Dinler Arası Diyalog Nedir? Neyi Amaclar?

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Tebliğ ve Diyalog

tezhip-line-1.gif

Tebliğ, bir dini veya bir hakikati başkasına anlatma ve yayılmasına çalışmaktır. Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve gerçek vazifelerinden biridir. “Peygamberlere düşen sadece tebliğ yapmaktır.”(1) ayeti bu hakikati ifade etmektedir. Peygamberler bu tebliğ vazifesini yaparken birçok sıkıntılarla karşılaşmışlar, ama asla yılmamışlardır. Onlar tebliği hep hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. Nitekim, Cenab-ı Hakk, mealen şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel Öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”(2)

Tebliğ vazifesi her Müslüman’a iktidar ve kabiliyetine göre ölünceye kadar farzdır. Cenab-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir: “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar kötülüğü önlersiniz; çünkü Allah’a inanırsınız.”(3) İşte bu tebliğ vazifesini yapmanın bir yolu da diyalogtur.

Diyalog, farklı dinlere ve kültürlere mensup insanların bir araya gelerek, çeşitli konularda bilgi alış verişinde bulunmaları, ortak sıkıntılara birlikte çözüm aramak için görüşmeleri, müzakere yapmaları ve irtibat kurmalarıdır. Böyle bir diyalog, insanî ve ahlakî olduğu gibi, iki dünyanın saadet ve selametine de vesiledir. İnsanın yaratılış gayesine uygun ve zaruri bir davranıştır.

Cenab-ı Hak mealen: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, kabilelere ayırdık”(4) buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir." (5)

Bu ayet ile insanlar tanışmaya ve görüşmeye davet edilerek, husumet ve düşmanlıktan kaçınmaları istenmektedir. Çünkü düşmanlık ve husumetten herkes zarar görür. Ayette bütün insanlara hitap edilmesi dikkat çekicidir. Evet, insan fıtraten medeni olduğundan, diğer insanlar ile iyi geçinmesi ve diyalog halinde olması yaratılışının gereğidir. Bir insanın başka dine mensup bir komşusu varsa, elbette onun ile iyi geçinmesi ve iyi münasebet içinde olması lazımdır.

“Hükümlerin en hayırlısı sulhdür.” İnsan ancak barış ve sulh ortamında karşısındaki insan ile temas kurup kendi fikirlerini ona anlatır ve onun görüş ve düşüncelerinden istifade eder. Kavga ve husumet ortamında görüşmek ve fikir alış verişinde bulunmak asla mümkün değildir. Nitekim bir âyet-i kerimede ”Sulh sizin için daha hayırlıdır”(6) buyrulmaktadır. Başka bir ayet-i kerimede de: “Ve eğer onlar sulha meylederlerse sen de ona meylet ve Allah’a tevekkül kıl.”(7) buyrulmuştur. Bu ayet ile sulha meyleden düşmanlarla barış yapılmasının, dinen tavsiye edildiği görülmektedir. Cenab-ı Hakk dilediği takdirde iki düşmanın kalplerini muhabbetle doldurur ve düşmanlığı ortadan kaldırır.

İslam Dini insanlığın fıtri dinidir. İslam kelimesinin asıl manası müsalemet olduğundan, onun ruhunda hakim olan sulh ve barıştır. Zira, selamet ve müsalemet İslamiyetin ruhudur.

Kur’an-ı Kerime göre bir Müslüman, hem Allah, hem de bütün varlıklarla müsalemetle, yani sulh, emniyet ve barış ile yaşayandır. Allah ile müsalemet, her hayır ve faziletin kaynağı olan Allah’ın emirlerini yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınmak ve O’nun iradesine tam manasıyla teslim olmaktır. Allah’ın yarattıklarıyla müsalemet ise, her mahlûka karşı faydalı olup, özellikle insanlar ile barış, hoşgörü, diyalog ve huzur içinde yaşamak ve diğer bütün mahlûkata karşı da merhametle muamele etmektir.

İslamiyet’i hakkıyla anlayıp takdir eden bir Müslüman, tam teslimiyet ve barış içinde yaşar, kalben ve fikren daima huzur içinde olur ve ömrünü saadetle geçirir. Böylece o insan, İslam’ın asıl hedefi olan ve saadet yurdu denilen cennete kavuşur.

İslamiyet bütün semavi dinleri ve peygamberleri kabul ve iman etmeyi emreder. Bütün hak dinler arasındaki ittihat noktası Allahın emir ve yasalarını tesis etmek; sulh, barış ve güveni temin etmektir. Diğer din mensupları da Müslümanlar gibi düşünüp inansalar, dünyada asla terör, anarşi ve savaş olmaz.

Peygamber Efendimiz (asm), sulha o kadar âşık ve taraftar idi ki, galip oldukları halde, Müslümanlara mağlup muamelesi yapan ve bütün maddeleri Müslümanların aleyhinde olan “Hudeybiye Barış Antlaşması’nı” müşriklerle yapmış ve bu Anlaşmayı kan dökülmesine tercih etmiştir. Hatta anlaşma metninden “Allah’ın Resulü Muhammed” ifadesinin çıkmasını isteyen Süheyl’e itiraz etmeyip anlaşmayı imzalamıştır. İki sene devam eden bu barış sayesinde Müslümanların sayısı yirmi katına çıkmıştır. Bu büyük fütuhat, diyaloğun ve barışın zaferidir.

