Mü´minlerin Ölüm Halleri

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Allahü teâlâ, insanı hayâtı boyunca, dünyâda
durdurur. Belli olan eceli gelinceye kadar ve rızkı tükeninceye
kadar ve ezelde takdîr edilmiş olan amelleri bitinceye kadar,
dünyâda durur.

Dünyâdaki ölümü yaklaşdığı vakt, dört melek gelir.
Bunların biri, rûhunu sağ ayağından ve biri sol ayağından ve biri
sağ elinden ve biri sol elinden çekerler. Çok def’a, rûhu gargara
hâline gelmezden evvel (Âlem-i melekûtî)yi görmeğe başlar.
Melekleri, yapdıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl
üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdünü haber verir. Çok
def’a da, gördüğü şeyleri, şeytânın bir işi zan eder. Lisânı
tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Bu hâlde, yine melâike rûhunu
parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından su
boşalır gibi, gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış olan
diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdi. Bu hâlde
ölü karnını diken ile dolu zân eder. Rûhunu da, sanki bir iğne
deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor
zan eder.

Peygamberlerin efendisi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Elbette ölüm acılarından birinin şiddeti, üçyüz
kerre kılınç vurmakdan dahâ şiddetlidir).

İşte bu zemânda insanın cesedi terler. Gözleri sür’at ile iki
tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar,
soluğu kabarır, benzi sararır. Âişe-i sıddîka “radıyallahü anhâ”
vâlidemiz, Resûlullah kucağında iken, bu hâli görünce, gözünden
yaş dökerek şu meâlde şi’r söyledi:
(Nefsimi sana fedâ ederim yâ Resûlallah ki, seni fenâ
hareketlerden birşey kederlendirmedi, incitmedi. Bu zemâna kadar
seni cin de çarpmadı. Birşeyden dahî korkmadın. Şimdi ne oldu ki,
güzel yüzün inci gibi terle örtülmüş görüyorum. Her ölünün rengi
solduğu hâlde, senin mubârek yüzünün nûrları hakîkaten her tarafı
aydınlatıyor.)

Rûhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş
iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gâyet büyük
olduğundan, göğüs nefeslerle sıkışıp, daralmışdır.
Nefes alıpveremediği için, bedenin harâreti kalmaz, soğur.
Bu zemânda mevtâların hâlleri muhtelif olur.

Cenâb-ı Hak bir kuluna hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o
kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Ba’zıları, bu rahmetden maksad
Cebrâîl aleyhisselâmdır, dediler.

Rahmet-i ilâhiyye, şeytânı uzaklaşdırıp, hastanın yüzünden o
yorgunluğu giderir. O zemân insan ferahlar, güler. Çok kimselerin
bu hâlde güldüğü görülür ki, Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmesi
ile onu müjdeleyip, (Beni bilir misin, ben Cebrâîlim. Bunlar ise,
senin düşmanların olan şeytânlardır. Sen Millet-i Hanîfiyye ve dîn-i
Muhammediyye üzre vefât et!) der. İnsana işte bu melekden dahâ
çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey yokdur. (Yâ Rabbî, bize
rahmetini ihsân eyle. İhsân sâhibi ancak sensin) meâl-i
şerîfindeki, Âl-i İmrân sûresi sekizinci âyet-i kerîmesi, bu hâli haber
vermekdedir.

Ölünün his duygularından en son gayb edeceği şey işitmesidir.
Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakt yalnız görmesi bozulur. Fekat
işitmek, rûh kabz oluncaya kadar gayb olmaz. Bunun için Fahr-i
âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz, (Ölüm
hastalığında olanlara şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah”dır. Bu kelimeyi telkin
ediniz!) buyurmuşdur. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz
söylemekden de nehy buyurmuşdur. Çünki o zemân, insan şiddetli
sıkıntı içindedir.

Eğer görür isen ki, ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsiyor,
gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhıretde kavuşacağı
sürûr ile tebşir (müjde) olunmuşdur.

Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O
sa’îd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından
ve ilminden hiçbirşey gayb etmemişdir. Dünyâda ne yapmış ise,
hepsini bilir. O melekler, bu rûhla berâber semâya doğru uçarak
yükselirler. Bu yükselmeyi ba’zı ölü bilir, ba’zı ölü ise bilmez.

Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”
ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler
gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına
varırlar.

Bu meleklerin başında olan Cebrâîl “aleyhisselâm”, dünyâ
semâsına çıkar. Kimsin diye sorulur. Ben Cebrâîlim, yanımdaki de
filândır, diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği ismleri ile haber verir.
Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler, (Bu ne iyi bir kimsedir ki,
i’tikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şübhesi yokdu) derler.

