki—el-iyâzü billâh!—irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir. 1 اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor?




[NOT]Dipnot-1 “Hırslı kimse mahrum olur, zarar eder.” bk. İbni Kays, Kura’d-Dayf 4:301; el-Meydânî, Mecmeu’l-Emsâl 1:24.
[/NOT]




Afrika: (bk. bilgiler)Avrupa: (bk. bilgiler)
Berâhime: (bk. bilgiler)Hint: (bk. bilgiler – Hindistan)
Mecusî: (bk. bilgiler - Mecûsîlik)bedbaht: talihsiz, bahtsız
bizzat: doğrudanbiçare: çaresiz
bâki: devamlı, kalıcı, sonsuzdem vurmak: söz etmek
divane: akılsızdurub-u emsal: ata sözleri
dâi: davet eden, çağıranefkâr: fikirler, düşünceler
ekseriyet: çoğunlukel-iyâzü billâh: Allah korusun
esbab: sebeplerfakr-ı hal: fakir bir halde olma, fakirlik
fâsık: günahkâr, dinî kurallara aykırı yaşayanfısk: günah
hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayretihavas: hisler, duygular
hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatıhayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhiret hayatı
hevâ: gelip geçici arzu ve isteklerikaz: uyarı
imdat etmek: yardım etmekirtidat: dinden çıkmak
kesret: çoklukkut: rızık, gıda maddesi
mütedeyyin: dinin emirlerini eksiksiz yerine getiren, dindarmü’min: Allah’a inanan
nefis: insanı kötüye yönelten duyguneş’et etmek: kaynaklanmak
reis: başkansalih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden kişi
sebeb-i hasâret: hüsrana uğrama sebebisefalet: perişanlık, yoksulluk
sevk eden: yönlendirensurî: görünüşte
tasallut: musallat olma, sataşma
tefessüh etme: bozulma, kokuşma
terk-i dünya: dünyayı terk etmeulüvv-ü himmet: yüksek himmet ve gayret sahibi
zarurî: zorunluzerre miktar: çok az miktar
ziyade: çok, fazlazühd: Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme
Çin: (bk. bilgiler)âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
âmir: idareciâyâ: acaba

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 211


Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim’siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyeti temin ve kolayca idare etmek ise, kat’iyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.


İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.


SEKİZİNCİ NOTA


Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzet ile evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar herşey kemâl-i lezzet ile vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.




Asya: (bk. bilgiler)Avrupa: (bk. bilgiler)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allahahlâk: huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı
amel: iş yapmabinaen: dayanarak
cebren: zorlacâmidat: cansızlar
derc etmek: yerleştirmekdesise: hile, aldatma
düstur: kuralehl-i iman: Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inanan kimseler, mü’minler
ehl-i salâhat: dine göre yaşayanlar, salih kimselerehl-i İslâm: Müslümanlar
emniyet: güven, korkusuzesas: temel
evâmir-i Rabbâniye: Allah’ın koyduğu kurallarevâmir-i kudsiye: kusur ve noksandan uzak olan yüce emirler
evâmir-i tekviniye: Allah’ın tabiata yerleştirdiği kanunlarfâsık: günahkâr, dinî kurallara aykırı yaşayan
gasp etmek: zorla almakifa etmek: bir işi gerçekleştirmek, yerine getirmek
imtisal etmek: bağlanmak, boyun eğmekitikad: inanç
kamer: aykat’iyen: kesin olarak
kemâl-i kerem: lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilikkemâl-i lezzet: eksiksiz lezzet
kemâl-i şevk: büyük bir istekkâfir: Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği kesin olan bir şeyi inkâr eden kimse
maksad: amaç, hedefmesai: çalışma, iş zamanı
mevcudat: varlıklarmim’siz medeniyet: ahlâksızlık, alçaklık (Arapça yazılış olarak medeniyet kelimesinin ilk harfi olan “mim” harfi kaldırılınca geriye alçaklık anlamında “deniyet” kelimesi kalır)
mâbeyn: iki şeyin arasımükâfât: ödül
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünenmüşkül: zor
nefs-i amel: amelin kendisinokta-i nazar: bakış açısı
nota: bildirisaadet: mutluluk
salâbet-i diniye: dinin emirlerini koruma ve uygulamaktaki ciddiyet ve sağlamlıksa’y: çalışma
sevk etmek: göndermektabir edilen: adlandırılan
takvâ: Allah’ın emirlerini tutup, günahlardan sakınmatanzim: düzenleme, düzene koyma
teavün: yardımlaşmatemin: sağlama
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmelerteshil: kolaylaştırma
tesis: kurma, yerleştirmeteşvik etme: şevklendirme, isteklendirme
vazife: görevzalim: haksızlık eden
âkıbet: netice, sonâsâyiş: emniyet ve güven ortamı
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 212


Eğer desen: “Zîhayatta lezzet kabildir. Cemâdatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?”

