10.SÖZ HAŞİR BAHSİ (REYYAN)
İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes O'nun nişanlarını görmekle anlar ki: O Zât, pâdişahın emriyle hareket eder ve O'nun has bendesidir. İşte o Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki Nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; gâyet cemâlde bir Kemâl-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-ı külliyyesi, kesret ve cüz'iyyat tabakatında vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhiyye elçisi olduğu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.
Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubûdiyyetiyle kendini O'na sevdirir, âyinedârlık eder. Hem resuldür; Onu mahlukatına sevdirir, Cemâl-iEsmâsını gösterir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve
sh: » (S: 64)
vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzâr-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını Beyân etmek irade etmesin ve istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş'ir-i tılsım-ı muğlâkını, hem mevcûdâtın "Nereden? Nereye? Necisin?" Üç suâl-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni'-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin!
Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insanı, şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya Sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-ı kat'îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz...
Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan -Beyân olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliğe O'ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat'â!. Belki O, bütün resullerin seyyididir, bütün Enbiyanın imamıdır, bütün Asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mu'cizâtından had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-ı hakaik ve kırk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübrâ, Güneş gibi Risâletini göstermeğe kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırka karîb vücûh-u i'câzından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünki Bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir
sh: » (S: 65)
dellâl-ı saltanat-ı İlahiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır. Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk'ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder...
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın... Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık'ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi' ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır'ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı Âhireti halk etmesin? Bu hakikata "Oniki kapı" ile girilir. "ONİKİ HAKİKAT" ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:
BİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i Rabb'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Şe'n-i Rububiyyet ve Saltanat-ı Uluhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, Kemâlâtını göstermek için gâyet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, onun gayât ve makasıdına karşı îmân ve ubudiyyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzat etmesin?
İKİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzatta bulunmasın. Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, En zaîften tut
sh: » (S: 66)
(Haşiye-1) tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır. Hem insan ve Bâzı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar herşey Kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle (Haşiye-2) ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten anlaşılır.
Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık
_________________________
(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâ'kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur.
(Haşiye-2): Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir Zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyat gibi şuursuzların gâyet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gâyet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, onun namıyla işliyorlar.
sh: » (S: 67)
ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerleşir ve tecelli eder. Demek o kereme lâyık-ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir. Hem o Celal ve İzzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır. Çünki: Ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki insan; umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntâzam masnûâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan îmân ile onu tanımazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibâdetle kendini O'na sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dâr-ı mücâzat hâzırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahmân-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil; îman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin!
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, İsm-i Hakîm ve Âdil'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: (Haşiye) Zerrelerden güneşlere kadar
___________________________
(Haşiye): Evet, «Hiç mümkün müdür ki» şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib'addan ileri gelir. Yâni akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz'ünde kat'iyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina' derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet; îmân yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.
Elhasıl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib'ad hangi tarafta olduğunu o tâbir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.
sh: » (S: 68)
cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îmân ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, te'hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmaya bırakılıyor.
Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhân mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem herşeyin san'atında nihayet derecede intizâm bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.
Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.
Hem herşeyin hilkatinde gâyet derecede hüsn-ü san'at bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün Esmâlarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir. Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadına iltica eden ve îmân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Hem adâlet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhân mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, Sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.
Hem her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yâni
sh: » (S: 69)
vücudunun bütün levâzımâtını, bekâsının bütün cihâzâtını en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem istidâd lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın? En büyük istimdâdını ve en büyük sualini cevabsız bıraksın? Rubûbiyyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatına mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor. Zira hakikî adâlet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzat görsün. Mâdem şu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır. Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemâl'in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelâl'in daimî bir Cehennem'i ve ebedî bir Cennet'i bulunacaktır.
DöRDÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Cûd ve Cemâldir. İsm-i Cevvad ve Cemîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedârları, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnûâtıyla süslendirmek, Ay ile Güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'ûmatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd u sehâvet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat'î ister ki; o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünki: Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.
sh: » (S: 70)
Demek ebedî bir Cennet'i, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünki nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu
ister. Tâ, daimî tena'umla o daimî in'ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz'î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.
Hem dahi meşher-i san'at-ı İlahiyye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatın ellerinde olan ilânat-ı Rabbâniyeye dikkat et (Haşiye-1), mehâsin-i rubûbiyyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni'-i Zülcelâl'in kusursuz Kemâlâtını, hârika san'atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, Beyân ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.