Peygamber Efendimiz (asm) İslam’ı diyalog ve tebliğ ile anlatmıştır. O (asm) akrabaları, komşuları ve hemşerisi olan müşrik ve putperestler yanında Yahudi ve Hıristiyanlarla da diyalog kurmuş, bir kısmı ile bizzat görüşmüş, bazılarına mektuplar yazmış, diğer bir kısmına da sahabelerini göndererek İslam’ı tebliğ etmiştir; ve böylece İslamiyet’in bütün şark ve garba yayılmasına vesile olmuştur. Hazret-i Ömer (ra) zamanında da Ashab-ı Kiram’dan Abdurrahman bin Rabia ve Ehsef bin Kays Buhara’ya giderek onlara ezelden beri ruhlarının özlediği ve vicdanlarının aradığı Mabud’u Hakiki’yi anlatmışlardır.

Peygamber Efendimizin (asm) bu tebliğ vazifesini devam ettirmek, şuurlu ve hamiyetperver Müslümanların görevidir. Nitekim Hazret-i Peygamberi (asm) kendilerine rehber eden ve hayatlarını İslam’ı tebliğe vakfeden o durmaz ve yorulmaz aşk ve şevk sahibi İslam mücahitleri sayesinde İslamiyet Afrika, İspanya, Hindistan, Çin ve Sent Nehri’ne kadar yayılmıştır. İnşallah bu fütuhat kıyamete kadar kesintisiz devam edecektir. Bu da ancak görüşme, konuşma ve fikir teatisinde bulunmakla mümkün olacaktır. Aksi halde İslam’ın elmas gibi hakikatlerini diğer insanlara anlatmak mümkün olmayacaktır.

Peygamber Efendimiz (asm) daha gençliğinde Mekke’ye gelen yabancıları zulümden korumak için kurulan “Hilf’ül-fudul” isimli guruba katılmış ve İslam’dan sonra da bundan övgü ile bahsetmiştir. Çünkü zulüm yapmak ve zulme rıza göstermek insaniyetle asla bağdaşmaz.

Hazreti Peygamber (asm) özellikle Hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler arasında dolaşarak onlara İslam’ı anlatıyordu. Nitekim Medine’den gelen Hazrec kabilesine mensup altı kişi, Peygamberimizin davetini kabul ederek Müslüman olmuşlar ve gelecek yıl yine Hac mevsiminde buluşacaklarına dair söz verip ayrılmışlardır. “Buna Birinci Akabe Biatı” denilmektedir. İslamiyet’i seçen bu insanların, Medinelilerin üzerinde büyük etkileri olmuştur. Evs ve Hazrec kabilelerinden birçok kimse bunların irşat ve tebliği sayesinde Müslüman olmuşlardır.

Ertesi yıl (Peygamber Efendimizin Peygamberliğinin on ikinci yılında) yine Hac mevsiminde, Medine’den gelen on iki kişi, Akabe mevkiinde Resulullah (ASM) ile geceleyin gizlice buluşmuşlardır. Bunların altısı bir önceki yıl Müslüman olanlardı. Bu ikinci görüşme ise, “İkinci Akabe Biatı” olarak bilinmektedir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (ASM.) Hıristiyanlarla birçok görüşmeler yapmıştır. Müslümanların Mekke’de çok eza ve cefaya maruz kaldığı dönemlerde Hazret-i Peygamber, (ASM.) bazı Sahabelerini Hıristiyan bir devlet olan Habeşistan’a göndermiş ve orada emniyette olacaklarını bildirmiştir. Buraya giden sahabelerin İslam’ı tebliğ etmeleri sayesinde başta Habeş Kralı Necaşi olmak üzere, birçok Hıristiyan Müslüman olmuştur.

Cenab-ı Hakk Ehl-i Kitapla görüşmeyi, fikir teatisinde bulunmayı ve onların insaflı olanlarıyla en güzel şekilde mücadele etmeyi şu ayeti ile emretmektedir:

“Onlardan zalim olanlar dışında, Ehl-i Kitap ile en güzel bir şekilde mücadele edin. Ve şöyle deyin; ‘Biz, hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilahınız birdir. Ve biz yalnız O’na teslim olmuş kimseleriz.”(8)

Bu ayet ile onlarla karşılıklı menfaat ve hoşgörüye dayalı ilişkilere izin verilirken, başka bir ayeti kerimede Ehl-i Kitabın Müslümanlara dost görünebileceklerine dikkat çekilmiş, onların körü körüne dost edilmemesi uyarısı yapılmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz(ASM) Medine’de Ehl-i Kitapla anlaşma yaparak bir güven ortamı sağlamış, ama onlarla ilişkilerinde daima ihtiyatlı olmuştur.

Mesela, Peygamber Efendimizin (ASM.) Yahudi kabilelerden bazılarıyla yaptığı anlaşmalar ile her iki taraf birbirine saldırmayacak, birine saldırı olursa, diğeri ona yardımcı olacaktı; ancak, Yahudiler yaptıkları bu anlaşmalara sadakat göstermeyip, anlaşmayı bozmuşlar ve Müslümanların aleyhine çalışmışlardır.

