Hicret deyince akla gelenler hayalimizde bu şekilde bir bir canlanırken, Hicret deyince muhakkak akla gelmesi gereken bir grup insan bir şekilde nazarlarda gizlenir yahut gerilerde kalır.
Bu bir grup insan, Ensar’dır. Ensar: Mekke’den hicret eden Muhacir sahabilere, her açıdan yardım elini uzatan Medineli sahabiler.
İşte o Ensar, Hicret hatırlara geldiğinde, unutulmasa da, sıralamada geri kalır ve nazarlardan gizlenir.
Kimbilir, belki de, Hicretin asıl zor tarafını Mekkeli mü’minler gerçekleştirdiği içindir bu. Hz. Peygamber’in bile, terkederken geri dönüp “Benim için sen, Allah’ın arzında bana en sevgili yersin. Kavmim beni mecbur bırakmasıydı, seni asla terketmezdim” buyurduğu yerdir Mekke. Kâbe’si, Zemzem’i, Safâ ile Merve’si, Hira’sı ile, az ötedeki Arafat’ı ile, insanlık tarihinin en ulvî hatıralarını özünde taşıyan yerdir. Allah’a ibadet için inşa edilen ilk bina da Mekke’dedir, sözlerin en güzeli olarak Kur’ân-ı Hakîm de ilk olarak burada Peygamber’e inmiştir.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam ve Mekkeli sahabiler, işte böylesine kudsî hatıralar yüklü olduğu halde Mekke’yi terketmişlerdir. Dahası, yanlarına alabildikleri üç-beş eşya ve üç-beş dinar dışında, dünyalık namına neleri varsa onları da geride bırakarak ayrılmışlardır bu şehirden. Daha da ötesi, birçoğu anasını, babasını, eşini, evladını ve her hâlükârda akrabasını arkada bırakarak ayrılmıştır Mekke’den.
Dolayısıyla, Hicret deyince, feragatin büyüğü, elbette Mekkeli Muhacirîn’e aittir. Zira, imanları için herşeyden ve herkesten geçmişlerdir. Kurulu düzenlerini bozmuş, işlerini-güçlerini bırakmış, eş-dost-akrabadan kopmuş; sırf imanlarını tam olarak yaşamak adına, hepsinden feragat etmişlerdir.
Ama birşe var ki, Mekkeli sahabiler, hicret ederken, bir bilinmeze doğru göç etmiş de değillerdir. Peygamber aleyhisselam ve yol arkadaşı Ebu Bekir, hicret ederken, meçhul bir diyara ve meçhul bir akıbete doğru hicret ediyor değildir.
Zira hicret, apar-topar, bir anda ve bir belirsizliğe doğru bir yolculuk değildir.
Sahabiler de, Hz. Peygamber de, hicret ederken, nereye, hangi şartlarda, kimlerle karşılaşmak üzere gidiyor olduklarını bilmektedir.
Açıkçası, Hicret, Mısır’dan Filistin’e o mucizevî hurucunda Hz. Musa’nın yaşadığına benzer mihnetler barındıran bir yolculuk değildir. İkibin küsur metrelik derinliğiyle Kızıl Deniz’in yarılıp yol olarak açıldığı bu mucizevî hurucun akabinde Eriha’ya varıldığında gelen cihad emri karşısında Benî İsrail’in tavrı “Ey Musa! Git, sen ve Rabbin savaşın!” aymazlığı iken; Medineli sahabiler, Hicret gerçekleşmeden evvel, hem de iki kez Akabe’de Peygambere biat etmişlerdir.
Hem de nasıl bir biat!