Demek bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır. Bu hârika san'atlarla onları göstermek ister. Çünki: Gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-ı vücûdunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemâlâtın kıymeti sukut eder (Haşiye-2). Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san'atlı ve parlak ve süslü şu mevcûdât; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş'ar ediyor.
____________________
(Haşiye-1): Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gâyet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gâyet Mûsanna ve murassa bir meyve, elbette gâyet san'atperver mu'cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san'atını zîşuura okutturan bir ilânnâmedir. İşte nebâtata hayvânâtı dahi kıyas et.
(Haşiye-2): Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: "Tuh, ne kadar çirkindir" der. O güzelin güzelliğini nefyeder.
Hem bir vakit bir ayı, gâyet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla "Ekşidir" der. Gümler gider...
sh: » (S: 71)
(Haşiye-). O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âli, nazîrsiz, gizli bir cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir'âtta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşâhede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşahede etmek ister. Demek hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücûdlarını ister. Çünki daimî bir cemâl ise; zâil bir müştâka râzı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki hodgâm insan bilmediği şey'e düşman olduğu gibi, yetişmediği şey'e de zıddır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.
Mâdem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır, fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni'-i Zülcelâl'ine kat'î delâlet eder; Sâni'-i Zülcelâl'in de sıfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
_____________________________
(Haşiye-3): Âyine-misâl mevcûdâtın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunması gösterir ki: Cemâl onların değil; belki o cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâtı ve emârâtıdır.
sh: » (S: 72)
BEŞİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is'âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşey'e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Haşiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayı işitip kabûl etmesin!.. Evet meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabûl etmesin!.. Bu hakikatı Ondokuzuncu Söz'de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle Beyân edelim:
Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyyede demiştik: Bir adada bir içtima var... Bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saâdet'e ve hayâlen Ceziret-ül Arab'a gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i Ekrem'i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O Zât nasılki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsıyla, o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet'in vesile-i îcadıdır.
İşte bak! O Zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda
_____________________________
(Haşiye):Evet, binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti Onunla tecdid-i biat eden ve Onun Kemâlâtına şehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yâni mânevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette O Zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb'in en büyük abdidir. Hem, ekser enva'-ı kâinat O Zâtın birer meyve-i mu'cizesini taşımak Sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette O Zât; şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insâniyyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki: o hâcet ise, insanı esfel-i sâfilînden â'lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kadıyy-ül Hâcât'tan isteyecek.
sh: » (S: 73)
saadet-i ebediyye için dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünki ubûdiyyeti ise; Ona ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini tâzammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyyetini tâzammun eder. Hem O salât-ı kübrâyı öyle bir Cemâat-ı uzmada kılar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem'den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar Ona tebaiyyetle iktida edip duasına âmîn derler.(Haşiye-1) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; değil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile: «Oh.. evet yâ Rabbenâ!. ver, duasını kabûl et. Biz de istiyoruz.» diyorlar. Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müşâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirâk ettiriyor.
Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insanı ve bütün mahlukatı esfel-i sâfilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a'lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniyye olması derecesine çıkarıyor.
Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki: Güya bütün mevcûdâta, semâvata, arşa işittirip vecde getirip duasına: "Âmîn, Allahümme âmîn" dedirtiyor.(Haşiye -2)
_____________________
(Haşiye-1): Evet münâcât-ı Ahmediyye (A.S.M.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları Onun duasına bir âmîn-i daimî ve bir iştirâk-i umumîdir. Hattâ Ona getirilen herbir sâlavat dahi, Onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin Ona dua etmesi; Onun saadet-i ebediyye hususundaki duasına gâyet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. İşte bütün beşerin fıtrat-ı insâniyyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beşer namına Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, Onun arkasında âmîn diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabûle karîn olmasın!
(Haşiye-2): Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnûatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılâı bulunmasın. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılâı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabûl etmesin. Evet Zât-ı Ahmediyye'nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcûdâtı; Esmâ-i İlahiyyeyi okutan birer mektûbât-ı Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eğer o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediyye'nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır. Meselâ: Bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır.
sh: » (S: 74)
Bak hem öyle Semî' ve Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle Sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmânede verir ve icabet eder ki; şübhe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır.
Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi' hakikat-ı ubûdiyyet-i Ahmediyye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i İlâhiyye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm'in kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti...(Haşiye-1)
____________________________
(Haşiye-1): Evet âhirete nisbeten gâyet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san'at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntâzam envâ'-ı masnûatı, o tek sahifede Kemâl-i intizâm ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet'in binasından ve îcadından daha müşkildir. Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet'ten daha müşkildir ve hayretfezâdır denilebilir.
sh: » (S: 75)
Evet baharımızda yer yüzünü bir mahşer eden, yüzbin haşir nümunelerini îcad eden Kadîr-i Mutlak'a, Cennet'in îcadı nasıl ağır olabilir? Demek nasılki onun risâleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi... Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizâm-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san'at, misilsiz Cemâl-i Rububiyyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizâmsızlığı kabûl etsin? Yâni en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfââ etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabûl edip çirkin olamaz (Haşiye-2). Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Risâletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, Ubûdiyyetiyle de Âhiretin kapısını açar...
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ
____________________________
(Haşiye-2): Evet inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır ve bu inkılab-ı ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte şu misâlimizde meşhûd ve kat'iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve bâtıl misâllerin en acibidir.
sh: » (S: 76)
ALTINCI HAKİKAT: Bâb-ı Haşmet ve Sermediyyet olup, İsm-i Celil ve Bâki cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâtı Güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyyet; şu misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medâr-ı Rububiyyeti icad etmesin!
Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyâratın tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-ı Rububiyyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misâfirhane-i dünyada perişan bir Sûrette muvakkaten toplanmışlar. Misâfirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i Zülcelâl'in kıymettar ihsânâtının nümûnelerini ve hârika san'at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşa etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun...
Şu hakikata, şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar
sh: » (S: 77)
sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin Sûretlerini alıyorlar. Hem o büyük Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şübhen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hâzırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esâsı anlarsın:
Birinci Esâs: Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil... Kendi kendine de bu Sûreti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
İkinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerîm'i, onları Dâr-üs Selâm'a davet eder.
Üçüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla bir çok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Haşiye), şükür içindir.Usûl-i daimîsine teşvik içindir. Başka gâyet ulvî gayeler içindir.
Dördüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat
___________________________
(Haşiye-1): Evet mâdem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san'atı gâyet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahmân-ı Rahîm'in rahmetiyle, sevdiği ibâdına hâzırladığı niam-ı Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.
sh: » (S: 78)ı
ise (Haşiye) Cennet'te ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, Sûretleri hükmündedir.
Beşinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu fâni masnûat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki
_________________________________
(Haşiye): Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i hayatı üç kısımdır:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san'at murassaatını, Şahid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-ı kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl'in nazarına arzetmek birinci gayesidir.
İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yâni herşey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insanın enzârına arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtır.
Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz'î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayâttandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sırr-ı tevfîkı şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; Beyân ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.
sh: » (S: 79)
vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlûb bir vaziyet alıp; tâ Sûretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medâr olsun.
Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki sûreten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki: Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen akıllar adedince, mânâlarını akıllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor. Gûya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i Sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dağdağalı inkılâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.
Altıncı Esâs: Hem anlarsın ki: İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin Sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.
Yedinci Esâs: Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, îdam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Haşiye). Hem yeni baharda gelecek
___________________________
(Hâşiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs'atına ve sâir ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perişan olurlar. İşte bahar dahi, mahşer-nümâ bir meyvedâr ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi; ibret-nümâ bir şeceredir. Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümâdır.
sh: » (S: 80)
mahlûkata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtın gelmesine yer hâzırlamaktır ve ihzârattır.
Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhaniyyedir.
Sekizinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.
Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutûr etmiştir. Âmenna...
YEDİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyyet olup, İsm-i Hafîz ve Rakib'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyır, aslâ!..
Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği sûretler dahi, birer intizâmlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizâm tahtındadır. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehâdetten göçüp giden herşeyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-ı mahfûza hükmünde olan (Haşiye: Yedinci Sûret'in haşiyesine bak.) hâfızalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin âzamet-i ihâtasını gösteriyor.
Görmüyor musun ki: Koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün
sh: » (S: 81)
mevcûdâtı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teşkilâtının kanunları ve Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek Sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ!
Evet şu hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlaşılıyor ki: Şu mevcûdâtın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatında gâyet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin Sûretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet işaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a'mâl defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.
Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-ı şuûnuna şahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâniyyet-i İlâhiyyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcûdatın tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı görmesin! Hâyır ve aslâ!..
Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye) mümkinata kadir
___________________________
(Hâşiye): Evet zaman-ı hâzırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mâzi; umumen vukûattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki Kalem-i Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu'cizât-ı âyâtını onlarda Kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmıştır.
Şu zamandan tâ Kıyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan zaman-ı istikbâl; umumen imkânattır. Yâni mâzi vukuâttır, istikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasılki dün-
sh: » (S: 82)
olduğuna,bütün geçmiş zamandaki mu'cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehadet eden ve kıyâmet ve Haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl'den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.
SEKİZİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı vaad ve Vaîd'tir. İsm-i Cemîl ve Celîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnûâtın Sânii; bütün Enbiyanın tevâtürle haber verdikleri ve bütün Sıddıkîn ve Evliyanın icmâ' ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip, -hâşâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler; kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay.. Geçmiş baharın hesabsız mevcûdâtını, gelecek baharda kısmen aynen (Haşiye-1) kısmen mislen (Haşiye-2) iâdesi kadar kolaydır. Îfa-yı vaad ise; hem bize, hem
__________________
kü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdatı icad eden Zât; yarınki günü mevcûdâtıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şübhe getirmez. Öyle de şübhe yoktur ki: Şu meydan-ı garâib olan zaman-ı mâzinin mevcûdâtı ve hârikaları; bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizâtıdır. Kat'î şehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtın îcadına, bütün acâibinin izharına muktedirdir.
Evet, nasılki, bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir elmayı îcad eden, bir baharı îcad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misâl-i Mûsağğarıdır. Hem san'at itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san'attır ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kıyâmet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mâzinin bütün âlemlerini zamanın şeridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmişiz ki: «Her şey'i yapamayan hiçbir şey'i yapamaz ve birtek şey'i halkeden, her şey'i yapabilir. Hem eşyanın îcadı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin îcâdı; bütün eşyanın îcâdı kadar müşkilâtlı olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...»
(Haşiye-1): Ağaç ve otların kökleri gibi...
(Haşiye-2): Yapraklar, meyveler gibi...
sh: » (S: 83)
her şey'e, hem kendisine, hem saltanat-ı Rububiyyetine pek çok lâzımdır. Hulf-ul- vaad ise; hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihâta-yı ilmiyyesine münâfîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki; kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyyetine şehadet eden bir Zâtı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzı ehl-i Cehennem'in bir dişi, dağ kadar olması; cinâyetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. Misâlin şu yolcuya benzer ki: Güneşin ziyâsından gözünü kapar. Kafası içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem şu mevcûdât; hak söyleyen sâdık kelimeleri, şu hâdisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş, elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktır, bir saadet-i uzmâ verecektir.
DOKUZUNCU HAKİKAT: Bâb-ı İhyâ ve İmâte'dir. İsm-i Hayy-ı Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-ı mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlarıyla beşerin haşrini vâ'detmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâtı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatâb ittihaz ederek herşey'i ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kıyâmeti getirmesin! Haşri yapmasın ve yapamasın! Beşeri ihyâ et-
sh: » (S: 84)
mesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyı açamasın! Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!..
Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşân'ı her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haşr-i Ekberin ve meydân-ı kıyâmetin pek çok emsâlini ve nümunelerini ve işârâtını icad ediyor. Ezcümle:
Haşr-i baharîde görüyoruz ki; beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'ı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iâde ediyor. Başkalarını ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemâl-i imtiyaz ve teşhîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu işleri yapan Zâta bir şey ağır gelebilsin; Semâvat ve Arzı altı günde halkedemesin, insanı bir sayhâ ile haşredemesin! Hâşâ...
Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, hurufları, ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Şu kâtip kendi te'lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak. Sen diyebilir misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-ı Mu'cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki: Büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O Zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak. Sen desen ki: Kaldırmaz veya kaldıramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizâmı altına girerler. Sen desen ki: İnanmam! Ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın...
İşte şu üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yapra
sh: » (S: 85)
ğını açıp, rûy-i Arzın sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâı, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, Sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizâmla zerratı Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?
Hem, bu bahar haşrine benziyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutların îcad ve ifnasında haşre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misâl-i hâşir ve Kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın... Bak! Fermân-ı A'zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
ELHÂSIL: Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise; her şeydir. Evet, mahşer-i acâip olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, Seyyaratı Meleklerine tayyare yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîka-
sh: » (S: 86)
rar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasız nâkıs, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem