ABDULLAH4
Forum Yöneticisi
Elhamdulillahi Rabbil âlemîn.
Vesslâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İBADET GAYRETİ
Ayet: وَمَاخَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ (Zariyat,56)
Meal: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
Tefsir: Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin her biri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir. (Elmalılı Tefsiri, Zariyat, 56.)
Sohbetimize şöyle bir misalle başlayalım:
Zamanı çoğunlukla saatimize bakarak takip ederiz: “Ne çabuk geçti zaman!” ya da “zaman da hiç geçmiyor!” diye yakınırız. Zamanın uzunluğu ve kısalığının ona verilen değerle değiştiği kesin. Eskilerden bir filozof şöyle demiş: “Bir insan için zamanın uzunluğu ömrü kadar, eni ise zamana verdiği değer kadardır!”
Sizi daha fazla sıkmadan, zamanın değerini anlatan bir Portekiz öyküsüyle başbaşa bırakıyorum:
Bankada hesap sahibi olduğunu düşün. Hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor. Fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın. Ertesi güne aktaramazsın. Paranı kullansan da, kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın.
Hepimiz, zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz. Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz. Ertesi güne aktarılması mümkün değil. Her sabah hesabımız dolar, akşam ise boşalır. Geri dönüşü yok. Saniyelerini şu anını yaşayarak harca. En iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap.
Bu öykü, zamanın dünya hayatımızdaki değerini ne kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bir de zamanın uhrevi hayatımız için değerini kavrayabilsek! Belki, sözü fazla uzatmadan kendimize demeliyiz ki: Allah’a yaklaştıracak hiç bir ameli ertelemeden zamanında yapmalıyız. Tevbe etmeyi, ibadet etmeyi, iyilik yapmayı... (Semerkan Dergisi, 4.Sayı, Zamanın Değeri)
Efendimiz s.a.v.’in dediği gibi ‘’ Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen, orada onu biçersin. ‘’ misaline dayanarak bize verilen 86.400 saniyenin her birini ebedi hayatta kullanabilecek ve en güzel şekilde fayda görebilecek birer altın haline de getirebiliriz veya borç, zarar ve azap haline de…
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
‘’ Yarın kıyamet günü 24 saatten ibaret olan her gün için kulun önüne 24 hazine konur. Birini açarlar içi sevaptan nurla görünür. Bu o saatte yaptığı sevaptır. Bunun sebebiyle öyle neşelenir, sevinir ve kalbi rahat bulur ki, bu sevinmeye cehennemdekilere taksim etselerdi cehennemde olduklarını anlamazlardı. Bu sevinmenin sebebi bu nurların Allah’ü Teâlâ indinde kendisini kabule vesile olacaklarındandır.
Diğer bir hazine açarlar siyah, karanlık ve bulanık olup içinden gayet pis bir koku çıkar. Herkes burnunu tıkar. Bu da günah işlediği saattir. Kalbine o kadar korku, utanma ve sıkılma gelir ki, cennettekilere taksim olunsa cennet kendilerine sıkıcı gelirdi.
Diğer bir hazine açarlar içerisi boş olur. Ne zulmet, ne nur bulunur. Bu da boş geçirdiği saattir. Kalbinde o kadar hasret ve eksiklik duyar ki büyük bir memleketi ve hazineyi elde edebilecek bir kimsenin boş oturup onu elden kaçırması gibi olur. Bütün ömrünü saat saat kendisine gösterirler. ‘’ (Gazâlî, İhyâ)
Büyüklerimiz sofiliği kısa ve öz şekilde şöyle tarif etmişler: ‘’ Sofi vaktin çoçuğudur. ‘’ evet sofi bulunduğu her vaktin hakkına ve hukukuna riayet eden, her vaktini ganimet bilen, bu vakitleri ahiret sermayesi yapıp, Allah’ın rızasını kazanan kişidir. Buda şüphesiz ibadet ve ibadetin hal ve ahvalini bilip dünyada niçin yaşadığını, ne peşinde, kimin işinde olduğunu anlamak ve bu doğrultuda yaşamakla mümkün… peki nasıl olacak…
Kulluk vazifeleri, Cenab-ı Hak ve O’nun sevgili Peygamberi s.a.v. tarafından bildirilmiştir. Allahu Tealâ’ya şükür, esas itibarıyla Rasulü’nün tebliğ ettiği yola uymakla olur. Bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibadeti Cenab-ı Hak kabul etmez. Çünkü insanların iyi ve güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları dışlamakta, çirkin olduğunu bildirmektedir.
