Said Nursi Kaderi İnkar Ediyormuş ?

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Kürşat Otcu diye bilinen yaklaşık internetin olduğu günden beri internette kader çğırtkanlığı yapan şahıs. Araştırmacı olduğunu ileri sürerek ehli sünnet vel cemaatin kadere inanmadığını aslen kaderin onların söledikleri gibi olmadığını öne sürerek kaderi kendisine göre bir anlayışla ivme kazandırmak isteyen ancak kader hakkında kendi düşüncelerini hiç aktarmayan bu şahıs. İslam alimlerinin kader ile alakalı düşüncelerine tezatlar karıştırarak insan zihnini karıştımaktan başka rol oynamamakdadır. bir zmanlar bazı komitelerin saf ve hodgam kşilerden yararlanarak islamı bozmaya çalışmaları bu gibi bu şahısda öyle kişilerin maşası olsa gerek.

Kendisiyle birebir yapdığımız görüşmelerde hic bir şekilde sözlerimize karşı çıkamadığı ancak inadından da vazgeçemediği ortadır. Biz buradan şunu anlıyoruz ki bu şahıs belirli bazı hastalıklara yakalanmış. Bu nedenle araştırmacı kişiliği ortadan kaybolur yerini hasta ruhlu birine bırakır. Bununla beraber hasta birine ait bazı yazı ve görüşleri ele almak ilim ile bağdaşamaz.

Yıllar önce kendisiyle konuşmadığımız zamanda sair forumlardan birinde yazmış olduğu Said Nursi kaderi inkar ediyor başlıklı konusu bizde rahatsızlık uyandırdığı için hakikati göstermek amaçlı cevaben yazışdığımız konuyu buraya aktardık. Yıllar sonra yaopdığımız görüşmede edindiğimiz tespitler ilk açıklamamızdaki gibidir.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Tarih: Çrş Şub 2007 14:02

--------------------------------------------------------------------------------
kursat demiş ki:
*** Said Nursi (Eserler küçük boy, Yeni Asya Neşriyat 1998 basım)
Said Nursi üzerinde araştırma yapmamın nedeni şudur: Çok insan tarafından yüzyılın alimi olarak vasıflanıyor. Bu insan böyle hatalar yapıyorsa, diğerleri buna kıyas edilmelidir. Yani Said Nursi’yi burada, Maturidiyye binlerce yazarın son yüzyıldaki temsilcisi olarak seçtim. Said Nursi olması itibariyle, daha etkili olur düşüncesiyle öyle yaptım. Aslında Elmalılı Hamdi Yazır da, Konyalı Mehmet Vehbi de kaderi inkar eder. “Risale-i Nur” kitaplarından örnekler vereceğim. Fakat hepsini yazmak uzun olacağından, sayfa numarasını verip, birkaç kelime yazıp … ekleyeceğim. Okuyucu o sayfayı bütünüyle okumalıdır.
Hazırlayan: Ahmet Berk www.esselam.com Said Nursi’nin yazılarını bu bilgisayar programından okuyup çıkardım. Siz de buradan takip edebilirsiniz. Yani dört kitabı: Sözler, Mektubat ,Lem’alar ve Şualar adlı kitapları 1998 basım Yeni Asya Neşriyat’tan okudum. Yazıların ilk kısmındaki rakamlar o kitapların sayfa numaralarıdır. İkinci kısım ise bilgisayar programındaki sstad Bediüzzaman ayfa numaralarıdır.



Evet ...

Evvela acıklamanızda dahi amacınızın acık arama cürütmeye calısmak olduğunu kendiniz sölüyorsunuz ...

Saniyen Ustad Bediüzzaman hic bir zaman kendisine verilen makamları kabul etmemişdir.Ona o makamları verenlerde ali veli değildi... Bu noktadan bakılırsa o zaman diyebiliriz ki her insan kendi kabına göre su alır ve aldığı su ile deryaları mukayese edemez, etmemelide onun için bir bilene danışmalı...

Madem Ustad Bediüzzaman ve daha bir cok alimin kaderi inkar ettiğini sölüyorsunuz ve buradan da İmanın bir sartını inkar eden Allahı inkar etmişdire sözü uzatıyorsunuz öle ise bizlerde deriz ki : Ustad Bediüzzaman Kader risalesinde kaderi inkar etmemiş bilakis cok alimlerin dahi cözemediği derin hadiseleri bir kac sahife ve her cümlesi sahifeler olacak bir uslub ve tarz ile izah etmişdir . Böle ali bir kaynak ortada iken nasıl kaderi inkar ettiğini söliyebilirsiniz ? Ben sizden daha kibar olayım o zaman siz yanlıs anlamıssınız diyerek yanlıs anlasılan hususların aslında ve hakikaten ne olduğunu acizen söliyeyim...


Alıntı:
*** SÖZLER


Kitaptaki sayfası: 138 -139 _ Bilgisayar programındaki yeri: 13.söz, s: 59;
Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû ebeden dâima
Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,
Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, "üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Maşaallah, bârekâllah" dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.
Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü'min, küçük ve cüz'î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.
_Yorum: Katilin kadere vasıta olduğu bildiriliyor.
Burada yorum olarak kullandığınız cümle ile Ustad bediüzzamanın yukarıdaki pargarafında sölediği sözler arasında dağlar kadar fark vardır : Allahu tealanın üc farklı kanunu vardır ata, kaza ve kader diye ata kanunu kazayı deler kaza ise kaderi değiştirir. Her neyse sözü uzatmadan Ustad Bediüzzaman "O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş" cümlesini kullanarak yani Allahın onlar için takdir ettiği kaza vasıtası olarak o katili takdir etmiş ; şayet öle de değilmidir Allahu teala bir yere bir bela takdir ettiğinde o belanın ne olacağı o kazanın vasıtası olmus olmaz mı : Mesela deprem bir bölgenin kazası için vasıta olmus olmaz mı ? Demekki sizin bahsettiğiniz gibi değil.



Alıntı:

219 - 500: _ 30. söz, s: 245;

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-i Gazalî gibi bir Hüccetü'l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş. Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi' bir mü'min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.

33.söz, s: 316;
Tevhidin bir burhan-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, risalet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâkârâne tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkıkîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar.

_Yorum: Gazali övülüyor. Ona �Hüccetü�l - İslam� diyor. Ama Said Nursi, Gazali�nin savunduğu cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflıyor.
Madem Ustad Bediüzzaman öle birseyde sölemiş nerede demiş nasıl demiş kime demiş hangi makamda demiş onuda yazar mısınız ?Yoksa susunuz...
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Alıntı:
262: Tevfik�
(Hidayetin Allah�tan olduğu bildiriliyor.)

690: İzn-i İlahi�
(İmanın mahluk olduğu anlatılıyor.)

Verdiğiniz sahifelerde bunlara dair bir bilgi veya içerik bulunmuyor.Tam olarak yazıyı ve paragrafı neden yazmadınız ? Eğer böle birsey varsa Paragraf olarak yazarmısınız ?

Alıntı:
430 - 431: Beşincisi� _ bilgisayar programındaki yeri 26 söz , s:206 ;

BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyleyse, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti."
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.
Öyleyse, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."
ebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyleyse, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti."
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.
Öyleyse, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."
_Yorum: Burada cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflamaktadır. Ve dikkat edilirse Ehli Sünnet�i, cebr görüşünün dışında tutuyor. Yine �Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul� diyor. Halbuki Kur�an�da ecelin bir olup, ileri-geri gitmeyeceği bildirilmiştir.