Bir Sual: “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Allah zalim topluluğa hidayet etmez.”(9) Mealindeki ayet-i kerime bizlere Ehl-i Kitapla diyaloğu yasaklamıyor mu?

Cevap: Bu ayet-i kerime beşeri; toplumsal ve sosyal ilişkilere mani değildir. Ayetteki yasaklama, onların Yahudilik ve Hıristiyanlık yönleriyle ilgilidir. Yani onların dinlerine, örf ve adetlerini dost edinmek yasaklanmıştır.

Yoksa ehl-i kitapla ticaret yapmak, onların faydalı sanatlarını ve ilmi buluşlarını almak ve onlarla iyi ilişkiler kurmak elbette gerekli ve zaruridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (ASM) “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri konuya ışık tutacak ve yanlış değerlendirmelere engel olacaktır:

“Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat`iyyen nehy-i Kur`anîde dâhil değildir”.(10)

“Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.”(11)

Nitekim onlardan kız almak ve onların kestiğini yemek caizdir. Ehl-i kitaptan bir hanımla evlenen bir Müslüman, onu hanımı olduğu yönüyle sever. Ama o hanımının Yahudiliğini veya Hıristiyanlığını sevemez.

Günümüzde Hıristiyanlardan pek çok ilim ve fikir adamı araştırmaları neticesinde İslâm’ı seçmişlerdir. Avrupa’da Hıristiyan asıllı Müslümanların sayısı, yüz binleri geçmektedir. Osmanlı İmparatorluğu en güçlü döneminde bile ancak Viyana’ya kadar gidebilmişken, bugünkü sulh ortamında ise, sadece Diyanete bağlı camii sayısı, Almanya’da 750, Fransa’da 206, Hollanda’da 140 ve Belçika’da 73 tür. Ayrıca değişik gönüllü kuruluşların ve sivil toplum örgütlerinin yaptırdığı çok sayıda cami ibadete açılmış ve birçok İslami ilim ve kültür merkezleri kurulmuştur. Yine birçok kilisenin camiye çevrildiği bilinmektedir. Bütün bu başarılar diyoloğun ürünüdür, savaş ve husumetin değil.

Özelikle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu düsturlar ve birçok dile çevrilen Risale-i Nur’un ikna edici ve yüksek hakikatleri ve Nur talebelerinin gayretleri sayesinde Kur’anın elmas gibi hakikatleri, bütün dünyaya ulaşmış ve birçok insanın hidayetine vesile olmuştur.

Yine M. Fethullah Gülen Hoca Efendi, birçok fedakar ve hamiyetli insanlarla beraber, metin bir azim ve sarsılmaz bir irade ile Kur’anın saf akidelerini ve İslam’ın Nurunu dünyanın her yerine götürüp, birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuştur. Müslüman olan o insanların kendi ifadeleri ile bunlar “diyalogun sayesinde” olmuştur.

Kur’an ve hakikat aşığı Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin talebeleri de açmış oldukları çeşitli Kur’an Kursları sayesinde dünyanın birçok yerine Kur’an hizmetini götürmüşlerdir. Bütün bunlar hoşgörü ve diyalog sayesinde mümkün olmaktadır

Cenab-ı Hak, İslam nurunun bütün insanlığa ulaşması için gayret gösteren herkesten ebediyen razı olsun ve daim muvaffak kılsın.

Bazı kimseler, hoşgörü ve diyalogun Müslümanları Hıristiyanlaştıracağından endişe etmektedir. Bu endişe çok yersizdir. Zira, İslamiyet’in hakikatlerinde asla bir şüphe ve zayıflık yoktur ki, onun hakikatlerini tebliğ ederken herhangi bir tereddüt yaşayalım. Acaba gerçekten Müslüman olup da muhakeme-i akliye ile Yahudi ve Hıristiyan olan kaç kişi vardır. Bazı cahillerin menfaat mukabilinde Hıristiyan olmaları bir önem taşımaz. Nitekim ciddi bir araştırma yapıldığında bu kimselerin İslam’ı anlamadıkları hatta tam manasıyla Müslüman olmadıkları görülecektir. Ehl-i Kitaptan Müslüman olanlar ise, genellikle ilim ve fikir adamlarıdır. Hatta bazı papazların da Müslüman oldukları bir hakikattir

Netice olarak diyalog; İslamiyet’ten taviz vermek değil, doğru İslamiyet’i ve onun güneş gibi ulvî hakikatlerini bütün dünyaya anlatmaktır.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef`alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz`ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet`e dehalet edecekler.”(12)

Kaynaklar:
1. Maide Suresi, 5/99
2. Nahl Suresi, 16/125
3. Al-i İmran Suresi, 3/110
4. Hucurat Suresi, 49/13
5. Mektubat, 321
6. Nisa Suresi, 4/128
7. Enfal Suresi, 8/61
8. Ankebut Suresi, 46
9. Maide Suresi, 51
10. Münazarat, s.33
11. Münazarat, s.32
12. Hutbe-i Şamiye s. 24



Mehmet Kırkıncı
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Ynt: Dinler Arası Diyalog Nedir? Neyi Amaclar?

DİNLER ARASI diyalog konusunda şöyle veya böyle düşünenleri bir an için unutalım ve böyle bir fikirle ilk defa karşılaştığımızı varsayarak diyaloğa karşı tavrımızın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışalım.