Elcevap: Cemâdat kendi hesaplarına değil, onlara tecellî eden esmâ-i İlâhiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemâl, bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nûru’l-Envârın isimlerine birer mâkes, birer âyine hükmüne geçtiğinden, tenevvür eder, terakki eder.

Meselâ, nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası, zâtında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle güneşe yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat-ı mevcudat, cemâl-i mutlak ve kemâl-i mutlak sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olmalarıyla, o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabilse, yani hayat-ı âmmeden hissedar iseler, gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil: Sen kendi âzâ ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri, bekà-i şahsî ve bekà-i nev’î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hattâ hizmeti terk etmek, o uzvun bir nevi azabıdır.

Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakârâne ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir.





Nûru’l-Envâr: nurların nuru, sonsuz nur sahibi olan AllahZât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah
arş: taht; emir ve egemenliğin tecelli ettiği yerazab: sıkıntı, acı çekme
bekà-i nev’î: türün devamlılığıbekà-i şahsî: ferdin devamlılığı
cemâdat: cansız varlıklarcemâl-i mutlak: sınırsız güzellik
cihet: yönderece-i zuhur: ortaya çıkma derecesi
ehemmiyetsiz: önemsizelem: acı, sıkıntı
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerifedakârâne: fedakârca
hayat-ı âmme: genel hayat, hayatın genel mânâsıhayvânât: hayvanlar
hissedar: pay sahibiiftihar: övünme
imtisal: bağlanma, boyun eğmeintizam: disiplin, düzen
kabil: mümkün, olabilirkatre: damla
kemâl: mükemellik, olgunlukkemâl-i mutlak: her yönüyle mükemmel olma
makam: derecemerdâne: mertçe
mevcudat: varlıklarmisal: örnek
mâkes: yansıma yeri, aynanefs: bir varlığın kendisi
nefs-i hizmet: hizmetin bizzat kendisinevi: çeşit, tür
nuranî: nurlu, parlaksâfi: temiz, arınmış
tecellî: yansıma, görünmetelezzüz: lezzetlenme
tenevvür etmek: nurlanmak, aydınlanmakterakki etmek: ilerlemek, gelişmek
tereccuh etmek: üstün gelmekuzuv: organ
vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görevvazifeperver: vazifesini seven, işine düşkün
vaziyet: durumzerrat: zerreler
zerre: atomzerrecik: atom
ziyade: çok, fazlaziyasız: ışıksız
zâhir: açık, gözle görünürzât: bir şeyin kendisi
zîhayat: canlıâzâ: organlar
şevk: büyük istek ve arzu

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 213


Hayvânî valideler, yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden daneyi alır. Yalnız, insan nev’indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki, bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemâlleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazifeyle tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derc eden Mün’im-i Kerîmin hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin namına görüyorlar.

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebâtat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelâlin emirlerini imtisal ediyorlar. Çünkü, dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celb edecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki, onların, emr-i İlâhînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki, nefislerini mahvedip çürütüyorlar.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.

Hattâ hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zâhir bir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zât, bir bostana ve geniş bir yere çıkmayı müştakane ister; öyle de, hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.

İşte “sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahat ile yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü, daima işsizler




Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve büyüklük sahibi olan ve her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan AllahMün’im-i Kerîm: sonsuz cömertlik sahibi ve nimet verici Allah
acz: güçsüzlükcelb etmek: çekmek
cereyan eden: meydana gelendane: tane, tohum
derc eden: yerleştirendüstur: kanun
ehl-i dikkat: olayları derinlemesine inceleyen kişilerekseriyetle: çoğunlukla
emr-i İlâhî: Allah’ın emrieşcar: ağaçlar
hayvânât: hayvanlarhayvânî: hayvanlardan olan
hazine-i rahmet: Allah’ın sonsuz rahmet hazinesihimaye: koruma
hububat: tohumlar, taneli bitkilerihsas eden: hissettiren
imtisal: emre uyma, yerine getirmeitibarıyla: açısından
iştiyak: çok arzu ve istekkanaat etmek: yetinmek
kemâl: mükemmellik, olgunlukkâinat: evren
lisan-ı hal: hal ve beden dilimeyvedar: meyveli
müştakane: aşk ile, çok isteyereknamına: adına
nazar: bakışnebâtat: bitkiler
nefs: bir şeyin kendisinefs-i hizmet: hizmetin bizzat kendisi
nev’: tür, çeşitrahmet: şefkat, merhamet
sa’y eden: çalışansâfi: temiz, arınmış
sünnetullah: kâinatta yürürlükte olan İlâhî kanunlarsürurlu: mutluluk ve sevinç verici
tabir edilen: adlandırılan, ifade edilentavzif eden: görevlendiren
umum: bütünvalide: anne
vaziyet: durum, hâlzaaf: zayıflık
zat: kişiziyade: çok, fazla
ziynet: süszâhir: açık, gözle görünür
şarab: içecek

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 214


ömründen şikâyet ederler, eğlence ile çabuk geçmesini isterler. Sa’y edenler ve çalışanlar ise şâkirdirler, hamd ederler, ömürlerinin geçmesini istemezler.
اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَالسَّاعِى الْعَامِلُ شَاكِرٌ 1
küllî düsturdur. Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır” cümlesi darbımesel olmuştur.