Anlamıyorum sizi burada Cebri görüşünü hangi cümlede sapıklık olarak nitelemiş... Evet Cebri ve Mutezile görüşleri ehli sünnet görüşü değildir .Cünkü ehli sünnet sünnete tabidir ve sünnette onların görüşüne yer yokdur.Ustad Bediüzzaman olmadığını yukarıda ispat etmiş. Kuran-ı Kerimin hangi ayetinde bahsini etmiş olduğunuz hadise geciyor ve sorarım size o ayet ne zaman nasıl kime ve nicin gönderilişine manayı işarisinide sölermisiniz ? Ustad Bediüzzaman yukarıdaki acıklamayı Kuran ve Sünnetten sölemiş Ehli sünnete göre bir işin olması sebebler ile idir.Eğer o sebebler ortadan kalksa o işin olması bizce bilinemez. Gözünü kapatan ancak kendine gece yapar...




Alıntı:
*** MEKTUBAT

32: Resul-i Ekrem o hükmü kadere� _ 8. mektup, s:358;

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı veya "Oğlum" hitabına mazhar olan Zeyd (r.a.), rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine mânen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani, Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferâsetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, mânevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah'ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Yani, �Biz onu sana nikahladık� nın işaretiyle, o nikâh bir akd-i semâvî olduğuna delâletiyle, harikulâde ve örf ve muâmelât-ı zâhiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur; nefis arzusuyla değildir.


55: Eğer denilse� _ 15.mektup, s: 369;

Eğer denilse: "Hazret-i Ömer'in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, "Yâ Sâriye, el-cebel, el-cebel!" deyip, Sâriye'ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz'u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?"
Elcevap: Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. Yani, Hazret-i Yâkuptan sorulmuş ki, "Niçin Mısır'dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf'u görmedin?" Cevaben demiş ki:
"Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz."
Elhasıl, insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat �Allah dilemedikçe siz hiçbirşey isteyemezsiniz� (İnsan 30) sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, �kader gelince göz kör olur� hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz'î susar.
_Yorum: Burada ise açıkça özgürlüğün olmadığı ifade ediliyor.


Sizin özgürlük dediğiniz şey hakkınız olmayan şeyi istemek ve isteklerinizi yerine getirmek mi oluyor ? Yahu Risale-i Nurda islama zıt birseyler bulacaksınız diye o kadar çabalıyorsunuz ki bulduğunuz şey sizi maskara ediyor...




Alıntı:
BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem �Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez� (Bakara 286) sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Yorum: �Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.� (Bakara 286) ayetinin zahirini alıp �Teklif-i mala yutak yoktur� demiştir. Oysa bu ayetin te�vili icap eder. �Teklif-i mala yutak� caizdir. Zira cebr olunca �Teklif-i mala yutak� var demektir.


Neye göre vardır diyorsunuz.Ayet önünüzde görmüyormusunuz ?

Alıntı:
199 - 270 - 438: Gazali övülüyor.

Ne demek istediğinizi anlamıyoruz...

Alıntı:

219: Allah birdir� _ 20. mektup, s: 449;
Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.


257: Hasedin çaresi� _ 22. mektup, s: 471;

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

317: Ve saniyen� _ 26. mektup, s: 503;
Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ulema-i ilm-i kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcibü'l-Vücud ve tevhid-i İlâhîye dair beyanatları Muhyiddin-i Arabî'nin nazarında kâfi gelmediği için, ilm-i kelâmın imamlarından Fahreddin Râzî'ye öyle demiş.
_Yorum: Razi kelam alimi olarak vasıflanıyor. Bilindiği gibi kader, kelamın en önemli konularındandır. Ve Razi�nin, Tefsir-i Kebir�i baştan başa cebri savunur.


.. Allah Birdir ve Hasedin caresi deyip Ustad Bediüzzamanın sözlerini ele almıssınız yoksa öle değimidir diyorsunuz ?

Yahu sadece sölemek ile olmuyor Fahreddini Razi hangi yerde Cebri dediği gibi kaderi anlatmıs ? Azcık tutarlı söleyiniz...

Alıntı:
333: Beşincisi� _ 2. mektup, s:351;

Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat'î kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

_Yorum: Kim yedirmiyor?


Yedirmek Ancak ve Ancak Allahın takdiri iledir o dilemezse bir yaprak dahi düşmez .Eğer hadisenin her tekerrür edişinde aynı hadiseler cereyan ediyor ise elbette Allahu tealanın rızası yokdur müsadesi yokdur denilebilir...


Alıntı:
13. mektup, s: 367;
İKİNCİ SUALİNİZ: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?
Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki:
Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: "Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır" ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.
Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev'inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.


353: İbn Arabi burada ve çok yerde evliya olarak anlatılıyor. İbn Arabi�nin �Fusus-u Hikem� adlı kitabı, küfür lafızlarıyla doludur. Kaderi inkar eder ve daha pek çok din dışı görüşleri vardır.


Ben sizi tanımıyorum sözünüze de itimadım yok delil siz sölediğiniz her söz ne benim için ne Nur Camiası için nede ehli iman için bir ehemmiyeti yok ... Sizin bu davranısınız ben bir yem atimda oltaya kim takılırsa takılsına benziyor...


Alıntı:
355 - 356: Dördüncü nükte�

(Cebr düşüncesi anlatılır.)


374: Beşinci nükte� _ 28. mektup s: 531;
BEŞİNCİ NÜKTE
Sual ediyorsunuz ki: "Zaman-ı fetrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin miydiler?"
Elcevap: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve mânevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivâyat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlûp olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette, �Peygamber göndermedikçe Biz kimseye azap edici değiliz� (İsra 15) sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse, usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.

Yorum: İmam Eş�ari demekle demek ki Eş�ari mezhebini kendisi batıl saymamaktadır. Ne var ki, Sözler�deki kader risalesinde cebr görüşünü sapıklık olarak vasıflamıştı. Eş�arilik�te cebri savunur..



EŞ`ARÎ : Ehl-i Sünnet itikadına, âyet ve hislerle tercümanlık edip yaptığı şerh ve izâhlarla büyük hizmet eden bir hak mezhep.

CEBRÎ : Cüz`-i irâdeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. (Mûtezilenin zıddı)

Sözlerinizde tezatlık var delil isteriz bahsi edilen şahısların sözleri nerede ?



Alıntı:
375: Yedinci nükte _ 28. mektup s: 532;

YEDİNCİ NÜKTE
Diyorsunuz ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?"
Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, "Bana Kur'ân yeter" diyor. Böyle teferruat mesâilinde, bütün kütüb-ü ehâdisi tetkik edip en akvâsını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i imandır. Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez.
Eğer denilse: "Madem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi'setine yetişemediler?"
Elcevap: Cenâb-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ferzendâne hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlât mertebesine getirmemek için, hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mes'ut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âli bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yaver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.
Yorum: Said Nursi, Resul-i Ekrem�in ana-babasının Ehli Cennet olup, imanlı olduklarını söylüyor. Halbuki Razi, Tefsir-i Kebir�inde Resul-i Ekrem�in babasının kafir olduğunu ve bunun, Ehli Sünnet�in görüşü olduğunu bildiriyor. Delil ise Sahih-i Müslim�de geçen şu hadistir: �Adamın biri Resul-i Ekrem�e �Ya Resulullah, babam nerede?� diye sordu. Resulullah buyurdu ki: �Cehennemde!� Bunun üzerine adam üzüntülü bir şekilde uzaklaşırken onu çağırdı ve dedi ki: �Babanda, babam da ateştedir.�
Annesi için ise şöyle bir hadis var: �Resulullah sahabeleriyle bir gün, bir mezara uğradı. Ağladı ve yanındakileri de ağlattı. Dediler ki: �Niye ağladın?� Resulullah buyurdu ki: �Bu annemin mezarıdır. Onu ziyaret etmek istedim, izin verildi. Ona mağfiret dilemek için izin istedim, verilmedi.�[/quate]

Verdiğiniz delil ehli sünnetten değildir ehli sünnettendir deyip yamalamaya çalışmayınız...Ustad Bediüzzaman akla uygun ve kalbi tatm,in edici uslubu ile cevabını vermişken sizin sözleriniz dahi aklı tatmin etmiyor...


412: Yapacağınız iş� _ 29. mektup, s: 552;

Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.
Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde kat'î iman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil, iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en âli bir maksadı, bir gayesi olur.

Yorum: Ecelin zamanının değişmeyeceğini bildiriyor. Kader risalesinde ise �Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul� demişti.


Bizce meçhul denmesi öleceği veya baska zaman öleceği veya ölmiyeceği anlamına mı geliyor ? Oradaki mevzuda meçhul ile bizce bilinemez manasındadır ve gaybı ancak Allah bilir... Çünkü eğer meçhul olmaz ise tüfek ile adam öldüren sucsuz olurdu ki buda akla zıttır...Yani sizde sabahdan beri bir cebr diyorsunuz ama yapdığınız şeyin ondan ne farkı var sözleriniz akıldan cok uzak ve mesnedsiz...

Alıntı:
432: _ 29. mektup, s: 564;

İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini itham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.

Yorum: Usulü�d-din uleması ve kelamcı olarak Gazali�yi gösterip, talimatlarını rehber edinmek gerektiğini söylüyor. Lakin kader konusunda değil rehber edinmek, tam cephe alıyor.


Hangi sözlerle hangi sözlerini cephe alıyor ?

Alıntı:
Not: LEM�ALAR ve ŞUALAR adlı kitaplarda işaret ettiğim sayfaların ilk iki kelimesini yazacağım. Sayfa bütünüyle okunmalıdır.

*** LEM�ALAR

Rızık:

317 İnsanların sana� _ 26. lem�a, s: 722;
"Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lâzım.
_Yorum: Rızkını yiyeceğine göre sen mecburen hapise girdin demektir. Seni oraya atanlar da mecburen attılar.


Her bir hadiseyi sadece bir hikmet üzerine bina etmek hangi akıl kabul ediyor ? Yahu her bir hadisenin binler hikmeti vardır rızık cihetince ustad bediüzzaman öle demişdir... Ama kader cihetince , suc cihetince, sorumluluk cihetince vesair binler hikmeti vardır ve Risale-i Nurun sair kısımlarında onlarada değiniyor. Siz makamca aynı olmayan iki ayrı hadiseyi aynı makamdaymıs gibi takdim edip bakın böle değildir dmeeye getiriyorsunuz halbuki tarzınız yanlıs iki ayrı makamdaki hadiseler aynı makamda tartısılamaz...

Alıntı:
337 İkinci nükte� _ 28. lem�a, s: 738;
İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptelâ olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki:
"Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlâhî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it'âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz."
Eğer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ı Hakka rızık vermek ve it'âm etmek muhâliyeti bedihî ve malûm olduğundan, ilâm-ı malûm kabilinden olur. İlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen "Sen hafızsın," o malûmunu ilâm kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki, "Ben senin hafız olduğunu biliyorum." Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ı Hakka rızık vermeyi ve it'âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur:
"Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir."



Kader getirdi:

356 Tarikat hevesiyle� _ 28. lem�a, s: 736;

İkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi.
Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma âit elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, "acaba hatamın cezâsı mıdır çekiyorum" diye geçmiş hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yı İlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alâküllihâl başımıza geçirecek idiler. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi.
İşte bu hakîkata binaen "Senin yüzünden bu belâyı çektik" diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı." Meselâ, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtları belâya atmak için düşündükleri plânı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok mâsumların bu belâdan kurtulmasına bir vesile oldu.


357 İşte bu� _ 28. lem�a, s: 734;


Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça
Kardeşlerim! Müteaddid defa Risâle-i Nur'un şakirtlerini lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur'u, hem şâkirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: "Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur'dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden-sıkıntıdan gelen bahanelerle-nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir." Yalnız tahattur edersiniz ki, Risâle-i Kader'de ispat etmişiz ki: "Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhî'nin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz."
Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişâf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; "Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım", demeyiniz.

Allah�ın iradesinin genelliği:

423 Evet bütün� _ 30. lem�a, s: 818;

BİRİNCİ ŞUA
Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.
Hem o Zât-ı Zülcelâl kayyûmiyetiyle beraber, Kur'ân-ı Azîmüşşanda ferman ettiği gibidir. Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhaldir.


425 (Lazımı olan�.)


522 Veyahut ism-i Azamın� _ 30. lem�a , s: 800;

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.



542 (Ey Halık-ı Külli şey�)




*** ŞUALAR

Allah�ın iradesinin genelliği:

14 Altı İsm-i Azamın � _ 2. Şua, s: 848;

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrarla her zaman ferman ettiği şu �Muhammed�in hayatı elinde olan Allah�a yemim olsun ki� kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'âlinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz'î olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.


34 Ve musibet � _ 2. Şua, s: 860;

Suâlin ikinci şıkkı
Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat, Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i âle'l-ıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz'î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ediyor?
Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.


48 Onlara bakan� _ 3. Şua, s: 867;

Zeminin bütün mahlûkatı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl ve kuvvetinle ve Senin kudretin ve iradetinle ve ilmin ve hikmetinle idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet olduğunu bildiriyor. Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zâhir hadsiz lisanlarla Halıkını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzâk-ı Zülcelâlinin hamd ve medh ü senâsını ediyorlar...
3. Şua, s: 868;

İşte denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlûkatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi, bilbedahe gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretinle ve Senin irade ve tedbirinle, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar ve lisan-ı halleriyle Halıkını takdis edip Allahu Ekber derler.


142 Altı günde� 7. Şua s:920;

hem �Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar.� (Lokman 29) âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz'î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Yorum: Kalplerin hatıratları, düşüncelerdir ve istekler de bunun içindedir. Bunları �iradesiyle idare eder� deniyor ki cebr manası çıkar.

524 (On birinci kelime�)



560 Müfettiş olmak� _ 15. Şua, s: 1138;

Meselâ, hadsiz zîhayattan bir insanın yüz cihazatından birtek cihazı olan lisanı, bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faydalara âlet oluyor. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak, elbette gayet parlak ve kat'î bir surette, ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder. Birtek dil, hikmetleri ve meyveleriyle böyle delâlet etse, hadsiz lisanlar ve hadsiz zîhayatlar, nihayetsiz masnuat, güneş zuhurunda ve gündüz kat'iyetinde, nihayetsiz bir ilme delâlet ve şehadet ve Allâmü'l-Guyûbun daire-i ilminden ve hikmetinden ve meşîetinden hariç hiçbir şey yoktur diye ilân ederler.