Yeryüzündeki tek hak din olan İslâm’ın mensupları olarak böyle bir diyaloğa, öncelikle, “Evet” dememiz beklenir; ancak, burada önemli olan, söz konusu diyaloğu kimin kimlerle yapacağıdır.

Bu görüşmelerde Müslümanları temsil edecek kişilerin İslâm’ın temel hükümlerini harfiyen yaşamaları, bu dinin güzellikleriyle kalplerini, akıllarını, bütün duygu ve latifelerini kemâle erdirmeleri, muhtaçların karşısına böylece çıkmakla onlara yaşayışıyla fiilen ders vermeleri gerekir. Bunu başarılabilirlerse, Üstad Bediüzzaman’ın şu şartlı müjdesi de, Allah’ın izniyle, gerçekleşecek demektir:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki, Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” (Tarihçe-i Hayat)

İşte diyalog bu noktaya gelindikten sonra başlarsa faydalı olur. Gerçeği arayan, fakat ideal inanç sistemini ve onu sergileyen örnek insanları bulamadığından içine kapanıp kalan ve çareyi sefahatte ve inançsızlıkta bulan günümüz Batı toplumu, ancak böyle bir diyalog sonunda gerçeklerle tanışabilir, Kur’an-ı Kerim’e kavuşabilir ve bütün âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (asm.) ümmet olma şerefine erişebilir.

O halde, yeterli bilgi birikimine sahip olunduğu halde bu diyaloga karşı çıkmak, Müslümanları “sadece kendi aralarında görüşen, başkalarına bir şeyler verme ihtiyacı duymayan, ‘komşusu aç iken kendisi tok yaşayan’ ve muhtaçları aç bırakmayı sevap sanacak kadar egoist ve bir o kadar da İslâm’ın ruhuna ters düşen birer olumsuz tip” olarak sunmak demektir. Bunun vebali de oldukça büyüktür.

Allah Resulüne (asm.) yapılan şu İlâhî hitap, günümüzde de aynen geçerliliğini korumaktadır.

“De ki, ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başka bir mâbud tanımayalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı Rab edinmesin.’” (Âl-i İmran, 64)

Şimdi şöyle bir düşünelim:

Teslis inancı, günümüzde de Hıristiyan âleminde hâlâ hüküm sürmüyor mu? Bu inanç, “Allah’tan başkalarını mabud tanımak, O’na ortak koşmak” mânâsına gelmiyor mu? Hastalık devam ettiğine göre, Peygamber Efendimiz’e yapılan bu davet emri, günümüz Müslümanlarını da ehl-i kitapla görüşmeler yapmaya çağırmış olmuyor mu?

Bu konuda İslâm tarihinde ibret alacağımız nice örnekler vardır. Bizzat Allah Resulü’nün (asm.) iki uygulamasını nakletmekle yetinelim:

Birincisi, Hudeybiye barışıdır. Bu barış, müşriklerle gerçekleştirilmiş ve tarihçilerin ifadesine göre bu barıştan sonra Müslüman olanların sayısı öncekilerin iki katı kadar olmuştur.

İkinci örnek, Peygamber Efendimizin Medine’ye teşriflerinden sonra, hem Hıristiyanlarla, hem de Yahudilerle anlaşmalar yapmasıdır. Allah Resulü (asm.) bu anlaşmalara sadık kalmış, barışı bozanlar karşı taraf olmuştur.

Her iki anlaşmanın ortak yanı şudur: Müslümanlar gerek o devirde, gerek ondan sonraki dönemlerde, hak din olan İslâm’ı muhtaçlara tebliğ etmek için daima barıştan yana, diyalogdan, huzurdan, asayişten yana olmuşlar ve bunun meyvesini de almışlardır.

Müslümana her konuda olduğu gibi bu konuda da büyük görevler düşüyor. Nitekim, dinî ilimlerde gerekli bilgi birikimine sahip, hamiyetli, gayretli ve şefkatli insanlar, İslâm’ın nurunu bütün muhtaç gönüllere ulaştırmak için çaba gösteriyorlar ve her fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Dinler arası diyalog da bu fırsatlardan birisi olarak görülebilir.

Şu da var ki, muhataplarımız da bizi kendi gizli emellerine alet etmek için aynı aracı kullanmak isteyebilirler. Burada Müslüman’ın basiretli olması büyük önem taşır.

Tarafların hepsinde ortak gaye, “gerçeği bulmak ve müşterek düşmanlarına karşı işbirliği yapmak” olursa, sonunda hak üstün gelecek ve böyle bir diyalogdan zaferle çıkan taraf, Müslümanlar olacaktır.

Müslümanlar, diyalogdan kaçan taraf olmamalı, diyaloğun bütün insanlığın ortak menfaati için yürütülmesini savunmalıdırlar. Ancak, karşı taraf meseleyi dinî olmaktan çıkarıp, Hıristiyan âleminin siyasî ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda istismara kalkışırsa, onlarla fazla zaman kaybedilmemeli, mesailer ateizme kaymış gençlik üzerine teksif edilmeli, yani, diyalog gençliğe yöneltilmelidir.

