Ibadet gayreti

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Elhamdulillahi Rabbil âlemîn.
Vesslâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

İBADET GAYRETİ

Ayet: وَمَاخَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ (Zariyat,56)

Meal: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)
Tefsir: Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin her biri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır." Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir. (Elmalılı Tefsiri, Zariyat, 56.)
Sohbetimize şöyle bir misalle başlayalım:

Zamanı çoğunlukla saatimize bakarak takip ederiz: “Ne çabuk geçti zaman!” ya da “zaman da hiç geçmiyor!” diye yakınırız. Zamanın uzunluğu ve kısalığının ona verilen değerle değiştiği kesin. Eskilerden bir filozof şöyle demiş: “Bir insan için zamanın uzunluğu ömrü kadar, eni ise zamana verdiği değer kadardır!”

Sizi daha fazla sıkmadan, zamanın değerini anlatan bir Portekiz öyküsüyle başbaşa bırakıyorum:

Bankada hesap sahibi olduğunu düşün. Hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor. Fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın. Ertesi güne aktaramazsın. Paranı kullansan da, kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın.

Hepimiz, zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz. Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz. Ertesi güne aktarılması mümkün değil. Her sabah hesabımız dolar, akşam ise boşalır. Geri dönüşü yok. Saniyelerini şu anını yaşayarak harca. En iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap.

Bu öykü, zamanın dünya hayatımızdaki değerini ne kadar çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bir de zamanın uhrevi hayatımız için değerini kavrayabilsek! Belki, sözü fazla uzatmadan kendimize demeliyiz ki: Allah’a yaklaştıracak hiç bir ameli ertelemeden zamanında yapmalıyız. Tevbe etmeyi, ibadet etmeyi, iyilik yapmayı... (Semerkan Dergisi, 4.Sayı, Zamanın Değeri)

Efendimiz s.a.v.’in dediği gibi ‘’ Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen, orada onu biçersin. ‘’ misaline dayanarak bize verilen 86.400 saniyenin her birini ebedi hayatta kullanabilecek ve en güzel şekilde fayda görebilecek birer altın haline de getirebiliriz veya borç, zarar ve azap haline de…

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

‘’ Yarın kıyamet günü 24 saatten ibaret olan her gün için kulun önüne 24 hazine konur. Birini açarlar içi sevaptan nurla görünür. Bu o saatte yaptığı sevaptır. Bunun sebebiyle öyle neşelenir, sevinir ve kalbi rahat bulur ki, bu sevinmeye cehennemdekilere taksim etselerdi cehennemde olduklarını anlamazlardı. Bu sevinmenin sebebi bu nurların Allah’ü Teâlâ indinde kendisini kabule vesile olacaklarındandır.

Diğer bir hazine açarlar siyah, karanlık ve bulanık olup içinden gayet pis bir koku çıkar. Herkes burnunu tıkar. Bu da günah işlediği saattir. Kalbine o kadar korku, utanma ve sıkılma gelir ki, cennettekilere taksim olunsa cennet kendilerine sıkıcı gelirdi.

Diğer bir hazine açarlar içerisi boş olur. Ne zulmet, ne nur bulunur. Bu da boş geçirdiği saattir. Kalbinde o kadar hasret ve eksiklik duyar ki büyük bir memleketi ve hazineyi elde edebilecek bir kimsenin boş oturup onu elden kaçırması gibi olur. Bütün ömrünü saat saat kendisine gösterirler. ‘’ (Gazâlî, İhyâ)
Büyüklerimiz sofiliği kısa ve öz şekilde şöyle tarif etmişler: ‘’ Sofi vaktin çoçuğudur. ‘’ evet sofi bulunduğu her vaktin hakkına ve hukukuna riayet eden, her vaktini ganimet bilen, bu vakitleri ahiret sermayesi yapıp, Allah’ın rızasını kazanan kişidir. Buda şüphesiz ibadet ve ibadetin hal ve ahvalini bilip dünyada niçin yaşadığını, ne peşinde, kimin işinde olduğunu anlamak ve bu doğrultuda yaşamakla mümkün… peki nasıl olacak…

Kulluk vazifeleri, Cenab-ı Hak ve O’nun sevgili Peygamberi s.a.v. tarafından bildirilmiştir. Allahu Tealâ’ya şükür, esas itibarıyla Rasulü’nün tebliğ ettiği yola uymakla olur. Bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibadeti Cenab-ı Hak kabul etmez. Çünkü insanların iyi ve güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları dışlamakta, çirkin olduğunu bildirmektedir.