Bundan sonra ikinci kat semâya çıkarlar. Kimsin denir. Cebrâîl
“aleyhisselâm” birinci kat semâdaki meleklere söylediği sözünü
tekrâr eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha, (Hoş safâ
geldi. Dünyâda iken nemâzlarını bütün farzlarına riâyet ederek edâ
ederdi) derler.

Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. Kimsin denir. Cebrâîl
“aleyhisselâm” dahâ önce söylediklerini tekrâr eder. Bunun üzerine
(Malının hakkını muhâfaza edip zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün
uşrunu emr olunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu
zât hoş ve safâ geldi) denir. Oradan da geçerler.

Dördüncü kat semâya varırlar. Kimsin denir. Dahâ önce
söylediği gibi cevâb verir. (Dünyâda, Ramezân orucunu tutup da,
orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekden ve
harâm yemekden kendini muhâfaza eden kimse, hoş ve safâ geldi)
denir.

Sonra geçerler. Beşinci kat semâya varırlar. Kimsin denir. Dahâ
önce söylediği gibi cevâb verir. (Farz olduğu zemân haccını riyâsız
ve Allahü teâlâ için edâ eden kimse hoş ve safâ geldi) denir.

Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. Kimsin denir.
Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. (Seher vaktlerinde çok istiğfâr
eden, gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş,
safâ geldi) denir.

Oradan da geçerek (Surâdikât-i celâl) denilen, celâl
perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulunca,
öncekiler gibi cevâb verir. Yine (Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip,
[çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere] emr-i ma’rûf yapan, Allahü
teâlânın dînini, Onun kullarına öğreten, miskinlere [ve darda
kalanlara] yardım eden, sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun)
denir. Sonra meleklerden bir cemâ’ate uğrarlar ki, hepsi onu
Cennet ile müjdeleyip, onunla müsâfeha ederler.
Sonra (sidret-ül-müntehâya) kadar giderler. Yine kimdir diye
sorulunca, öncekiler gibi cevâb verir. (Hoş safâ geldi. Her iyiliğini
Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhabâ) denir.
Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su
ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine uğrar ve
geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur.

Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır ki,
seksen bin perdedir. Her perdede seksen bin şerefe vardır. Her
şerefede bin kamer ya’nî ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh
ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünse, nûru âlemi yakar ve
herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet ederdi. Bu
zemânda, perde arkasından bir münâdî nidâ eder ki, bu getirdiğiniz
rûh kimdir? Cebrâîl “aleyhisselâm” filân oğlu filândır, der.
Allahü teâlâ, (Bunu yakınlaşdırın. Ve sen ne güzel kulumsun
buyurur.) Allahü teâlânın huzûr-i ma’neviye-i ilâhiyyesinde durduğu
vakt, ba’zı levm-ü itâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır.
Hattâ o kul, zan eder ki, hakîkaten helâk oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak
onu afv eder.

Nitekim Kâdî Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivâyet olundu.
Vefâtından sonra rüyâda görülüp de süâl olundu ki, Hak teâlâ sana
ne muâmele eyledi. Yahyâ bin Eksem, (Allahü teâlâ beni manevî
huzûrunda durdurdu. Ey Şeyh-i Sû [ya’nî fenâ ihtiyâr]! Sen şunu ve
bunu işlemedin mi? buyurdu. Allahü teâlânın yapdıklarımı bildiğini
anladığım zemân, beni korku kapladı ve yâ Rabbî, böyle süâl
soracağını bana dünyâda bildirmediler, dedim. (Sana nasıl bildirildi)
buyurdu. Ben de, bana Mu’ammer, İmâm-ı Zührîden, o da
Urveden, o da Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”dan, O da hazret-i
Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, O da hazret-i
Cibrîlden, O da Zât-i teâlâdan haber verdiler. Raûf ve rahîm olan
Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan, islâmda ağaran saç ve sakala
azâb etmekden hayâ ederim) buyurdu; dedim. O zemân Allahü
teâlâ buyurdu ki, (Sen ve Mu’ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve
Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni
mağfiret etdim.)

[Kâdî Yahyâ bin Eksem “rahmetullahi aleyh” Bağdâdda kâdî
iken 242 [m. 856] de Medînede vefât etdi. Şâfi’î fıkh âlimi idi.
(Tenbîh) adındaki kitâbı meşhûrdur.

Kaynak: KUR’ÂN-I KERÎMDE KIYÂMET ve ÂHIRET (Müellifi İmâm-ı Gazâlî)
 
Üst