Zahirden Hakikate Geçmek
Cenab-ı Hakk’ı tanımaya ve hakkıyla sevmeye ulaştıran pekçok “tarîk”in olduğundan bahseder, Bediüzzaman. Ona göre; bütün “hak tarîk”ler Kur’an’dan alınmasına rağmen, bir kısmı diğerlerine nazaran “daha kısa”, “daha selametli” ve “daha umumiyetli olmaktadır.
“Kemalât arşı” olarak nitelendirdiği Cenab-ı Hakk’ı tanıma yollarının ise, dört temel asla dayandığından bahsetmektedir:
1) “Tasfiye ve işrak” üzerine kurulu olan tasavvuf ehlinin tarîkıdır/yoludur. Tasavvufun, tasfiye denilen eğitim boyutu ile işrak denilen bilgi boyutu olmak üzere iki mertebesi vardır.
Eğitim boyutu, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Ameli taraf da denilen bu boyutta, zühdün gerektirdiği ibadet hayatı, nefsani ve dünyevi isteklerden arınma, riyazet ve her çeşit mücahede ile Allah’a yönelmek bulunmaktadır.
Bilgi boyutu ise insanın manevî eğitimle birlikte ahlâk ve takvâ açısından yükselişin ve Allah'a yaklaşmanın sonucu olarak kâinattaki bir kısım ilâhî sırlara ait elde edilen bilgilerdir. Mücahededen sonra gelen müşahede safhası da denilen bu ikinci boyutta; zühdün ortaya çıkardığı haller, nefsin tasfiyesinden sonra doğan vecd, zevk ve marifetler açığa çıkmaktadır. Ebu’l Kasım el-Cüneyd, Zünnun el-Mısri, Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi mutasavvıflar bu yolu takip etmişlerdir.
2) “İmkan ve hudus”a dayanan kelam alimlerinin yoludur. Sa’d-ı Taftazani, Fahreddin-i Razi gibi alimler bu yolda hakikate gitmeye çalışmışlardır. İmkan ve hudus unvanları altında kainatı sarmalayıp, zihnen üstüne çıkarak vahdaniyeti ispat etmek metodunu takip etmişlerdir.
Her ne kadar bu iki yol Kur’an kaynaklı dahi olsalar; insan düşüncesinin ve duygularının karışması sebebiyle değişime uğramışlar, hatta uzunlaşıp müşkülleşerek şüphelerden mahfuz kalamamışlardır.
“Hükema” denilen ve şüphelerle dolu İslam filozoflarının yoludur. Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Aristo’nun görüşlerinden etkilenen ve onun ekolüne atfen yürüyenler anlamında ‘Meşaiyyun’ diye isimlendirilenler ile Sühreverdi’nin görüşlerini esas alan ve bilginin nefsi günahlardan arındırma sonucu insanın kalbine yansıyan sezgisel bilgi olduğunu kabul eden ‘İşrakiyyun’ unvanıyla anılanlar, bu yolun takipçileridirler. Bu yolda gitmek o kadar zor ve tehlikelidir ki; İbn-i Sina ve Farabi gibi dahiler, adi bir mü’minin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta, İmam-ı Gazali gibi bir ‘Hüccetü’l-İslam’, onlara o dereceyi de vermemiştir. Hem bir de, kelam ilminin dehalarından olan bir kısım Mutezile imamları, bu mesleği benimseyip akla fazla hakim kıldıklarından, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişlerdir.
“Belagat” ve “cezalet” cihetiyle en parlak; istikamet cihetiyle en kısa; anlaşılabilirlik ve genele hitap etmek cihetiyle en geniş bir yol olan “Mîrac-ı Kur’an”dır.
Zahirden hakikate geçmek iki yol ile olabilmektedir: Birincisi, “seyr u sülûk” denilen tarikat berzahındaki birçok mertebeleri çıkmak ile hakikate ulaşmaktır.
İkincisi ise, doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, lutf-u İlahi ile hakikate geçmektir. Sahabenin ve Tabiînin önder oldukları bu ikinci yüksek ve kısa yol, Kur’an hakikatlerinin “kâfi bir mürşid” olması sırrını taşımaktadır. Onlar, Kur’an’dan bütün latifelerinin ve duygularının hisselerini almaktadırlar. Sahabeler, kötülüğü emreden nefislerini öldüren ehl-i velayetin aksine, nefislerini “tezkiye ve tathir” etmişlerdir. Kötülüklerden arınmış nefsin mahiyetindeki birçok cihazlarla, ubudiyetin her çeşidini, şükür ve hamdin her türlüsünü azami derecede yapmışlardır.