¨¨°º© Gözler ©º°¨¨

Eyvàh!

Well-known member
Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyata kördür”





Bu gözler onun gözleri işte: Bir yaz fırtınasının sıcak kolları arasında tutuşan, okyanusların semaya kalkmış meczub mavi dalgalara... Bu gözler onun gözleri işte.. Mavi kayalardan oyulmuş; hapsedildikleri zulmet içinde güneşi yitirmenin bahtsızlığıyla donmuş; aczin, acze rağmen cürmün Lat ve Uzza’ları... Bu gözler onun; nevbaharın ayaklarına bend donmuş çimen kokuları. Bu gözler onun; kaktüse dadanmış bülbülün, arş’ı da kendisiyle birlikte titreten ah-ü zarı.

Elinde bir ayna. Aynada okyanus mavisi iki pencere, onun mavi gözleri. Ayna, sırat köprüsü. Köprüde o. Sırtında dağların taşların çekemediği emanet... İşe aynayı tutan elinden mi başlayacak, gözlerini aynaya gotüren ışıktan mı, aksini gösteren aynaya gotüren ışıktan mı, aksini gösteren aynadan mı? Yoksa aynada kendisini gören gözlerinden mi? Ya gördüğünü müdrik akıl? Veya aklın idrakiyle titreyen, eriyen gönül?

Eller, aynanın hamalı. Işık, “gotürmem” diyemediği yüke vasıta. Ayna, bir cam parçası. Gözler, gösterileni görmeye memur. Akıl, idrak tahdid edilmiş terazi. Ama ya gönül...

Aynayı eline alır, mavi gözlerini seyrederdi mağrur bir tebessümle. Uçsuz bucaksız denizlere benzetirdi onları. Güya uçarcasına süzülen beyaz bir yelkenliye binerdi de yol alırdı. “Ben” derdi, ben...”. Mesafeleri koyardı önüne ardına. Mesafeler, sathı, mücerred...

O, yüzeyi derinlik mi sanmıştı ne? İlk hatasıydı bu belki. İlk, ama sonraki nicelerine gebe. Kabul, ayna vardı; elindeydi, parmaklarının arasında tutuyordu. Işık, tarifi güç olsa da kendisini ispatlayan gerçek. Gözleri, maddi idiler. Aklı da kendisini türlü tezahürlerle kabul ettiriyordu. Ve, Var Olan’ı inkara kadar vardırmamıştı işi henüz. Var’ın ustası vardı mutlaka. Fakat aynanın sırrını çözemiyor, kapak penceresini açamıyordu. Hatalar işliyordu bu sebeple. “Ben” deyince, akla yükleniyordu okyanuslar. Hâlbuki kaç dirhemdi bu terazinin çekebileceği sıklet?

Bilemiyordu. Öğretmemişlerdi. Öğretmemişler miydi?.. Ya da bilmek yetmiyordu, bir şeyler eksikti. Bu yüzden aynaya, aynadaki aksine takılıp kalmaktan kurtaramamıştı kendisini. Tatmin olamayışının izâlesine ise başka şeyler arıyordu. Başka, bambaşka şeyler... Hatasını hatalar, suçlar takip etti. Ve sanki suçlu gözlerinin mavisiymiş gibi, maviyi görmek istemedi bir zaman. Güneşe gözlerini kapattı, gitti karanlığa bel bağladı. Kirletti O güzelim dünyayı. Dondurucu fırtınaların eline teslim etti kendisini. Okyanuslarındaki meczub dalgalar öylece dondu kaldı, herbiri taş kesildi. Sonra gördü ki; karanlık içinde, birisi keski diğeri çekiç tutan iki el, yontma- ya başlamış taşlaşan mavi suları... Kabataslak, dev heykeller teşekkül etmeye başlamıştı. Herbirinden binler inilti, binler feryat geliyordu kulağına. Üşüdü. Mevsimsiz doğmuş ceylan yavrusu gibi titredi. Oysa güneşini kendisi karartmamış mıydı? Kendisini bu zindana atan, dünyasını zulmete boğan kendisi değil miydi?

Ama hayır! Daha fazlasına izin veremezdi. Evet, hiç değilse buna izin vermemeliydi. Sıçradı yerinden, davrandı aynaya doğru. Heyhat, başı çarpmıştı. Düştü tekrar. Acz... Kendisini lekelerken ortada görünmeyen veya perde arkasından alkışlayan acz, şimdi iğrenç bir tahakkümle ellerini kollarını bağlıyordu onun. Yardıma ihtiyacı vardı. ‘İmdat!” diye feryad etti. Sonra da utandı. Yaptıkları geldi geçti haylinden. Suçlar... En büyük suçlar, kapkara lekeler... Acz içinde nedamet... Yoo, nedamet varsa ve samimiyse, acz hükmünü yitirecekti elbet. En azından hususiyetini değiştirecekti.

Bu hisle silkindi yeniden. “ Başka ne yapabilirim ki?” diye geçiriyor olmalıydı aklından. Bir daha, bu defa daha candan haykırdı. Öyle ki, o mermer gözlerde iki damla yaş... Damlalar sanki sihirli birer kılıç oldular, heykellere, onları oyan ellere vurdular vurdular... Son darbe aynaya isabet etti. Okyanuslar taştı. Bu sefer içe doğru bir hücum... Beyaz yelkenli battı… devrildi heykeller. Ama lekeler?.. Şimdi lekelerle oyalanılacak zaman mıydı canım. Bir büyük dalga aklın kefelerini çekti koparttı. Her şeyi o terazide başlayıp bitiyor sanan arkadakilere, gönlün yolunu gösterdi. Rahmet...

Putlar kırılmış, buzlar erimiş, sular vadiyi bulmuştu. Gözden gönüle billur bir ırmak süzülüyordu. Ayna, şeffaf pencere, ardından nurlu bir tebessüm. Esen meltemlerin dilinde ılık fısıltılar… “Gel. Nedametine tutun, aczine sarıl gel. Aklım da peşinden sürükle gel. Günahlarından titre gel...”

Gidiyordu. Gözüyle gönlü kol kola. Akli onların ardı sıra. Ümitliydi, maziden taşıdığı, silinmesi çok güç olacak bir sürü lekeleri varsa da.

Bu gözler onun gözleri işte: Bir yaz fırtınasının sıcak kolları arasında tutuşan, okyanusların semaya kalkmış meczub mavi dalgaları... Bu gözler onun, nevbaharın ayaklarına bent olmuş çimen kokuları.

“Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı,
Sen seni bil sen seni.”
 
Üst