Demek ki Allahu Tealâ’ya kulluk için Hz. Paygamber s.a.v.’e uymak gerekiyor. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. O’na uyan kimseye “müslüman” denir. Cenab-ı Hakk’a şükretmeye, kulluk vazifelerini yerine getirmeye “ibadet” denir. İnsanların yaratılmasındaki gaye de zaten budur. Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle haber verir: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. ” (Zariyat, 56)
Gavs Sani şöyle buyurmuştur: “ Bu dünya ahiretin harmanıdır. Bu dünyada ne azık edersen, öbür dünyada ancak onu yiyebilirsin. Orada onunla geçinebilmek zorundasın. ”
Rabbimiz’in farz kıldığı ibadetlerin faydası, o ibadetleri yapan fertlere ve cemiyetleredir. Yoksa Cenab-ı Mevlâ’nın insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur. Kişi namaz kılmak, oruç tutmakla hem Allah’a karşı kulluk vazifesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç insanı ruhen yüceltir, kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle, hem Allah’a karşı kulluk hem de insanlara karşı insanî vazife yerine getirilmiş olur.
Yirmidört saat içinde bir saat bile tutmayan bir zaman dilimini Cenab-ı Hakk’ın emrini yapmak için ayırmamak, zengin olup da malının kırkta birini fakirlere vermemek büyük bir nankörlük ve ayıptır. Mübahları bırakıp, haram ve şüpheli olana yönelerek, uyulması aslında çok kolay olan ilâhi sınırları çiğnemek de insanın kendi varlığına ve insanlık onuruna ihanettir.
Bediüzzaman Hz.leri de bu hususta şöyle buyurmuştur:
‘’ Bir padişah, raiyetinin hukukunu çiğneyen adamdan nasıl onların hakkını alır ise, teşekkürlerini Rablerine ulaştırsın diye insanın hizmetine koşan varlıkların hakkını da Allah, ibadetsiz insanlardan alır. Ve onları bu duruma düşmemeleri için şiddetle uyarır. İnsan kainatı kendi aynasından görür. Üzüntülü bir adama göre bütün varlık ağlıyordur, ibadet eden bir abide göre de bütün varlık zikir çekiyordur. İbadetsiz insanlar, varlığı başı boş sahiplerine karşı minnet ve taktirsiz gördüğü için manen onların hukukuna tecavüz eder. Adeta, onları hainlikle suçlamış olur. ‘’ (Risale-i Nur’da, Temsiller ve Hikayeler, Timaş Yay.)
Şeytan ve ona uyan insanlar, her devirde Cenab-ı Mevlâ’nın affını ve merhametini ileri sürerek insanları aldata geldiler. İbadetleri yaptırmayıp günahlara sürüklediler. Halbuki bu dünya imtihan yeridir. Dinimizin emrettiği ibadetleri yapmak, bu imtihanda muvaffak olmak için şarttır. İbadetleri yapmayanların ahirette hüsrana uğrayacağı Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde tekrar tekrar bildirilmektedir. İnanan kul, nefsine hakim olup Rabbi’nin yasak ettiği şeylerden tamamıyla kaçınmalıdır. Emrettiği şeyleri de, sadece O emrettiği için gereğince yerine getirmelidir.
Bu, yeryüzünde insan olarak var olmanın Rabbül Alemin’e kul olmanın gereğidir. (M.Saki Erol, Ahiret ve Dünya, Semerkand Dergisi, Sayı:18)
NİYET ve KULLUK
İbadet, saygı ile boyun eğmek, küçüklüğünü hissederek itaat etmek demektir. İnsanın kalbî yönelişi, iç iradesi olmadan yaptığı hareketlere ibadet denilemez. Kalpteki yönelişin adı niyettir. Niyet, herhangi bir işe yönelik iradeye verilen isimdir. Bir işin veya sözün ibadet olabilmesi için niyet şarttır.
Bu manada ibadet, kulun acizliğini, Allah’ın büyüklüğünü anlamasıdır. Böyle bir anlayışla O’na boyun bükmesi demektir.
İbadet, gerçek hürriyetin, kula kul olmaktan kurtulmanın ve varlığın gerçek sahibini bulmanın adıdır.
İbadet, ruh ile bedeni barıştırmak, mülkü mâlikine teslim edip, sonsuz güç sahibinin güvencesine girmek (tevekkül); kısaca huzuru yakalamaktır... Evet huzuru yakalamak, her yerde ve her zamanda O’nun huzurunda olduğunu hissederek, O’nun güvencesinde dolaşmaktır.
İbadetin temel şartı niyettir. Niyet olmazsa, kulluk namına ne yapılırsa yapılsın ibadet olamaz; kuru bir yorgunluk olarak kalır. Niyet, kalbin yönelişidir; orada neler olduğunu Allah bilir. Bu, tamamen manevi bir iştir. Kul ile Rabb arasındaki derin ve özel ilişkidir. Atılan her adım, söylenen her söz ona göre kıymet kazanır. Yapılan işin kıymeti, kalpteki niyetin kıymetine bağlıdır. Bu sebeple kalplerin tabibi Efendimiz s.a.v. “ Bütün işler, ancak ve ancak niyetlere göre kıymet kazanır. ” buyuruyor.