Evet, cemâdâta dikkatle nazar edilse, bilkuvve yalnız istidat ve kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa’y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i İlâhiye düsturuyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki, o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o meselede bir lezzet vardır. Eğer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir. Hattâ bu sırra binaen denilebilir ki: Lâtif, nâzik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar. Demek burûdet ve tahtessıfır soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demir kaptaki suya “Genişlen” emr-i Rabbânîsi tebliğ edilince, şiddet-i şevk ile kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkezâ, herşeyi buna kıyas et ki, güneşlerin deverânından ve seyr ü seyahatlerinden tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hattâ herbir zerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir. Meselâ senin




[NOT]Dipnot-1 Atâlet içinde istirahat eden, ömründen şikâyetçidir. Çalışan ve iş gören ise haline şükreder.
[/NOT]



bilfiil: fiilen, uygulamaya koyarakbilkuvve: potansiyel olarak
binaen: dayanarakburûdet: soğukluk
cemâdât: cansız varlıklarcereyan etmek: meydana gelmek
cihet: yöncâmid: cansız
darbımesel: atasözüdest-i kudret-i İlâhî: Allah’ın sonsuz kudret eli
deverân: dönmek, dolaşmakdevretme: dönme
düstur: kanunemr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emri
emr-i tekvînî: Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emrihamd etmek: şükür ve övgülerini sunmak
hâkezâ: bunun gibiihtizaz: titreme, hareketlenme
imtisal etme: emre uyma, yerine getirmeinbisat etme: genişleme, yayılma
incimad: donma, katılaşmainkişaf etme: açığa çıkma
irade: dileme, seçme gücüistidat: yetenek
içtihad: çaba gösterme, gayret etmekanun-u kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar
kâinat: evrenküllî: geniş, her şeyi kuşatan
lisan: dillâtif: ince, güzel
mevcut: varmevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup olan ve kendi etrafında dönerek semâ yapan kişi
mezkûr: adı geçenmuhtelif: çeşitli
nazar etmek: bakmaknefer: asker, er
nezaret eden: gözetennisbet: bağlılık, bağlantı noktası
nâkıs: eksik, noksannâzik: zarif, ince, narin
sa’y eden: çalışanseyr ü seyahat: yolculuk
sudur eden: ortaya çıkan suret: biçim, görünüş
sünnet-i İlâhiye: Allah’ın kainata koyduğu kanunlartahtessıfır: sıfırın altında
tazammun eden: içerentebliğ etmek: bildirmek
temsil eden: bir şeyin temsilcisi olanumumî: genel
vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görevzahmet: zorluk
zerre: atomziyade: çok, fazla
zuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmekzîhayat: canlı
şevk: şiddetli arzu ve istekşiddet-i şevk: şiddetli bir istek ve arzu
şâkir: Allah’a şükreden

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Zühre - Sayfa: 215


gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hâkezâ, herşeyi ona kıyas et.

Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!


Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nereden öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin



Alîm-i Kadîr: her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allah
Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hârika üstün sanatıyla benzersiz olarak ve hikmetle yaratan Allah
Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi AllahKadîr-i Ezelî: her şeye gücü yeten ve varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Allah
Kitab-ı Mübîn: her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitapSaid: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allahacz-i mutlak: sınırsız güçsüzlük
amel etmek: davranmak, işlemekasâ: baston, değnek
binaen: dayanarakbiçare: çaresiz
cihet: yöncâmid: cansız
derc etmek: yerleştirmekdivanelik: akılsızlık
düstur: kanunerkân-ı harp: savaş komutanı
fenn-i harb: savaş sanatıfevkinde: üstünde
hane: evhurufât: harfler
hâkezâ: bunun gibiicmâl etmek: özetlemek
idame eden: devam ettirenimtisal etmek: emre uymak, uygulamak
kanun: tabiat olaylarının bağlı olduğu kurallisan: dil
maharet: beceri, hünermahlûk: yaratık, varlık
mahsus: has, özelmizan: ölçü, denge
muhtasar: kısa, özetmuvazene-i mevcudat: kâinattaki varlıkların ölçü ve denge içinde olması
mühim: önemlinizam: düzen
nizam-ı âlem: âlemin düzenisemâvât: gökler
suret: biçim, görünüştabir edilen: adlandırılan
tatbik-i hareket: bir şeye uygun hareket etmektevehhüm etmek: sanmak, zannetmek
teşkil eden: oluşturantâkat: güç, kapasite
vazife: görevvücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu oluşu, var olmak için bir sebebe muhtaç olmaması
vücud: varlıkzerre: atom
zîhayat: canlıâb-ı hayat: hayat suyu, kan
âsâb-ı veçhiye: insanın yüzünde bulunan sinirlerşehadet etmek: şahitlik etmek
şerâyin: atardamarlar

 
Üst