Bu açıklamalardan sonra konuyu ana hatlarıyla ve ön yargılardan uzak olarak ele almaya çalışalım:

İyi niyetle yapılacak böyle bir diyaloğun birkaç boyutu vardır.

Bunlardan birisi bütün dinlerin müşterek düşmanı olan menfiliklere karşı iş birliği yapmaktır.

Nedir bu olumsuzluklar?

Hemen akla gelenlerden bir kaçını sıralayalım:

Ateizmin özellikle Avrupa’da büyük boyutlara ulaşması.

Ahlâk buhranı sonucu namus mefhumunun ortadan kalkması, aile hayatının büyük ölçüde sarsılması.

Ahiret inancının zayıflamasıyla dünya menfaati için her türlü yolsuzluğun, zulmün, ihanetin rahatlıkla işlenmesi.

Kalp ve ruhların gıdasız kalmasının bir göstergesi olarak içki ve uyuşturucu alışkanlığının gittikçe yayılması.

İnanç boşluğunu “şeytana tapma” gibi bir takım sapık görüşlerin doldurma çabaları.

Ve herkesi rahatsız eden anarşi. Kimi niçin öldürdüğünü bilmeyen robotlaşmış insanların döktükleri oluk oluk kan. İnsanlığın huzur ve refahı yerine silah mafyalarına akan paralar.

Bu son madde bana, Risale-i Nur müellifinin, çok istismar edilen bir konuya getirdiği açıklamayı hatırlattı. Kısaca değinmek isterim:

Bediüzzaman, “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’anda nehiy vardır. Bununla beraber nasıl ‘dost olunuz’ dersiniz?” sorusuna verdiği öz, fakat çok doyurucu cevabında şöyle diyordu:

“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.”

Buna göre Kur’an’da yasaklanan muhabbet, Hak din olan İslâm’a kavuştuktan sonra Yahudiliğe yahut Hıristiyanlığa meyletmek ve sevgi beslemektir. Bu yasaktan kaçınmak şartıyla, bir Hıristiyanla iyi komşuluk ilişkileri kurulabilir, ticaret yapılabilir, ortak düşmanlarımıza karşı birlikte hareket edilebilir. Bütün bunlar Hıristiyanlığı sevmek demek değildir.

Konunun devamında bu noktaya şöyle açıklık getiriliyordu:

“Bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve san’atı içindir. …. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfatı veya san’atı istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münâzarât, 40)

Son cümle gerçekten çok harika; konuya son noktayı koyuyor. Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen Müslüman, hanımını elbette sever, ama bu sevgi onun dinini sevmesi mânâsına gelmez.

Bu ince ölçülerden uzak kalmak bize bazen çok pahalıya mal oluyor.

Konunun devamında, ehl-i kitapla dost olmanın gerekçesi, şu cümlelerle netleştiriliyor:

“Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’ânî de dahil değildir.” (Münâzarât, 41)

Aslında bu cümleler, dinler arası diyaloğun iki önemli yönünü nazara veriyor: Birisi, birbirlerinden medeniyet ve terakki dersi almak, bu sahadaki gelişmeleri paylaşmak; diğeri, asayişi yani dünya barışını korumak. Bu ikinci maddenin dünya saadetinin de esası olduğu özellikle vurgulanıyor.

Şimdi şöyle bir düşünelim: Yukarıda bir kısmını sıraladığımız müşterek düşmanlara ve dertlere karşı, farklı dinlere mensup insanların bir araya gelip ortak bir strateji belirlemelerine niçin karşı çıkılsın? Böyle bir işbirliğine Müslümanların değil, ancak sözünü ettiğimiz menfi fikirleri taşıyanların karşı çıkmaları gerekmez mi?

Bu soru sürekli olarak zihnimi kurcalar durur ve “İslâm dininin cihanşümul oluşu” gerçeğiyle, böyle bir anlayışı bir türlü bağdaştıramam.

Bu konuda iki âyet-i kerime:

"Şüphesiz ki, Allah katında (hak) din İslâm’dır.” (Âl-i İmran Suresi, 19)

“İşte bu gün sizin dininizi kemâle edirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” Maide Sûresi, 3

Peygamberimiz (asm.) ahir zaman peygamberidir ve İslâm, bütün insanlığın kıyamete kadar tek rehberidir. O halde, bu dinin esaslarını bütün insanlığa ulaştırmak bizim görevimiz değil mi? Sözünü ettiğimiz diyalog, toplumun yaralarını sarmak için bir araya gelen çeşitli din mensuplarına İslâm’ı anlatmamıza bir vesile olamaz mı?

Örnek olarak Hıristiyanlık üzerinde konuşalım: Böyle bir diyalog ile ya onlar bizden tevhid inancını alacaklar, yahut biz onların teslis görüşüne kayacağız. İkinci şıktan endişemiz mi var ki, diyalogdan kaçınalım. Kaldı ki, bugün birçok Hıristiyan din adamının teslisi bırakıp tevhide döndüğü bir gerçek iken, böyle bir diyalogdan karşı kesimin korkması daha makûl değil mi?