Gavs-ı Sani ks. Hz.leri de niyetle ilgili bazı sözlerinde şöyle buyurmuştur: ‘’ Yaptığınız her işte niyetiniz Allah rızası için olsun. Niyet çok önemlidir. Ne iş yaparsanız yapın önce niyetinizi kontrol edin ”
” Siz niyetinizi güzel yapın.Her işiniz güzel olur…Kulun güzel niyetini Allah bilsin yeter… ”
“ Niyet sağlam olursa, hem dünyayı kazandırır, hem ahiret’i kazandırır. ”
“ Hedef niyettir niyet olmayınca hedef olmaz. ”
Bu noktadan hareket edersek, yalnızca bedensel hareketler bütünü olarak namazın görüntüsü bir ibadet değildir. Yani kıyam, rukû, secde ve tahıyyat ancak ibadet niyetiyle olduğunda anlam kazanır. Allah’ın büyüklüğünün ve kulun acizliğinin anlaşıldığı, hissedildiği namaz ibadettir. Kimin karşısında olduğunu, kiminle konuştuğunu düşünmeden kılınan namaz, azab ve azar sebebidir. Bu sebeple Allahu Tealâ, “ Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki namazlarından gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. ” (Maun/4-6) buyuruyor.
İmsak vaktinden güneş batıncaya kadar aç durmak da ibadet değildir. Rabbimiz istediği için, O’nun rızası için aç durmak ibadettir. Efendimiz s.a.v., “ Kim yalan söylemeyi ve yalan üzere hareket etmeyi bırakmazsa (bilsin ki), yemesini ve içmesini terketmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur. ” (Buhari) buyuruyor. Ayrıca “Nice oruç tutanlar vardır ki tuttuğu oruçtan sadece çektiği açlık kalır; nice gece ibadetine kalkanlar vardır ki bu ibadetlerinden geriye sadece uykusuzluk kalır.” (İbnu Mace, Ahmed) hadisi de, kişilerin niyetlerine ve bu niyetlerine göre yaşantılarını düzenlemelerine dikkat çekiyor.
Kurban bayramında hayvanı kesmek de ibadet değildir. Çünkü onun ne eti ve ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’ın istediği ise takvadır. Kurbanla ilgili ayette mana olarak şöyle buyuruluyor: “ Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasız diye O, bu hayvanları böylece sizin hizmetinize verdi. (Habibim!) Güzel davrananları müjdele! ” (Hacc/37)
Takva, Allah’a karşı kalpteki hassasiyet... Allah’a olan sevgiden dolayı O’nun ölçülerini koruyamama korkusu ve endişesi.
Allah’a karşı hassasiyetin ve irtibatın bulunmadığı bir kalpte, ibadet için niyet oluşamaz. Bu sebeple niyet ve takva, yapılan işleri ibadete çevirir. Hatta niyet ve takva ile insanın yemesi, içmesi, uyuması bile ibadete dönüşür. (Mustafa Necm, Niyet ve Kulluk, Semerkand Dergisi, Sayı:12)
Namazlarımızda sıkça okuduğumuz kısa surelerden biri de Maun Suresi’dir. Bu surenin mealine bakarsanız, dördüncü ayetin “yazık o namaz kılanlara..” diye başladığını göreceksiniz. Rahmetinin gazabından çok çok engin olduğunu bildiğimiz Yüce Rabbimiz, kendine ibadet eden bir insanı neden böyle kınıyor olabilir?
İbadetlerimizin hedefi Allah’u Tealâ’nın rızasını kazanmaktır. Ne var ki edebine riayet edilmeden yapılan ibadetlerin, bırakın O’nun rızasını kazandırmayı, yapanın yüzüne çarpılma ihtimali çok yüksek.
Maun Suresi’ndeki “yazık o namaz kılanlara!” kınamasına benzer bir ifadeyi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in şu sözlerinde de görüyoruz:
“ Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan ellerinde kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice gece ibadeti ile meşgul olanlar vardır ki, ellerinde kalan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur. ‘’ (İbn-i Mace, Darimî, Nesaî, Ahmed)
Çok ciddi bir ikaz ve kınamanın içi içe bulunduğu bu ifadeleri görünce insan sormadan edemiyor: Acaba biz, bu ayet ve hadis-i şerifte anlatılan gruba dahil olmaktan yeterince çekiniyor muyuz? Ya okuduğumuz Kur’an bize lanet ediyorsa ne yapacağız? Namazı bir tür sportif faaliyet veya alışkanlığa, orucu perhize, haccı turistik geziye, zikir meclislerini eğlenceye, zekâtı ticarete, hizmeti benlik davasına, cihadı cinayete, hakka daveti siyasete çevirdiysek, bu nasıl bir dindarlıktır? Amellerimizin muhasebesini yapmadıkça İslâm’ı yaşama ve yaşatma davasında en büyük yıkımı biz yapmış olmaz mıyız?