564 Bu fıkra� _ 15. Şua, s: 1141;

Bu fıkra, irade-i İlâhiyenin delillerinden pek çok küllî hüccetleri ihtiva eden birtek küllî ve uzun delildir. Meâlinin kısa bir tercümesi içinde irade ve ihtiyar ve meşîet-i İlâhiyeyi gayet kat'î ispat eden bir delili beyan ederiz. Hem ilm-i İlâhînin bütün mezkûr delilleri, aynen iradenin dahi delilidir. Çünkü, her masnûda ilim ve iradenin beraber cilveleri, eserleri görünüyor.
Bu Arabî fıkranın kısaca meâli:
Yani, herşey onun irade ve meşîetiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbirşey olmaz. Bir hüccet şudur:
Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zâtı, mahsus sıfatı, ayrı hususî mâhiyeti, mümtaz fârikalı sureti, hadsiz imkânat ve başka tarzlarda olabilir. Teşvişçi ihtimalât içinde, neticesiz çok yollarda ve sel gibi akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma karışık hallere karşı, o herbir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altına almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve mizanla her uzvunu ve cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus vermek ve birbirine muhalif âzâlarını basit, câmid, ölü bir maddeden zîhayat olarak gayet san'atlı yaratmak, meselâ insanı ayrı ayrı yüz cihazatıyla bir katre sudan icad etmek ve kuşu pekçok âlât ve muhtelif cihazlarıyla bir basit yumurtadan inşa edip mucizatlı suret giydirmek ve ağacı dal, budak ve mütenevvi âzâ ve eczasıyla basit, câmid karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuzadan terekküp eden bir küçük çekirdekten çıkarmak, muntazam, meyveli bir şekil giydirmek, elbette ve elbette bedahetle, şüphesiz, kat'iyetle, vücub ve zaruret ve lüzum derecesinde ispat eder ki, o herbir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle bir Kadîr-i Mutlakın irade ve meşîetiyle ve ihtiyar ve kastıyla o mahsus, mükemmel vaziyet veriliyor. Ve herşeye şâmil bir iradenin taht-ı hükmündedir. Ve bu tek masnuun bu şüphesiz tarzda irade-i İlâhiyeye delâleti gösteriyor ki, bütün masnuât, hadsiz, nihayetsiz ve güneş ve gündüz gibi zâhir bir kat'iyette, herşeye şâmil irade-i İlâhiyeye, adetlerince şehadetler ve bir Kadîr-i Mürîdin vücub-u vücuduna hadsiz hüccetlerdir.
Hem ilm-i İlâhînin sabıkan mezkûr bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünkü, ikisi kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. Herbir nev'in ve cinsin efradı, âzâ-i nev'iye ve cinsiyede tevafukları nasıl delâlet eder ki Sâni'leri birdir, vâhiddir, ehaddir; öyle de: Yüzlerinin simaları hikmetli bir tarzda, birbirinden fârikalı ve ayrı olması kat'î delâlet eder ki; o Sâni-i Vâhid-i Ehad, bir Fâil-i Muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşîet ve kast ile herşeyi yaratır.



Burada ne demek istiyorsunuz ?


Alıntı:
Yorum: Her şeyin Allah�ın iradesiyle olduğunu söylüyor. Bu kabul edilince iş cebr olur.



Yahu Allahın iradesini kabul etmek ayrıdır .İnsanın iradesini kabul etmek ayrıdır. Cebr kader konusunda insanın iradesini kabul etmiyor... Ustad bediüzzaman yukarıdaki sözlerde Allahın iradesini anlatmakda bu da insanın iradesinin olmadığına delil gösterilemez...


Alıntı:
Kader getirdi:


272 Aziz sıddık kardeşlerim� _13. Şua, s: 999;


Bu kaza-i İlâhînin adalet-i kaderiye noktasında, yeni talebelerden bir kısım zatların sırr-ı ihlâsa muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahu'l-İman mecmuası yerine Ayetü'l-Kübrâ muvafakatım olmadan tab olması ve nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mes'ele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tab edilmiş diye, ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlâhî ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyarî çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlâs dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna karşı alâkalarımızı tâdil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye çağırdı.

13. Şua, s: 1005;
Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin gençliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya rıza ve kadere teslimle mukabele ederek tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pekçok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız.


Rızık:

13. Şua, s: 1006;
Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur'ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetü'z-Zehrânın şakirtliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayınını ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faydaları düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.


279 Deyip o� _ 13. Şua, s: 1007;

Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur'âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek...


285 Yükleyenlerden hiç� _13. Şua, s: 1011;

Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kabil değildi:
Birincisi: Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır.



414 Tatlılaşsın. Hapisten� _ 14. Şua, s: 1073;

Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı.



Yorum: Rızkın hapiste ise, sen rızkını yiyeceğin için mecbur hapse girdin demektir.



Yukarıda acıklamısdık . Her bir hadise onlar yuzler belki binler hadise üzerine bina edilir . Yani Bir hadisenin olusabilmesi için tek bir sebeb olmayabilir bunun için bir cok sebeb gerekir Ustad Bediüzzaman bu hadisede O sebeblerden sadece birini ele almıs ...Ve sebeb göre alınması gereken dersi acıklamıs. Ancak hadiseninin neticesini ona bağlamamısdır netice ve sonuc ancak butun sebeblerin elenmesi ve mutaala edilmes ile ortaya konur...

Alıntı:
357: Hatalar, cevapları... _ 14. Şua, s: 1052;

Hata 52: Hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada düşmüştür.
Cevap: Risale-i Nur'dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur'un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir.

Yorum: Mahkemelerde dahi, Said Nursi�nin kaderi inkar ettiği saptanmıştır. Yani o kadar açık ki, anlaşılması zor değil.


Ne tevaffuk ki ustad Bediüzzaman kendi sözleri ile size cevap vermiş : " Cevap: Risale-i Nur'dan Kader Risalesi olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını Risale-i Nur'un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir." evet : sadece iftira ediyorsunuz boş sözlerden başka değil...
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Alıntı:
Ecel:

418 Sıkılmayınız meyus� _ 14. Şua, s: 1076;


Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,
Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ, birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çeker. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da, Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-yı İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; "Üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek" İslâmiyet emrediyor. Eğer o katil bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz'î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlâhiyeye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyorlar. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurlar dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beraatimize bir sebep olup hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında "Mâşaallah, bârekâllah" dedirttiler, o mahpuslar tam teneffüs ettiler.


Yorum: Katil kaza-i ilahiye vasıta olmuşsa, mecbur öldürdü demektir.


Allahu teala sıfatları itibari ile herşeyi bilmekdedir evvelide ahiride sizin ne yapabileceğinizide.. demekki o insanın o hadiseyi yapabileceğini bildiği için o kazaya sebeb olmus... Bunu ise o kazaya sebeb olanın kendi iradesiyle yapdığını bildiğimiz için sölüyoruz. Eğer o yapanın iradesi olmasaydı belki sizin gibi mecbur kılındı denilebilir...