Geliniz tahminleri, teorileri bir yana bırakıp realiteye bir göz atalım:

İşsizliğin büyük boyutlara ulaştığı, geri kalmışlığın alabildiğine hüküm sürdüğü dönemlerde ülkemizden Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya çok sayıda işçi göç etti. Bunlardan acaba kaçı İslâm’ı terk edip Hıristiyan oldu? Birkaç aşk macerası dışında, bir Müslümanın din değiştirmesi vakasına istatistiklerde rastlanmıyor. Avrupa’ya ilk gelen bir kısım gurbetçilerimiz, Batı kültürüne kapılmış, o aşırı serbesti ortamında içkiye, sefahate düşmüştür; ama bunlar yine de imanlarını korumayı başarmışlardır. Bir sonraki nesil ise işin vahametini anlayıp yeniden kendi öz benliklerine dönme savaşı vermeye başlamışlardır. Şimdi ise izlenimlerimize göre durum oldukça iç açıcı ve ümit vericidir.

O gün Avrupa’ya göç etmiş vatandaşlarımızı Batının dini değil, hayat düzeni etkilemiş; kiliseleri değil, meyhaneleri kendine çekmişti. Burada gurbetçi vatandaşlarımızın kabahatleri ve zaafları bir tarafa, şu gerçek de açıkça ortaya çıkıyordu: Avrupa’da Hıristiyanlıktan çok sefahat hâkimdi.

Bugünün Avrupa’sında Hıristiyanlık açısından müspet denebilecek bir gelişme olmamıştır. Gençlik, bazı üniversitelerde, yüzde doksanlara varan vahim bir oranla ateist olmaktadır. Avrupa’da yeni kilise yapmak bir yana eskiler, özellikle tarihî değeri olmayanlar bir bir yıkılmakta ve işyeri yapılmakta, bir kısmı da cami hâline getirilmektedir. Artık, içkinin yerini uyuşturucunun süratle almaya başladığı bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Böyle bir ortamda bizim dinler arası diyalogdan İslâm dini adına bir tehlike vehmetmemiz gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

Eğer bu diyalogdan, dinimiz açısından değil de, milletimizin ve devletimizin menfaatleri açısından bir zarar görüyor, bir gizli oyun hissediyorsak, bunu göz ardı etmemek ve gerekli tedbirleri almak da aklın gereğidir. Bu ayrı bir konudur.

Nur Külliyatı’ndan diyalog çalışmalarına ışık tutacak iki önemli mesajı aktarmak istiyorum:

Birinci bizzat Peygamber Efendimizin bir haberini bize ulaştıran şu ifadeler: “Hadis-i sahihle, âhir zamanda Îsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi….” (Lem’alar, 151)

Bir ittifaktan söz ediliyor; Îsevîlerin hakiki dindarları ile Müslümanlar arasında gerçekleşecek bir işbirliği haber veriliyor. “Hakiki dindar” ifadesi çok önemlidir ve siyasî oyunlar sergilemek, maddî menfaat temin etmek için değil, doğrudan din namına yapılacak bir ittifak söz konusu. Düşman olarak da zındıka gösteriliyor. Bütün dinsizlik cereyanları ve her türlü ahlâksızlık şebekeleri bu terimin içine girer.

Üstadın şu ifadelerini de aynı mantık içinde değerlendirebiliriz:

“Şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, Hırıstiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (Kastamonu Lahikası)

Diyalog olmazsa, bu mesajın uygulama sahasına gireceği beklenebilir mi?

İkinci mesaj:

“Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.” ( Sözler)

Hıristiyanlığın ya tamamen söneceği, yahut teslis ve benzeri yanlışlıklardan temizlenerek İslâm’a teslim olacağı haber veriliyor. Bunun gerçekleşmesi için de diyalog şart değil mi?

Yine Nur Külliyatında, “Hadis-i Sahihle, Hazret-i İsâ Aleyhisselamın geleceği ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceği” konusunun açıklanmasında geçen şu cümleler de sözünü ettiğimiz ikinci mesajı desteklemektedir:

“Tabiiyyun, maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiyye vasıtasiyle intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzûl edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikate karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir… Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevisi, tâbi; İslamiyet, metbû’ makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslâmiyet; ittihat neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak…”
(Mektûbât, 57)

Konunun bir başka boyutuna da kısaca değinmek istiyorum:

Bir Müslüman olarak, kendimiz nasıl düşünürsek düşünelim; ama, bizim gibi düşünmeyen din kardeşlerimiz hakkında “su-i zan, tecessüs, gıybet, iftira ve tekfir”den hassasiyetle sakınmamız gerekir. Şahsî kanaatimiz, dinler arası diyaloğun Müslümanlara zarar vereceği istikametinde de olabilir. Bunu fikir hürriyeti içinde değerlendirir ve hürmetle karşılarız. Ancak, aksini düşünen bir Müslümanı hemen tenkit ve itham etmek yerine, kendisiyle bizzat görüşüp gerekçelerini dinlememiz lâzım gelir. Bu karşı fikrin gerekçesinde, “İslâm dininin intişarı ve Müslümanların bütün dünyada daha rahat bir ortamda dinlerini yaşamaları ve başkalarına da tebliğ imkânı bulmaları” gibi ulvî gayeler varsa, kendilerini itham etmeye hiç hakkımız yok demektir. Bir kişi söz konusu diyaloğu, “İslâm’a ve Müslümanlara zarar verme” niyetiyle desteklemiş olmalı ki, kendisine karşı çıkalım ve onunla gerekli fikir mücadelesine girmeye hak kazanalım.