Bütün bunlardan sonra şunları düşünmek zorundayız: “ Senelerdir yapıp durduğumuz ibadetler, hayatımızda ve ahlâkımızda ne gibi değişiklik yaptı? Yoksa ibadeti adet haline mi getirdik? ”
İbadetler Birer Emanettir
Yüce Rabbimiz müminleri şöyle uyarıyor: “ Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulü’ne hainlik yapmayın. Size emanet edilen şeylere de bilerek hiyanet etmeyin. ” (Enfal, 277)
Büyük müfessir sahabi İbnu Abbas R.A. bu ayeti açıklarken, kullara emanet edilen şeyin Allah’u Tealâ’nın yapılmasını farz kıldığı ameller olduğunu belirtiyor. Hiyaneti ise, amelleri gereği gibi yapmayıp zayi etmek şeklinde tefsir ediyor. (İbnu Kesir, Tefsiru Kur’ani’l-Azim)
Rasulullah s.a.v. Efendimiz, namazda rukû, secde ve kıraatını eksik yapan, namazın bölümlerinden çalan kimseyi “en kötü hırsız” olarak tanıtır. (Darimî, Malik, Ahmed)
Bir emaneti zayi etmeye ihanet denir. Bir şeyin hakkını vermemek de ihanettir.
Yeryüzünde en büyük emanet Allah’u Tealâ’nın emanetleridir. Bu emanetler, iman, ibadet ve güzel kulluktur. Yüce Yaratıcı’nın bir insandan yapmasını istediği bütün vazifelere ibadet veya kulluk denir. Rabbine kulluktan kaçıp nefsine kul, dünyaya köle olanlar, temiz fıtratlarına karşı en büyük zulmü yapmaktadırlar. Bu halleriyle onlar, Hakk’a karşı en açık ihanet içerisindedirler. Tevbe etmeden bu halde ilâhi huzura çıkanlar, Yüce Allah’ın öfke ve azabından nasıl kurtulabilirler? Bu, gerçekten çok acı bir sonuçtur.
Diğer acı bir sonuç da, bir insanın ömrünü Allah’a ibadet ve kulluk içinde geçirdiği halde, ahiretine hiçbir hayır ve sevap götürememesidir. Bunun sebebi, ibadete ihanet edilmesi, yani hakkının verilmemesidir. İşte bu durum, müminler için büyük bir ayıp ve acı bir kayıptır.
Evet, usulüne uygun yapılmayan her iş maksadın tersine sonuç verir. İbadetler de böyledir. Kul, bazen ibadetle Allah’a yaklaşayım derken, Allah’tan uzaklaşabilir. Bunun sebebi kendisidir. Çünkü edebi çiğnenen, hedefi değiştirilen, tevazu yerine kibir ve kendini beğenmeye alet edilen bir ibadet kabulü değil, belki azar ve azabı gerektirir.
Süfyan-ı Sevri ks. Hz.leri ‘’ İlim ve amel bakımından kendini din kardeşinden üstün görenin ilmide, ameli de heba olur ‘’ buyurmaktadır.
Hz. Ömer r.a., bazı insanların ibadetleri nasıl adet haline getirdiğini şu üzüntü dolu sözleriyle dile getirir: “ Öyle insanlar var ki, müslüman olarak saçını başını ağartmış. Fakat ömründe Allah için hakkıyla kıldığı bir namazı yok. ” (Sühreverdi, Avarifu’l-Mearif)
Menkıbe:
Hz. Ali r.a. Irak’ta bir grup insanın güzel elbiselerle süslendiklerini gördüğü zaman, ‘Bunlar niye bu şekilde giyinmişler?’ siye sordu. Kendisine,
‘Bugün onların bayramıdır’ denilince, Hz. Ali r.a. ‘’ Allah’a isyan edilmeyen her gün bizim bayramımızdır’’ dedi.
Bir kişi, Allah dostlarından biriyle karşılaşmıştı. Allah dostu ona,
‘Benden ayrı iken nasıldın?’ dedi. Adam,
‘Afiyetteydim’ deyince, Allah dostu,
‘’ Allah’a karşı günah işlemediysen sağlık ve afiyettesin demektir. Eğer günah işlediysen, günahtan daha büyük hastalık ne olabilir? Allah’a isyan eden afiyette olamaz’’ dedi. (Ateşin Yakmadığı Aşık, Semerkand Yay. Dr. Dilaver Selvi.)
Vesslâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İBADET GAYRETİ
Ayet: وَمَاخَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ (Zariyat,56)
Meal: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
Tefsir: Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin her biri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir. (Elmalılı Tefsiri, Zariyat, 56.)
Sohbetimize şöyle bir misalle başlayalım:
Zamanı çoğunlukla saatimize bakarak takip ederiz: “Ne çabuk geçti zaman!” ya da “zaman da hiç geçmiyor!” diye yakınırız. Zamanın uzunluğu ve kısalığının ona verilen değerle değiştiği kesin. Eskilerden bir filozof şöyle demiş: “Bir insan için zamanın uzunluğu ömrü kadar, eni ise zamana verdiği değer kadardır!”
Sizi daha fazla sıkmadan, zamanın değerini anlatan bir Portekiz öyküsüyle başbaşa bırakıyorum:
Bankada hesap sahibi olduğunu düşün. Hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor. Fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın. Ertesi güne aktaramazsın. Paranı kullansan da, kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın.
Hepimiz, zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz. Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz. Ertesi güne aktarılması mümkün değil. Her sabah hesabımız dolar, akşam ise boşalır. Geri dönüşü yok. Saniyelerini şu anını yaşayarak harca. En iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap.
Bu öykü, zamanın dünya hayatımızdaki değerini ne kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bir de zamanın uhrevi hayatımız için değerini kavrayabilsek! Belki, sözü fazla uzatmadan kendimize demeliyiz ki: Allah’a yaklaştıracak hiç bir ameli ertelemeden zamanında yapmalıyız. Tevbe etmeyi, ibadet etmeyi, iyilik yapmayı... (Semerkan Dergisi, 4.Sayı, Zamanın Değeri)
Efendimiz s.a.v.’in dediği gibi ‘’ Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen, orada onu biçersin. ‘’ misaline dayanarak bize verilen 86.400 saniyenin her birini ebedi hayatta kullanabilecek ve en güzel şekilde fayda görebilecek birer altın haline de getirebiliriz veya borç, zarar ve azap haline de…
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
‘’ Yarın kıyamet günü 24 saatten ibaret olan her gün için kulun önüne 24 hazine konur. Birini açarlar içi sevaptan nurla görünür. Bu o saatte yaptığı sevaptır. Bunun sebebiyle öyle neşelenir, sevinir ve kalbi rahat bulur ki, bu sevinmeye cehennemdekilere taksim etselerdi cehennemde olduklarını anlamazlardı. Bu sevinmenin sebebi bu nurların Allah’ü Teâlâ indinde kendisini kabule vesile olacaklarındandır.
Diğer bir hazine açarlar siyah, karanlık ve bulanık olup içinden gayet pis bir koku çıkar. Herkes burnunu tıkar. Bu da günah işlediği saattir. Kalbine o kadar korku, utanma ve sıkılma gelir ki, cennettekilere taksim olunsa cennet kendilerine sıkıcı gelirdi.
Diğer bir hazine açarlar içerisi boş olur. Ne zulmet, ne nur bulunur. Bu da boş geçirdiği saattir. Kalbinde o kadar hasret ve eksiklik duyar ki büyük bir memleketi ve hazineyi elde edebilecek bir kimsenin boş oturup onu elden kaçırması gibi olur. Bütün ömrünü saat saat kendisine gösterirler. ‘’ (Gazâlî, İhyâ)
Büyüklerimiz sofiliği kısa ve öz şekilde şöyle tarif etmişler: ‘’ Sofi vaktin çoçuğudur. ‘’ evet sofi bulunduğu her vaktin hakkına ve hukukuna riayet eden, her vaktini ganimet bilen, bu vakitleri ahiret sermayesi yapıp, Allah’ın rızasını kazanan kişidir. Buda şüphesiz ibadet ve ibadetin hal ve ahvalini bilip dünyada niçin yaşadığını, ne peşinde, kimin işinde olduğunu anlamak ve bu doğrultuda yaşamakla mümkün… peki nasıl olacak…
Kulluk vazifeleri, Cenab-ı Hak ve O’nun sevgili Peygamberi s.a.v. tarafından bildirilmiştir. Allahu Tealâ’ya şükür, esas itibarıyla Rasulü’nün tebliğ ettiği yola uymakla olur. Bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibadeti Cenab-ı Hak kabul etmez. Çünkü insanların iyi ve güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları dışlamakta, çirkin olduğunu bildirmektedir.