Alıntı:
561 Biçilmiş ve� _ 15. Şua, s: 1139;

Yani, ehemmiyetli bir hikmet için, zâhir nazarda müphem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ipham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sayfasında her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir, tekaddüm, teahhur etmez. Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var. Meselâ, koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîzin hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan sâfi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat'î bir surette red ve bir Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat'î gösteriyor. Bu iki cüz'î misâle bütün zîhayat, zîruh kıyas edilsin.
Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyun içinde mukadderat defterinde kayıt edilmiştir. Fakat, gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve müphem ve gayr-ı muayyen ve zâhiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp, eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hattâ dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış. Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir madeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar, belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı.

Yorum: Demek ki tesadüf değil. Tesadüf değilse, cebr olduğu aşikardır.

Siz sanırım cebri ile kafanızı bozdunuz her gördüğünüz şeyi cebri deyip duruyorsunuz ? yoksa siz her kırmızı mersedesi babanızın mı sanıyorsunuz ? Yahu ne alakası var ustad Bediüzzaman yukarıdaki sözlerinde cüzi iradeyi red etmemiş ki ?

Alıntı:
Gazali övülüyor:

635 Yani ecnebi� _ 8. Şua, s: 935;

İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın en mühim ve en müdakkik üveysî bir şakirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor ki: "Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali'ye (r.a.) emretti, 'Yaz'; o da yazdı, sonra nazmetti."



Yorum: İslamiyetin en meşhur ve parlak hücceti olarak vasıfladığı Gazali; sapıklık diye isimlendirdiği cebr itikadını savunur.

Sölemek ile olmaz yukarıda cevabını verdik.. Delil ile geliniz.. Şurada burada demeyiniz...

Alıntı:
267 Hasenat yazdırıyor� _ 13. Şua, s: 1001;


Evet, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebep var: Biri zâhirîdir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikattır ki, kader-i İlâhî ona göre hükmeder, o aynı hâdisede beşer zulmünün altında adalet eder. Meselâ, bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm-ü beşer içinde adalet eder.

Yorum: Soruyorum: Peki yaptığı gizli cinayet kader değil miydi? Yoksa o kaderin dışında mıydı?


Siz sanırım daha kaderin ne olduğunu bilmiyorsunuz ? Cebri deyip duruyorsunuz ama onun gibi iradeyi inkar edip herşeyi kadere verip kurtulmayı düşünüyorsunuz ? Yahu adamın gizli bir cinayeti diyor yani kendi iradesi ile yapmıs öle ise sorumludur ve öle ise cezaı verilecekdir. Allahu teala cezasınıda hikmeti ve rahmeti ile başka bir zalimi vesile kılıyor ve ila ahir...

Alıntı:
ALTINCI MESELE
Rivayette var ki, "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra �Mesih Deccalin fitnesinden... Ahir zaman fitnesinden... (sana sığınıyoruz Allah�ım)� vird-i ümmet olmuş.
Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler. Meselâ, Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.


Yorum: Bu ifadelerinden cebr itikadını kabul etmediğini anlıyoruz. Görüldüğü üzere eserleri kader hususunda çelişkilerle doludur.


Zıtlık sizin aklınızda diğer cevaplarımızda nasıl olduğunu söledik...

Alıntı:
ASA-YI MUSA
(Envar Neşriyat, 1988 basımı)
--- Sayfa 211: Ya Rabbi ve ya Rabbe�s-semavati vel-aradin! Ya Halıkı ve ya Halık-ı Küll-i Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur�an�a ve imana hizmet için, insanların kalplerini Risale-i Nur�a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kamil ve hüsn-ü hatime ver. Hazreti Musa Aleyhisselam�a denizi ve Hazreti İbrahim Aleyhisselam�a ateşi ve Hazreti Davud Aleyhisselam�a dağı, demiri ve Hazreti Süleyman Aleyhisselam�a cinni ve insi ve Hazreti Muhammed Aleyhisselam�a Şems ve Kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur�a kalpleri ve akılları musahhar kıl! � Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü�l-Firdevs�te mes�ud kıl! Amin. Amin. Amin.
--- Yorum: Görüldüğü gibi bu duada bir çok cebr sözleri mevcuttur. Kalpleri ve aklı çevirenin Allah olduğu, yine nefsin ve şeytanın şerrinden de koruyanın Allah olduğu ifade ediliyor. Peki nefis ve şeytanın zarar verdiği kimseleri, Allah korumuyor mu? Yani ifade ettiği sözler, cebr oluyor. Lakin bunlar, cebre yine muhalif oluyorlar.

sözleriniz içinde bile tezatlık var ilk cümlenizde cebri olduğunu sonraki cümlenizde olmadığını sölüyorsunuz ? Neyse ...Nasıl ki sen bir eşkiyanın zülmunden korunmak için gider o ülkenin padişahına sığınır ve Ondan medet umarda Her yerde o padişahın namıyla dolasırsan elbette o eşkiyalar O padişahın azametinden korktuğundan sana ilişmezler ama eğer sen O Padişahı tanımaz ve ondan medet ummazsan elbette o eşkiyalar sana zarar verebilir..

Alıntı:
*** İŞARATÜ�L İCAZ
Bakara suresi Ayet 7 - s: 1188:
S ��Hatem� ile �Ğışaveh� arasında ne fark vardır ki, �Hatemallah� isnad edilmiştir.�Ğışaveh� isnadsız bırakılmıştır?
C � �Hatemallah� Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. �Ğışaveh� ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. Ve keza, mebde itibarıyla rüyette bir ıztırar vardır; sema'da, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hâtıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur.�Ğışaveh� tâbiri, gözün yalnız ön cihete hâkim ve nâzır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alâkası kesilse, bütün bütün kör kalır.
Tenkiri ifade eden �Ğışaveh� deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malûm olmayan bir yerde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir.
Câr ve mecrûrun �Ğışaveh� üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin aynasıdır. �Velehum azabun azim� Bu cümlenin mâkabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o mel'un şecerenin âhirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.
_Yorum: Cevapta, ğışaveh�in Allah tarafından olmadığını ifade ediyor.


Ustad Bediüzzaman gayet guzel bir uslub ile anlatmıs aslında siz konuyu bir pargarafını almıssınız ayeti kerimenin kime nicin nasıl hangi makamda sölendiğine ve Risaledeki mevzunun evvelini ve ahirini mutaala etseydiniz anlıyacakdınız ki buradaki perde den kasıt Allahın perdelediği göz değil yani insanların kendi iradesi ile görmemesidir...


Alıntı:
S - Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?
C - Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mâl-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlâhiyeye mazhar olduklarına dair işârât-ı hadisiye vardır.
Yorum: Kafirin zamanla cehennemdeki azabının ona evvelki kadar şiddetli gelmeyeceğini beyan ediyor
.


Neyse...
Evet Ustad bediüzzamana Allahın bu hadisedeki şefkati merhameti sorulmus oda dünyadaki hayırlarına mukabil onlara bir zaman sonra ülfet verilerek merhatmetinin ve şefkatinin tecelli olacağını beyan etmiş ...



Alıntı:
*** MESNEVİ-İ NURİYE
Katre � s:1303:
Gaflet suyuyla tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenab-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. "Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da O�nun kudretindedir" diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah'ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.
Habbe � s: 1331:
Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.
Zerre � s: 1340:
İ'lem eyyühe'l-aziz! Halk-ı eşya hakkında mûcibe-i külliye sadık olmadığı takdirde, sâlibe-i külliye sadık olur. Yani, ya bütün eşyanın hâlıkı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir. Çünkü, eşyanın arasında muntazam tesanütle halk ve yaratmak, tecezzîyi kabul etmez bir külldür, bazıyet yoktur. Ya mûcibe-i külliye olacaktır veya sâlibe-i külliye olacaktır. Başka ihtimal yok. Herşeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh, ednâ birşeyde hâlıkıyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder.
_Yorum: Madem bütün eşyanın halıkı Allahtır, o halde cüzi iradeyi de Allah varetti demektir.