Bazılarının bu hususta çok aşırı giderek kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ettiklerini, küfürlerine hükmettiklerini işitiyoruz. Tekfir konusunda, âlimlerimiz şöyle bir ölçü getirmişlerdir:

“İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.”

Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun küfrüne hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir.

Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil bulunsa, imanına ise bir tek delil olsa, müftü bu tek delile göre hükmeder.”

Bu konuda Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azami dikkate davet eder:

“Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.”

Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki hassasiyetini şu cümlelerle ifade eder:

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün oluğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarîh küfrü bir adamda görse de, yine tevile çalışır.Onu tekfir etmez.”

Son söz:

Müslüman, içine kapalı bir insan değildir. Kur’an-ı Kerim’de “en hayırlı ümmet” olduğumuz haber verilirken, bunun gerekçesi de “doğruyu ve güzeli başkalarına anlatmamız ve onları yanlışlardan ve yasaklardan men etmemiz” şeklinde ortaya konulmuştur. Bütün peygamberlerin ortak yolu, Allah’ın kullarını irşat etmek, onları küfürden, şirkten ve isyandan kurtarmaya çalışmaktır.

O halde, kendimizi, bâtıl yolda gidenleri öldüren bir ölüm komandosu olarak değil, onları doğruya ulaştırmaya çalışan bir ıslahçı olarak takdim etmeli ve bunu yaşayışımızla da sergilemeliyiz.

Şimdi iç âlemimize dönelim ve kendimizle şöyle bir hesaplaşalım:

“Acaba ben İslâm’ın nurundan mahrum kalan insanlara acıyıp onları kurtarmaya mı çalışıyorum; yoksa onları, hayatlarına son vererek, cehenneme göndermeye fırsat mı kolluyorum? Eğer nefsim bu ikinciden yana ise, demek ki ben “Peygamberlerin ortak çizgisinden sapma durumundayım.” Kendime gelmeli ve görevimi iyi şekilde belirleyip ona göre çalışmalıyım.”

Bir doktorun hastaya değil hastalığa düşman olması gibi, Peygamberimiz de şirke düşmandı, ama müşriklere acıyor ve onları kurtarmaya çalışıyordu. Acaba, ben, sevgili Peygamberimin bu sünnetine hangi ölçüde uyum gösteriyorum?

Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümidimiz odur ki, böyle bir iç muhasebe ve diyalog, bizi gündemdeki diyalog konusunda da en isabetli karara götürecektir.

2005-07-18
Prof.Dr. Alaaddin Başar
 

KaLeM

Active member
Ynt: Dinler Arası Diyalog Nedir? Neyi Amaclar?

Abi buraya yeni baktım daha, bana bunla alakalı bırısı çok acayıp şeyler dedi
fethullah gülen hoca, zaman yazarı ahmet şahin ve üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında
bir karalama videosu var sanırım 1 saat 15 dakika, nelerden neler çıkarmışlar ya,
onu size nasıl gonderebılırım siz izleyin, sonra isterseniz (ki sanmıyorum) burada yayınlarsınız
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Ynt: Dinler Arası Diyalog Nedir? Neyi Amaclar?

KaLeM ' Alıntı:
Abi buraya yeni baktım daha, bana bunla alakalı bırısı çok acayıp şeyler dedi
fethullah gülen hoca, zaman yazarı ahmet şahin ve üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında
bir karalama videosu var sanırım 1 saat 15 dakika, nelerden neler çıkarmışlar ya,
onu size nasıl gonderebılırım siz izleyin, sonra isterseniz (ki sanmıyorum) burada yayınlarsınız

Gözünü kapatan ancak kendine dünyayı karartır.. Su Risale-i Nur eserlerine bakıpda binlerce hikmeti ve hakikatı görmemek ne buyuk ahmaklıkdır..

Uğrasmayınız abiler uğrasmayınız kardeşler .. Dua ediniz ve vazifeye devam .. Nasıl ki şeytan ieytanlığını yapıyor bizler dahi öğrendiğimiz hakikatler ile o hakikatlerin alimleri hukmunde olabiliriz... Velhasıl bir kudsi hadisde denmekde ki Alimler ; peygamberlerin varisleridirler..
 

Sergerdan

Well-known member
Bir soru soracam fikirlerinizi yazarsanız sevinirim.Yurtdışı hizmetlerin Allah rızası için yapıldıgından emin olmakla beraber bazı hususlarda tam ikna olamadım.

Mesela buradaki fikrin bir uzantısı olarak neler yapılmaktadır,muhafazakar siyasi görüşün(nur takipçilerinin siyasetle dogrudan,birinci dereceden ilgisi yoktur biliyorum) Avrupa Birligi istegini nasıl buluyorsunuz.Bu egilim toplum adına istenen birşey midir deilse toplumsal sonuçları olur mu?mesela biz dün burda özel kanallardan,atv den toplumun kötü etkilendiginden söz ettik,şu anki kültürel degişimimiz de gençleri çabalarımıza ragmen avladıgı kesin.öyleyse bu hususta ne kadar cesur davranabiliriz?uygulama ne yönde ve nasıl yapılıyor?Fethullah Gülenin sevenlerinin bu husustaki çabaları var mı nasıl görüyorsunuz?
--------------------------------------------------------------------------------
Mesela gene bu sitede zannımca sohbet kanalı amacından uzaklaşıyor diye kapatıldı bir duyarlılık olarak bir taraftan site için böyle hassasiyet gösterirken ki insanların ekseriyeti gevşeklik gösterebiliyor diyalogun müslüman topluluga zararı olur mu?
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Evet sorunuz acık ve net Diyaloğun müslümana zararı olur mu diye ; cevabını zaten kanaatimce verdiğimizi sanıyorum ilk mesajımızda.. Diğer husularda ise bizim gayemiz ve amacımız kesin ve net bellidir Risale-i Nurları okumak yaşamak ve anlatmakdır... Bunun dışında hic bir gayemiz yokdur. var olduğunu söleyenler var ise onların uslubu ile bizlerin tarzı karıstırılmamalı.
 