Demek ki Allahu Tealâ’ya kulluk için Hz. Paygamber s.a.v.’e uymak gerekiyor. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. O’na uyan kimseye “müslüman” denir. Cenab-ı Hakk’a şükretmeye, kulluk vazifelerini yerine getirmeye “ibadet” denir. İnsanların yaratılmasındaki gaye de zaten budur. Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle haber verir: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. ” (Zariyat, 56)
Gavs Sani şöyle buyurmuştur: “ Bu dünya ahiretin harmanıdır. Bu dünyada ne azık edersen, öbür dünyada ancak onu yiyebilirsin. Orada onunla geçinebilmek zorundasın. ”
Rabbimiz’in farz kıldığı ibadetlerin faydası, o ibadetleri yapan fertlere ve cemiyetleredir. Yoksa Cenab-ı Mevlâ’nın insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur. Kişi namaz kılmak, oruç tutmakla hem Allah’a karşı kulluk vazifesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç insanı ruhen yüceltir, kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle, hem Allah’a karşı kulluk hem de insanlara karşı insanî vazife yerine getirilmiş olur.
Yirmidört saat içinde bir saat bile tutmayan bir zaman dilimini Cenab-ı Hakk’ın emrini yapmak için ayırmamak, zengin olup da malının kırkta birini fakirlere vermemek büyük bir nankörlük ve ayıptır. Mübahları bırakıp, haram ve şüpheli olana yönelerek, uyulması aslında çok kolay olan ilâhi sınırları çiğnemek de insanın kendi varlığına ve insanlık onuruna ihanettir.
Bediüzzaman Hz.leri de bu hususta şöyle buyurmuştur:
‘’ Bir padişah, raiyetinin hukukunu çiğneyen adamdan nasıl onların hakkını alır ise, teşekkürlerini Rablerine ulaştırsın diye insanın hizmetine koşan varlıkların hakkını da Allah, ibadetsiz insanlardan alır. Ve onları bu duruma düşmemeleri için şiddetle uyarır. İnsan kainatı kendi aynasından görür. Üzüntülü bir adama göre bütün varlık ağlıyordur, ibadet eden bir abide göre de bütün varlık zikir çekiyordur. İbadetsiz insanlar, varlığı başı boş sahiplerine karşı minnet ve taktirsiz gördüğü için manen onların hukukuna tecavüz eder. Adeta, onları hainlikle suçlamış olur. ‘’ (Risale-i Nur’da, Temsiller ve Hikayeler, Timaş Yay.)
Şeytan ve ona uyan insanlar, her devirde Cenab-ı Mevlâ’nın affını ve merhametini ileri sürerek insanları aldata geldiler. İbadetleri yaptırmayıp günahlara sürüklediler. Halbuki bu dünya imtihan yeridir. Dinimizin emrettiği ibadetleri yapmak, bu imtihanda muvaffak olmak için şarttır. İbadetleri yapmayanların ahirette hüsrana uğrayacağı Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde tekrar tekrar bildirilmektedir. İnanan kul, nefsine hakim olup Rabbi’nin yasak ettiği şeylerden tamamıyla kaçınmalıdır. Emrettiği şeyleri de, sadece O emrettiği için gereğince yerine getirmelidir.
Bu, yeryüzünde insan olarak var olmanın Rabbül Alemin’e kul olmanın gereğidir. (M.Saki Erol, Ahiret ve Dünya, Semerkand Dergisi, Sayı:18)
NİYET ve KULLUK
İbadet, saygı ile boyun eğmek, küçüklüğünü hissederek itaat etmek demektir. İnsanın kalbî yönelişi, iç iradesi olmadan yaptığı hareketlere ibadet denilemez. Kalpteki yönelişin adı niyettir. Niyet, herhangi bir işe yönelik iradeye verilen isimdir. Bir işin veya sözün ibadet olabilmesi için niyet şarttır.
Bu manada ibadet, kulun acizliğini, Allah’ın büyüklüğünü anlamasıdır. Böyle bir anlayışla O’na boyun bükmesi demektir.
İbadet, gerçek hürriyetin, kula kul olmaktan kurtulmanın ve varlığın gerçek sahibini bulmanın adıdır.
İbadet, ruh ile bedeni barıştırmak, mülkü mâlikine teslim edip, sonsuz güç sahibinin güvencesine girmek (tevekkül); kısaca huzuru yakalamaktır... Evet huzuru yakalamak, her yerde ve her zamanda O’nun huzurunda olduğunu hissederek, O’nun güvencesinde dolaşmaktır.
İbadetin temel şartı niyettir. Niyet olmazsa, kulluk namına ne yapılırsa yapılsın ibadet olamaz; kuru bir yorgunluk olarak kalır. Niyet, kalbin yönelişidir; orada neler olduğunu Allah bilir. Bu, tamamen manevi bir iştir. Kul ile Rabb arasındaki derin ve özel ilişkidir. Atılan her adım, söylenen her söz ona göre kıymet kazanır. Yapılan işin kıymeti, kalpteki niyetin kıymetine bağlıdır. Bu sebeple kalplerin tabibi Efendimiz s.a.v. “ Bütün işler, ancak ve ancak niyetlere göre kıymet kazanır. ” buyuruyor.