Ustad Bediüzzaman bunu " Halkı şer şer değildir belki kesbi şer şerdir" diyerek size cevap veriyor evet bir kötülüğün yaratılması kötü değildir belki onun işlenmesi kötüdür diyor ve İradenin yaratılması ile o iradenin işlediklerini yapması cok ayrı şeylerdir... Allah iradeyi yaratmısdır ama kumanda sende...

Alıntı:
Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, ey Melik, ey Azîz, ey Kahhâr, ey Rahîm, ey Vedûd, ey Gaffâr, ey gayb âlemlerini her haliyle bilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan
Onuncu Risale � s: 1351:
İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakkın atâ, kazâ ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kazâ kanununu; kazâ da, kaderi bozar. Meselâ: Birşey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazâ demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazâdan affetmek, atâ demektir. Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kazâ kanununun kat'iyetini deler. Kazâ da ok gibi kader kararlarını deler. Demek, atânın kazâya nisbeti, kazânın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kazâ kanununun şümulünden ihraçtır. Kazâ da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vakıf olan ârif, "Yâ İlâhî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazândandır. Eğer atân olmasaydı helâk olurdum" der.
_Yorum: Kaderin değişebileceğinden bahsediyor. Soruyorum: Allah�ın ilmi değişir mi? İlminde değişme olur mu? �Olmaz� denirse, bu yoruma ne denecek?


Sanırım konuyu çarpıtmaya calısıyorsunuz... Kaderin tamamı değişmez değişebileceği kısmını ÜsTad Bediüzzaman sölemiş : Mesela diyelim ki İstanbula Allahu teala bir bela takdir etmiş bu takdir kaderdir . Takdir ettiği şey ise kazadır. Mesela bu bela deprem vesilesi ile olsa ve O Allahın sevdiği bir kul o bölgede yaşıyor olsa ve dua etse Ya Rabbi bizler ve memleketimizi beladan ve kazadan muhafaza et dese o zaman Allah o sevdiği kulun duasını geri cevirmez ve bu dua ata olur. Ata ise kazaya mani olur kaza ise kaderi değiştirir ...

"

Atâ, kaza ve kader münasebetleri

CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar hakikatinin izahı:

Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.

Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d 39)

" www.sorularlarisaleinur.com dan alıntıdır...



Lemalar
SuBHaNaLLaH



Kayıt: Feb 27, 2007
Mesajlar: 2

Tarih: Çrş Şub 2007 14:02

--------------------------------------------------------------------------------
Alıntı:
Nokta - s: 1371:
İşte Kur'ân-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakikî yalnız Allah'tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir-tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde, dest-i kudret umur-u hasîse ile mübaşir görünmesin.
Nurun İlk Kapısı - s: 1394:
Ey gençler ve ey İslâm evlâtları! Avrupa'nın size karşı olan merhametsiz zulüm ve adavetine ve batıl efkârına ne akılla muhabbet edip onları taklit ediyorsunuz ve onlara ittibaen sefahetlerine iştirak ve saflarına iltihakla mukabele ediyorsunuz? Onları taklit ve onlara ittibâ ile beraber dâvâ-yı hamiyet yalandır. Milleti istihfaf ve milliyetle istihzadır! Cenab-ı Hak bizi de, sizi de tarik-i müstakimden ayırmayıp hidayette kılsın. Âmin.
_Yorum: Demek ki tarik-i müstakimden ayıran kimmiş?

*** BARLA LAHİKASI
_Sıra no: 206, sayfa: 1510:
İşittim ki, Onuncu Sözden sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz-tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar. Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip tesellî buluyorum. Cenab-ı Hak beni de, sizi de tarik-i Haktan şaşırtmasın. Âmin.
_Yorum: Demek ki tarik-i Haktan kim şaşırtıyormuş?

kurtuluş ittiba ile olur delik aramalar ile olmaz... Allahu tealanın seni doğru yoldan ayırması ve ayırmaması senin iradene bağlıdır sen istersen O ayırır Sen istemezsen O ayırmaz... İşde Ustad Bediüzzamanda ayırmaması için Onun dergahına sığınıyor ve dua ediyor... Bizlerde amin deriz...

Alıntı:
*** KASTAMONU LAHİKASI
_Sıra no: 7, sayfa: 1575:
Rabian: Risaletü'n-Nur, kendi kendine Kur'ân'ın himayeti ve hıfz-ı Rabbânî altında intişar ediyor. İmâm-ı Ali (r.a.) iki defa sırren, sırren demesi işaret eder ki, perde altında daha ziyade feyiz ve nur verir. Sizin gibi kardeşlerim, zamanın sarsıntılı hâdisâtına karşı-şimdiye kadar gibi-yine tam mukavemet eder ümidindeyim. �Kadere iman eden kederden emin olur� düsturumuz olmalı.
_Yorum: �Kadere iman eden kederden emin olur� ifadesi risalelerde birkaç kez geçiyor. Bu ifadeden ne anlaşılıyor? Şu anlaşılıyor: Cebr. Yani bu ifade cebri savunamak manasındadır. Zaten risalelerde kader hadislerinden fazla bahis yoktur. Birkaç tane vardır. Onlardan biri de bu rivayettir. Ancak görüldüğü gibi bu rivayette cebr inancını vurgulayan bir ifadedir. Bunu ifade ettiği halde yazar ısrarla özgür iradeyi savunmaktadır.


Yahu illa Cehennem diyorsunuz... Hasbinallah..neyse...

Ustad bediüzzaman Kadere iman eden kaderden emin olur sözü ile cebrin görünüşünü nasıl bağladınız size hayret ediyorum ve o aklınızdan şüphe ediyorum .. Risale-i Nurda kader hadislerinde fazlaca bahsi yodkru sözünüz cok gülünc ... Usatd Bediüzzaman sadece kader risalesini hemen hemen her cümlesini bir hadisi şerife istinaden ve ayeti kerimenin ışığında yazmısken bu tarz sözleri sölemek ancak sizleri gülünc duruma düşürür...


Alıntı:
_Sıra no: 8, sayfa 1575:
Aziz kardeşlerim, Bilmukabele bayramınızı tebrik ederim. Sıhhatimi soruyorsunuz. Buranın çok şiddetli kışı ve odamın çok soğuğu ve üç hazin gurbetin tesiri ve üç asabî hastalığın sıkıntısı ve bütün bütün yalnızlıkla kabil-i tahammül olmayacak çok zahmetlere maruz olduğum halde, Hâlıkıma hadsiz şükrederim ki, her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bilkaderden, kazâya rıza ilâcını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.
_Yorum: Seni Allah şükrettirdiyse, Allah�ın sebep olduğu bu fiili yapmamaya kudretin var mı? �yok� dersen, hani özgür iraden?


Özgür olduğu için Allaha şükrettirmiş ya özgür olmasaydı nasıl şükrettirsin ?

