Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
«-Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir.

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat ber­zahına uğ­ramadan, lûtf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yük­sek ve kısa tarik şudur. Demek, ha­kaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nur­lara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik ola­bi­lirler ve mâliktirler.» (Mektubat sh: 356)

«Madem Kur’ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üsta­dı­mızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O kendi kendini met­hediyor. Biz de onun dersine itti­bâen, onun tefsirini methedeceğiz.

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tef­siri­dir.

Ve o risalelerdeki hakaik, Kur’ânın malıdır ve haki­katleri­dir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan elif lâm râ’larda, hâ mim’lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle gösteriyor, kemâlâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi ken­dine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas et­miş Kur’ân-ı Hakîmin lemeât-ı i’câziye­sinden ve o hizme­tin makbu­liyetine alâmet olan inâyâtı Rabbâniyenin izha­rına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.» (Mektubat sh: 368 )


3- «Sözler hakkında, tevazu suretinde demiyo­rum belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir.» (Mektubat sh: 369)

4-
«Risale-i Nur eczaları, bütün mühim ha­kaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en mu­an­nide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir.

Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avamlara da, çocuklara da bildi­ri­yor.)


Hem meselâ, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, kırk elli say­fada, meşhur Mukaddemât-ı İsnâ Aşer namıyla telvih nam kita­bında ancak hal­lettiği ve ancak havassa bildir­diği aynı me­sâili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sayfasında ta­ma­mıyla, hem herkese bildi­recek bir tarzda be­yanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felse­fenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tıl­sım-ı kâinat de­nilen ve Kur’ân-ı Azîmişşânın i’câzıyla keşfedilen o tıl­sım-ı müşkülküşâ ve o muammâ-yı hay­retnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın altı adet hikme­tinde keşfedilmiştir.

Kâinattaki faaliyet-i hay­retnü­mânın tılsımını ve hilkat-i kâ­inatın ve âkıbetinin mu­ammâ­sını ve tahavvülât-ı zerrat­taki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir meydandadır, ba­kı­labilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububi­yeti, hem niha­yetsiz kurbiyet-i İlâhiye ile nihayetsiz bu­’diye­ti­miz olan hayret-en­giz hakikatleri, kemâl-i vu­zuhla On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat mü­savi olduğunu ve haşri âzamda umum zîruhun ihyâsı, bir nef­sin ihyâsı ka­dar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâ­inatta müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak ol­duğunu ke­mâl-i vuzuhla gösteren Yirminci Mektuptaki Ve Hüve alâ külli şey’in kadîr kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiş­tir.


Hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyede öyle bir ge­nişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî ihata edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, mü­ra­caat edilecek kitap yokken, sıkın­tılı ve sür’atle ya­zan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası deka­ikiyle zu­huru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin i’câz-ı mâ­nevîsinin eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.» (Mektubat sh: 372 )


«Zannederim ki, o enâniyet-i ilmiyeyi fazla ta­şı­yan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, ha­kaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o haka­iki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır.

O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enâ­niyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana de­ğil, Kur’ân-ı Hakîme talebe ve şakird oluyorlar ben de onla­rın bir ders arkadaşıyım.

Haydi, farz-ı muhal ola­rak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabaka­tını, avamdan havassa ka­dar, maruz kal­dıkları evham ve şübehattan kurtarmak çare­sini bul­duk o ulema ya daha kolay bir çaresini bul­sun­lar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versin­ler, ta­raftar ol­sunlar.» (Mektubat sh: 425)


«Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan­lar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûmu ima­niye cihetinde, yal­nız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izah­larıdır veya tanzimleridir.

Çünkü, çok emârelerle anlamı­şız ki, bu ulûm-u imaniye­deki fetvâ va­zifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi­yeden aldığı bir hisle, şerh ve izah ha­ricinde birşey yazsa, soğuk bir mu­araza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne ge­çer.

Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak­kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâ­tıdır bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de­ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyo­ruz.» (Mektubat sh: 426)


«Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berza­hına girme­den zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al­dım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âli­yeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve se­lâ­met bir tar­îki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânın­dan­dır.» (Mesnevî Nuriye sh: 212)


«Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfeti tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta­al­lüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes dere­cesine göre o ulûmu âliyeyi, meşakkat ate­şine lüzum kalmadan anla­yabilir, kendi kendine istifade eder, mu­hakkik bir âlim olabilir.» (Şualar sh: 690)

«Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri an­layarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.» (Lem’alar sh: 167)
 
Üst