Gavs-ı Sani ks. Hz.leri de niyetle ilgili bazı sözlerinde şöyle buyurmuştur: ‘’ Yaptığınız her işte niyetiniz Allah rızası için olsun. Niyet çok önemlidir. Ne iş yaparsanız yapın önce niyetinizi kontrol edin ”
” Siz niyetinizi güzel yapın.Her işiniz güzel olur…Kulun güzel niyetini Allah bilsin yeter… ”
“ Niyet sağlam olursa, hem dünyayı kazandırır, hem ahiret’i kazandırır. ”
“ Hedef niyettir niyet olmayınca hedef olmaz. ”
Bu noktadan hareket edersek, yalnızca bedensel hareketler bütünü olarak namazın görüntüsü bir ibadet değildir. Yani kıyam, rukû, secde ve tahıyyat ancak ibadet niyetiyle olduğunda anlam kazanır. Allah’ın büyüklüğünün ve kulun acizliğinin anlaşıldığı, hissedildiği namaz ibadettir. Kimin karşısında olduğunu, kiminle konuştuğunu düşünmeden kılınan namaz, azab ve azar sebebidir. Bu sebeple Allahu Tealâ, “ Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki namazlarından gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. ” (Maun/4-6) buyuruyor.
İmsak vaktinden güneş batıncaya kadar aç durmak da ibadet değildir. Rabbimiz istediği için, O’nun rızası için aç durmak ibadettir. Efendimiz s.a.v., “ Kim yalan söylemeyi ve yalan üzere hareket etmeyi bırakmazsa (bilsin ki), yemesini ve içmesini terketmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur. ” (Buhari) buyuruyor. Ayrıca “Nice oruç tutanlar vardır ki tuttuğu oruçtan sadece çektiği açlık kalır; nice gece ibadetine kalkanlar vardır ki bu ibadetlerinden geriye sadece uykusuzluk kalır.” (İbnu Mace, Ahmed) hadisi de, kişilerin niyetlerine ve bu niyetlerine göre yaşantılarını düzenlemelerine dikkat çekiyor.
Kurban bayramında hayvanı kesmek de ibadet değildir. Çünkü onun ne eti ve ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’ın istediği ise takvadır. Kurbanla ilgili ayette mana olarak şöyle buyuruluyor: “ Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasız diye O, bu hayvanları böylece sizin hizmetinize verdi. (Habibim!) Güzel davrananları müjdele! ” (Hacc/37)
Takva, Allah’a karşı kalpteki hassasiyet... Allah’a olan sevgiden dolayı O’nun ölçülerini koruyamama korkusu ve endişesi.
Allah’a karşı hassasiyetin ve irtibatın bulunmadığı bir kalpte, ibadet için niyet oluşamaz. Bu sebeple niyet ve takva, yapılan işleri ibadete çevirir. Hatta niyet ve takva ile insanın yemesi, içmesi, uyuması bile ibadete dönüşür. (Mustafa Necm, Niyet ve Kulluk, Semerkand Dergisi, Sayı:12)
Namazlarımızda sıkça okuduğumuz kısa surelerden biri de Maun Suresi’dir. Bu surenin mealine bakarsanız, dördüncü ayetin “yazık o namaz kılanlara..” diye başladığını göreceksiniz. Rahmetinin gazabından çok çok engin olduğunu bildiğimiz Yüce Rabbimiz, kendine ibadet eden bir insanı neden böyle kınıyor olabilir?
İbadetlerimizin hedefi Allah’u Tealâ’nın rızasını kazanmaktır. Ne var ki edebine riayet edilmeden yapılan ibadetlerin, bırakın O’nun rızasını kazandırmayı, yapanın yüzüne çarpılma ihtimali çok yüksek.
Maun Suresi’ndeki “yazık o namaz kılanlara!” kınamasına benzer bir ifadeyi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in şu sözlerinde de görüyoruz:
“ Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan ellerinde kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice gece ibadeti ile meşgul olanlar vardır ki, ellerinde kalan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur. ‘’ (İbn-i Mace, Darimî, Nesaî, Ahmed)
Çok ciddi bir ikaz ve kınamanın içi içe bulunduğu bu ifadeleri görünce insan sormadan edemiyor: Acaba biz, bu ayet ve hadis-i şerifte anlatılan gruba dahil olmaktan yeterince çekiniyor muyuz? Ya okuduğumuz Kur’an bize lanet ediyorsa ne yapacağız? Namazı bir tür sportif faaliyet veya alışkanlığa, orucu perhize, haccı turistik geziye, zikir meclislerini eğlenceye, zekâtı ticarete, hizmeti benlik davasına, cihadı cinayete, hakka daveti siyasete çevirdiysek, bu nasıl bir dindarlıktır? Amellerimizin muhasebesini yapmadıkça İslâm’ı yaşama ve yaşatma davasında en büyük yıkımı biz yapmış olmaz mıyız?