ahmetemin

Member
eğer ki samimi gayretler kasıtlı olarak baltalanıyorsa ben bunu yapanları sadece ve sadece Allah'a havale etmekle iktifa edeceğim._________________________________________________bu ülkede birileri her türlü meşakkati göze alıp yurtlarını-yuvalarını terk ettiler,hicret ettiler Allah yolunda..arkalarına dahi bakmayı ar kabul ettiler..arkalarında nişanlıları kaldı,eşleri kaldı,çocukları, ana-babaları kaldı..onların gözyaşları kaldı ama yine de arkaya bakmayı dahi ar kabul ettiler..bu yiğitlerin ayakları altında paspas olmayı onur bilirim şan bilirim şeref bilirim.._________________________________________________biz halen birbirimizi tartışıyoruz,biz halen yapılan samimi uğraşıların altlarında art niyet arıyoruz..bunda zerre kadar art niyet yoktur..zerre kadar olumsuzluk yoktur..hem din adına art niyet gütmek kadar tehlikeli ve ciddi bir zannın altına hiçkimse girmek istemez..çünkü bunun cezası çok ama çok çetin olur hem bu dünyada hem de ahirette.._________________________________________________ben hicret edip dünyanın dört bir tarafına giden yiğitlerin ayakları alında paspas olmayı avukatlık cübbemi bir kenara iterek şeref biliyorum,onur biliyorum,şan biliyorum..umarım bu yiğitler beni bu şereften mahrum bırakmazlar..
 

Sergerdan

Well-known member
ahmetemin kardeş benim sorumda birbirimizi eleştirmek yoktu.biz diye birşey varsa oda ortak payda islam.yemin abi bizim başka amacımız yokken benim kastettigim avrupa birligini kastetti galiba.ben soruma büyük ölçüde vcevap almakla beraber şunu sormaya çalıştım insanlar çogunluk itibariyle gevşerler kanatindeyim bir tabur asker,bir sınıf ögrenci gibi onu sormaya çalıştım bir de avrupa birligi gibi bir durumla kitlesel bir hareket olursa zararı olabilir gibi geliyor .kemmiyet keyfiyete yansımıyor diye düşünüyom her yerde her koşulda.az az gitmek daha dogrudur diye şimdilik düşünüyorum.

yazıda demişki almanya da göçmenler kiliseye gitmedi meyhane sefahatten etkilendi insanlar bu iman hatrı için günaha gözyummak zorunda kalmak mıdır
ateistlik,şeytana tapma,... ufak tefek tehlikeler deil bu yüzden 3-5 on yirmi neyse az kişi yukarda yazdıgı gibi temsil edebilecek kişilerin gitmesi gerek.Türk halkı medyaya ne kadar karşı koymuş ki veya gençlerimiz türkiye içinde ne kadar giyim kuşam vesaire ne kadar karşı koyduki nasara ve yahudinin hayat tarzına karşı koysun illa onların dinlerini sevmeleri gerekmez,hayat tarzlarından ufak ufak etkilenebilirler.bu yüzden özel timler gibi özel ve az insan olmalı bence ülke çapında erken olabilir._________________________________________________içine kapanmamaktan kasıt hayde müslümanlar avrupayla kaynaşın mı
 
H

hadim

Misafir
lemalar kardeş baştaki yazı nerden?bir kitaptansa adını verirmisin not almak yerine hepsini okumak isterim.ihtiyaca binaen daha geçen gün biri,diyaloğu ve kutlu doğumları eleştirip durdu ben sadece efendimizi örnek verdim ve lafı fazla uzatmak istemedim.konuşmak yerine böyle bir yazıyı eline vermeyi tercih ederdim.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
hadim ' Alıntı:
lemalar kardeş baştaki yazı nerden?bir kitaptansa adını verirmisin not almak yerine hepsini okumak isterim.ihtiyaca binaen daha geçen gün biri,diyaloğu ve kutlu doğumları eleştirip durdu ben sadece efendimizi örnek verdim ve lafı fazla uzatmak istemedim.konuşmak yerine böyle bir yazıyı eline vermeyi tercih ederdim.

İlk Yazı Mehmet Kırkıncı hocamızın sorularlaislamiyet sitemize yazmıs olduğu makaledir.
Ustad Bediüzzaman imani meselelerde tartısmamaızı önemle vurgulamakdadır. Ki Üstteki yazılar bu konu ile alakalı ne yapmamız gerekdiğini altını cizerek vurgulamakda.
 
Üst