Alıntı:
Sıra no: 11, sayfa 1575:
Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır. Burada çok zatlar kat'iyen hükmediyorlar ki, Risaletü'n-Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilâyetleri sair yerlere nispeten âfât-ı semâviyeden mahfuz kaldıklarının sebebi, Risaletü'n-Nur'un verdiği iman-ı tahkikî ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünkü böyle âfatlar, za'f-ı imandan neşet eden hatâların neticesidir. Hadisçe, sadaka belâyı def ettiği gibi, o kuvve-i imaniye dahi o âfâta karşı derecesiyle mukabele ediyor.
_Yorum: Esasen sadaka belayı defedemez. Zira Allah�ın ilminde olan bela gelecektir. Zira gelmezse Allah�ın ilminin cehle dönmesi icap eder ki muhaldir. O halde bu rivayet edilen hadis reddedilmelidir ya da bu sözü eğer resulullah söylemişse yanlış yapmış demektir. Ve bu söz küfürdür.


Yahu sadaka nasıl belayı def etmesin Risale-i Nurun cok yerinde ata kaza ve kader kanununlarının birbirine olan munasebetini ve hatta yasanan yuzbinler hdiaseler göstermiyor musize .. hadisin rededilmesinden bahsediyorsunuz .. Hadisi şeriflerde ve ayet-i kerimelerde vardır ki sahih hadisler rededilemez edilse küfre girilir hatta Resülü zişan a.s.v. efendimize hata isnad edilmesi dahi küfre götürebilirken sahih olan rivayeti akla uygun tarzda anlatmak mı küfre götürsün ?...

Alıntı:
_Sıra no: 13, sayfa 1575:
Birinci Şuada iki üç âyetin işârâtında, Risaletü'n-Nur'un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillâhilhamd, iki emâre birden kalbime geldi.
_Yorum: Bu emareler kalbine nereden geldi? �Allah�tan� dersen, bu düşüncelerimizi Allah�ın varettiğini kabul etmek olur ki cebr demektir.


Yani tutmus cebri ye götürmüşsünüz ... Yahu yukarıda da cok defa sölediğimiz gibi yine söleriz tekrarlatan sizsiniz : Evet Allah dilemezse kainatta bir yaprak dahi düşmez ve Allah bildirmez se kimse bir sey bilemez Hersey Allahın bildirmesi ve dilemesi ile olur ki Risale-i Nurda bunuda usatd bediüzzaman ispat etmişdir.(Onaltıncı sözde)

Alıntı:
_Sıra no : 34, sayfa: 1587:
Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat'î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur'a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.
_Yorum: O halde unutturan ve tekrar yazdırtan Allah�tır.
_Sıra no: 39, sayfa: 1595:
Hiç birşey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir ki, böyle cüz'î ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüp gözetiliyor ve tanzim ediliyor.
_Sıra no: 68, sayfa: 1611:
Bilirsiniz ki, bütün ömrümde kimseden hediyeleri kabul edemiyorum. Hattâ Rüşdü'nün bu defaki hediyesini reddedip hatırını kırdım, geri çevirdim. Cenab-ı Hak beni muhtaç bırakmıyor. İnsanlara da muhtaç etmiyor.
_Yorum: O halde muhtaç olanları Allah mı muhtaç ediyor?


Ne alakası var kardeşim oradaki hadisede Ustad Bediüzzaman bir kerameti ortaya koymus ve isbat etmiş.. Allahtan baska her varlık muhtacdır .Ustad ise her daim sadece Allaha muhtac olduğunu ispat ediyor. Diğerlerinin ise muhtac olup olmaması ise kendi iradeleri istiyor Allah veriyor...

Alıntı:
_Sıra no: 166, sayfa: 1672:
Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edîbâne, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus lâtif tâbiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedi'lerin ve hodfuruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşaallah o teessüratı izale eder. Risale-i Nur'un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir.
_Yorum: Kabul etmeyenlere Allah mı kabul ettirmiyor?

Yine Tekraren söleriz .. İradesi ile ister Allah verir sen doğruyu anlatırsın iradesi eğer evet bu doğrudur derse Allah ona kabul ettirir yok iradesi ile hayır derse Allah ona kabul ettirmez... Yoksa sizin vurgulamaya çalısdığınız gibi busbutun sebebleri terk etmek ile olmuyor...


Alıntı:
*** Emirdağ Lahikası 1
_Sıra no: 30, sayfa: 1699:
Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
_Sıra no: 147, sayfa: 1763:
Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat'î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. �Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır� (Bakara 216) çok kat'î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.
_Sıra no: 150, sayfa: 1764:
Şimdi, İstanbul'da, daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imanî hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah'ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok" diye mukabele etmek istiyorlar. Halbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
*** EMİRDAĞ LAHİKASI 2
_Sıra no: 78, sayfa: 1853:
Cenab-ı Hakka şükür ki, yirmi sekiz sene dini siyasete âlet ithamı altında kader-i İlâhî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için, beni, beşerin zâlimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor. Yani, "Sakın, sakın," diye îkaz ediyor. "İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.
_Sıra no: 151, sayfa: 1912:
Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz." Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir" deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur'ân'dan ders almışım.
_Yorum: İmanı verenin Allah olduğunu söylüyor, o halde küfrü de Allah veriyor demektir.


Evet sen istersen verir istemezsen vermez...Sebebleri bırakıp neticeye tutunmayınız..

Alıntı:
*** Dipnotlardaki Cebr İfadeleri:
19. Mektup, s: 446; �Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur'ân nuruyla nurlandır.�
28. Mektup, s: 524; �Allahım, bizi şükredenlerden eyle-rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.�
14. Lem�a s:635; �Ey Rahmân ve Rahîm olan Allahım! "Bismillâhirrahmânirrahîm"in hakkı için, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et ve Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırlarını anlamayı temin et.�
Mesnevi-i Nuriye � Katre, s:1298; �Allah'ım, bizi saadet ehlinden kıl, Said'ler zümresinde haşret ve Said'lerle beraber, Nebiyy-i Muhtârının şefaatiyle Cennete ithal et. Ona ve Âline de, Senin rahmetine ve onun hürmetine lâyık şekilde salât ve selâm et. Âmin, âmin, âmin.�
İşaratü�l İcaz-Fatiha suresi, s:1166; �Allah'ım, bizi bu sûrenin hürmetine sırât-ı müstakim ehlinden eyle. Âmin.�
23. Lem�a, s: 677; �Ey muhafaza edici olan ve koruyucuların en hayırlısı olan Allahım! Beni ve arkadaşlarımı nefsin ve şeytanın şerrinden, insanların ve cinlerin şerrinden, ehl-i dalâlet ve tuğyanın şerrinden muhafaza et. Âmin, âmin, âmin.�
22. Lem�a, s:674; �Allahım! İhlâs Sûresinin hakkı için, bizi ihlâs sahibi olan ve ihlâsa eriştirilen kullarından eyle. Âmin, âmin.�
13. Söz, s:56; �Ey Kur'ân'ı indiren Allahım! Kur'ân'ın ve kendisine Kur'ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân!�
9. söz, s:17; �Allahım, bizi saadet, selâmet, Kur'ân ve iman ehlinden eyle Âmin. Allahım, Efendimiz Muhammed'e ve âline ve ashâbına, Kur'ân'ın bidâyet-i nüzulünden zamanın nihayetine kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin temevvücât-ı havâiye aynalarında Rahmân'ın izniyle temessül eden bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün mü'minlere rahmetinle merhamet et, ey Erhamürrâhimîn. Âmin. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.�
20. söz, s: 101; �Allahım! Kur'ân'ın esrarını, sevdiğin ve râzı olduğun şekilde bize tefhim et ve onun hizmetine bizi muvaffak et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn.�
Rumuz, s: 2342; �Allah'ım, kavgamızı içimizde birbirimize karşı kılma. Bizi dahilî mücadeleye sürükleme.�
Kastamonu Lahikası-Mektup No: 25, s: 1583; �Allah'ım, iman ve Kur'ân hizmetinde onu muvaffak eyle.�
8. söz, s:14; �Allahım, kalbimizi iman ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Allahım, Sana karşı fakrımızla bizi zengin kıl; Senden istiğnâ ile bizi fakir düşürme. Biz kendi havl ve kuvvetimizden teberrî edip Senin havl ve kuvvetine iltica ettik. Sen de bizi, Sana tevekkül edenlerden eyle. Bizi nefsimize terk etme. Bizi hıfzınla koru. Bize ve erkek, kadın bütün mü'minlere rahmet et. Kulun, nebîn, safiyyin, halilin, mülkünün cemâli, masnuatının melîki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidayetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin misali, mahlûkatının nuru, mevcudatının şerefi, mahlûkatının kesreti içinde vahdetinin sirâcı, kâinatının tılsımının kâşifi, saltanat-ı rububiyetinin dellâlı, marziyyâtının mübelliği, Esmâ-i Hüsnânın hazinelerinin tarif edicisi, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümanı, cemâl-i rububiyetinin aynası, Senin görülüp gösterilmene vesile olan, habîbin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm et. Âmin.�
Barla Lahikası - Mektup No: 101, s: 1448; �Allah'ım, kalblerimizi iman ve Kur'ân nuruyla nurlandır.�
Mesnevi-i Nuriye - Nurun İlk Kapısı, s: 1379; �Allah'ım! Bizi ehl-i saadet ve ehl-i Kur'an ve imandan olmayı nasip et. Âmin.�


Dua etmek sapıklık mı oluyor ? Yahu kendinizi bu kadar gülünç duruma düşürmeyiniz...

Vel Hasılı kerem butun yazınızı en başından sonuna kadar kontrol ederek okuduk ve gördükki zamanın cahillerinin yapdığı gibi öncelikle bir iki cümleyi alıp oradan bir yem atıp nasıl cürütürüze girmişsiniz.Ve Secdiğiniz konunun kader olması ise amacı gayenizin öğrenmek anlamak ve arastırmak olmadığını sadece yok etmeye cürütmeye calısmak olduğunu görüyoruz madem amacınız böledir öle ise Risale-i Nurdaki her bir sözü cürütrmek için bir seyler bulmaya calısacaksınız bulamayıncada makam olarak ayrı olan konuları ve hadiseleri birbiri ile bağlamaya çalışacaksınız böle oluncada netice de Resülü Zişan a.s.v. Efendimizden sonra gelen peygamber olduğunu iddia eden yalancı adamlar gibi mucize gösterecem diye ahmakane haller içine girip gülünc duruma düşeceksiniz... Aklınızı başınıza alınız yoksa büsbütün azab içinde kalacaksınız..
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Sevgili kardeşim evvela eğer uslubumda veya sözlerimde hata etmiş ise kusurumu mazur görünüz saniyen aklınızın almadığı bazı meseleler olabilir bunu inkar ve iftira etme yoluna girmek yerine aklınızın alabileceği bir sekle dönüstürmek daha doğru bir yoldur.. Risale-i Nurdaki gerek ifadeler gerekse uslubu mana derinliğine vesile olmusdur bun içindir ki Risale-i Nurdaki mevzuları herkes tam hakim olamaz onun için daha uygun bir uslub ile anlamaya calısmak daha doğrudur. Eğer kader ile ilgili bir sıkıntınız var ise sorunuz elimizden geldiğince cevap verelim ama iftira veya camur atma yolunu tercih etmek sizin gibi arastırmacı ve akılcı birine uygun yakısır düşmüyor...

Rİsale-i Nur ile alakalı her tur sorunuzu www.sorularlarisaleinur.com sitemizden ilmi heyetemiz ile mutaala muaraza muzakere edebilirsiniz...

Selam ve Dua ile...
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
13söz 2 makami

13. Söz'ün ikinci makaminda bir mektup var:

“Maktul herhalde eceli geldiginden daha ziyade yasamiyacakti.”

denilmis. Kader risalesinde ise:

“Kader sebeple müsebbebe bir taalluku var”

ifadesi geçiyor. Zahiren bakildiginda
bir tenakuz var gibi gözüküyor. Izah eder misiniz?
Bir tenakuz yoktur. Çünkü kader risalesinde üstadin söyle
bir ifadesi vardir:
“Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cay-i istimali
vardir. Oda mazi ve mesaibtedir ki yes’in ve hüznünü
ilacidir.”


“Her halde o maktul ondan daha fazla yasamayacakti”
ifadesi, hadise maziye geçtiginden dolayidir. Yani katil
iradesini kullanmis, imtihan icabi Cenab-i Hak ona
müsaade etmistir. Ve adam da ölmüs. Hadisenin tamami vuku
bulmustur. Dolayisiyla bu hadiseyi kader canibinden
degerlendirmek, maktulün varislerini, hüzünden,
meyusiyetten kurtarir, elemi ve izdirabi dindirir.
Kader risalesindeki ifade ise:
Kaderin sebeple müsebbebe bir taalluku var. “Bu sebep
olmasaydi bu netice meydana gelir miydi, gelmez miydi”
mevzuunda ehli sünnet “
sen bu suçu islemezsen maktulün
ölüp ölmeyecegi bilinmez” diyor. Zaten burada sebebi
kaldirinca müsebbebin illa yasamasi diye bir netice
çikmaz. Mutezileye göre bu netice çikar, Cebriyeye göre
ise “ates etsen de etmesen de maktul ölecektir” deniyor.
Biri ifratta digeri tefrittedir. Sirat-i müstakim ise
ehl- i Sünnetin fikridir.
Dikkat edilirse yine bu degerlendirme vuku bulmus bir
hadise içindir. Simdi adamin tüfek atmamasini farz etsek,
yani sebebi kaldirsak hayalen olayi olmamis gibi düsünsek
o zaman maktulun durumunu ne ile hükmederiz ve onun
ölümünü neye baglariz. Iste üstadimiz, burada ölürdü veya
ölmezdi ifadesinin kullanmiyor. Ehl-i sünnetin görüsünü
nazara verip, “bizce maktulün durumu bilinmezdi.” diyor.
Hapishanedeki mahpuslara tavsiyesi ise, kaderin cay-i
istimali olan mazi ve musibette kullanma metoduyla hem
maktulun varislerini rahatlatiyor, hem de mahpusun tövbe
ve nedamet etmesini ve Allah’a iltica etmesine yol
açiyor.
 

Garib

Well-known member
ey kardeşlerim!bu zamanda,öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde,hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakarlık taşımak gerektir.
Allah razı olsun abi cevapları güzel vermişsin.:)))
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Konu yeniden düzenlenmişdir. -Kafa karışıklığını ortadan kaldırmak için sadece iddialara verilen cevaplar aynen bırakılmışdır-
 
Üst