Bütün bunlardan sonra şunları düşünmek zorundayız: “ Senelerdir yapıp durduğumuz ibadetler, hayatımızda ve ahlâkımızda ne gibi değişiklik yaptı? Yoksa ibadeti adet haline mi getirdik? ”
İbadetler Birer Emanettir
Yüce Rabbimiz müminleri şöyle uyarıyor: “ Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulü’ne hainlik yapmayın. Size emanet edilen şeylere de bilerek hiyanet etmeyin. ” (Enfal, 277)
Büyük müfessir sahabi İbnu Abbas R.A. bu ayeti açıklarken, kullara emanet edilen şeyin Allah’u Tealâ’nın yapılmasını farz kıldığı ameller olduğunu belirtiyor. Hiyaneti ise, amelleri gereği gibi yapmayıp zayi etmek şeklinde tefsir ediyor. (İbnu Kesir, Tefsiru Kur’ani’l-Azim)
Rasulullah s.a.v. Efendimiz, namazda rukû, secde ve kıraatını eksik yapan, namazın bölümlerinden çalan kimseyi “en kötü hırsız” olarak tanıtır. (Darimî, Malik, Ahmed)
Bir emaneti zayi etmeye ihanet denir. Bir şeyin hakkını vermemek de ihanettir.
Yeryüzünde en büyük emanet Allah’u Tealâ’nın emanetleridir. Bu emanetler, iman, ibadet ve güzel kulluktur. Yüce Yaratıcı’nın bir insandan yapmasını istediği bütün vazifelere ibadet veya kulluk denir. Rabbine kulluktan kaçıp nefsine kul, dünyaya köle olanlar, temiz fıtratlarına karşı en büyük zulmü yapmaktadırlar. Bu halleriyle onlar, Hakk’a karşı en açık ihanet içerisindedirler. Tevbe etmeden bu halde ilâhi huzura çıkanlar, Yüce Allah’ın öfke ve azabından nasıl kurtulabilirler? Bu, gerçekten çok acı bir sonuçtur.
Diğer acı bir sonuç da, bir insanın ömrünü Allah’a ibadet ve kulluk içinde geçirdiği halde, ahiretine hiçbir hayır ve sevap götürememesidir. Bunun sebebi, ibadete ihanet edilmesi, yani hakkının verilmemesidir. İşte bu durum, müminler için büyük bir ayıp ve acı bir kayıptır.
Evet, usulüne uygun yapılmayan her iş maksadın tersine sonuç verir. İbadetler de böyledir. Kul, bazen ibadetle Allah’a yaklaşayım derken, Allah’tan uzaklaşabilir. Bunun sebebi kendisidir. Çünkü edebi çiğnenen, hedefi değiştirilen, tevazu yerine kibir ve kendini beğenmeye alet edilen bir ibadet kabulü değil, belki azar ve azabı gerektirir.
Süfyan-ı Sevri ks. Hz.leri ‘’ İlim ve amel bakımından kendini din kardeşinden üstün görenin ilmide, ameli de heba olur ‘’ buyurmaktadır.
Hz. Ömer r.a., bazı insanların ibadetleri nasıl adet haline getirdiğini şu üzüntü dolu sözleriyle dile getirir: “ Öyle insanlar var ki, müslüman olarak saçını başını ağartmış. Fakat ömründe Allah için hakkıyla kıldığı bir namazı yok. ” (Sühreverdi, Avarifu’l-Mearif)
Menkıbe:
Hz. Ali r.a. Irak’ta bir grup insanın güzel elbiselerle süslendiklerini gördüğü zaman, ‘Bunlar niye bu şekilde giyinmişler?’ siye sordu. Kendisine,
‘Bugün onların bayramıdır’ denilince, Hz. Ali r.a. ‘’ Allah’a isyan edilmeyen her gün bizim bayramımızdır’’ dedi.
Bir kişi, Allah dostlarından biriyle karşılaşmıştı. Allah dostu ona,
‘Benden ayrı iken nasıldın?’ dedi. Adam,
‘Afiyetteydim’ deyince, Allah dostu,
‘’ Allah’a karşı günah işlemediysen sağlık ve afiyettesin demektir. Eğer günah işlediysen, günahtan daha büyük hastalık ne olabilir? Allah’a isyan eden afiyette olamaz’’ dedi. (Ateşin Yakmadığı Aşık, Semerkand Yay. Dr. Dilaver Selvi.)