Demek ki Allahu Tealâ’ya kulluk için Hz. Paygamber s.a.v.’e uymak gerekiyor. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. O’na uyan kimseye “müslüman” denir. Cenab-ı Hakk’a şükretmeye, kulluk vazifelerini yerine getirmeye “ibadet” denir. İnsanların yaratılmasındaki gaye de zaten budur. Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle haber verir: “ Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. ” (Zariyat, 56)

Gavs Sani şöyle buyurmuştur: “ Bu dünya ahiretin harmanıdır. Bu dünyada ne azık edersen, öbür dünyada ancak onu yiyebilirsin. Orada onunla geçinebilmek zorundasın. ”

Rabbimiz’in farz kıldığı ibadetlerin faydası, o ibadetleri yapan fertlere ve cemiyetleredir. Yoksa Cenab-ı Mevlâ’nın insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur. Kişi namaz kılmak, oruç tutmakla hem Allah’a karşı kulluk vazifesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç insanı ruhen yüceltir, kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle, hem Allah’a karşı kulluk hem de insanlara karşı insanî vazife yerine getirilmiş olur.

Yirmidört saat içinde bir saat bile tutmayan bir zaman dilimini Cenab-ı Hakk’ın emrini yapmak için ayırmamak, zengin olup da malının kırkta birini fakirlere vermemek büyük bir nankörlük ve ayıptır. Mübahları bırakıp, haram ve şüpheli olana yönelerek, uyulması aslında çok kolay olan ilâhi sınırları çiğnemek de insanın kendi varlığına ve insanlık onuruna ihanettir.

Bediüzzaman Hz.leri de bu hususta şöyle buyurmuştur:

‘’ Bir padişah, raiyetinin hukukunu çiğneyen adamdan nasıl onların hakkını alır ise, teşekkürlerini Rablerine ulaştırsın diye insanın hizmetine koşan varlıkların hakkını da Allah, ibadetsiz insanlardan alır. Ve onları bu duruma düşmemeleri için şiddetle uyarır. İnsan kainatı kendi aynasından görür. Üzüntülü bir adama göre bütün varlık ağlıyordur, ibadet eden bir abide göre de bütün varlık zikir çekiyordur. İbadetsiz insanlar, varlığı başı boş sahiplerine karşı minnet ve taktirsiz gördüğü için manen onların hukukuna tecavüz eder. Adeta, onları hainlikle suçlamış olur. ‘’ (Risale-i Nur’da, Temsiller ve Hikayeler, Timaş Yay.)

Şeytan ve ona uyan insanlar, her devirde Cenab-ı Mevlâ’nın affını ve merhametini ileri sürerek insanları aldata geldiler. İbadetleri yaptırmayıp günahlara sürüklediler. Halbuki bu dünya imtihan yeridir. Dinimizin emrettiği ibadetleri yapmak, bu imtihanda muvaffak olmak için şarttır. İbadetleri yapmayanların ahirette hüsrana uğrayacağı Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde tekrar tekrar bildirilmektedir. İnanan kul, nefsine hakim olup Rabbi’nin yasak ettiği şeylerden tamamıyla kaçınmalıdır. Emrettiği şeyleri de, sadece O emrettiği için gereğince yerine getirmelidir.

Bu, yeryüzünde insan olarak var olmanın Rabbül Alemin’e kul olmanın gereğidir. (M.Saki Erol, Ahiret ve Dünya, Semerkand Dergisi, Sayı:18)
NİYET ve KULLUK

İbadet, saygı ile boyun eğmek, küçüklüğünü hissederek itaat etmek demektir. İnsanın kalbî yönelişi, iç iradesi olmadan yaptığı hareketlere ibadet denilemez. Kalpteki yönelişin adı niyettir. Niyet, herhangi bir işe yönelik iradeye verilen isimdir. Bir işin veya sözün ibadet olabilmesi için niyet şarttır.

Bu manada ibadet, kulun acizliğini, Allah’ın büyüklüğünü anlamasıdır. Böyle bir anlayışla O’na boyun bükmesi demektir.

İbadet, gerçek hürriyetin, kula kul olmaktan kurtulmanın ve varlığın gerçek sahibini bulmanın adıdır.

İbadet, ruh ile bedeni barıştırmak, mülkü mâlikine teslim edip, sonsuz güç sahibinin güvencesine girmek (tevekkül); kısaca huzuru yakalamaktır... Evet huzuru yakalamak, her yerde ve her zamanda O’nun huzurunda olduğunu hissederek, O’nun güvencesinde dolaşmaktır.

İbadetin temel şartı niyettir. Niyet olmazsa, kulluk namına ne yapılırsa yapılsın ibadet olamaz; kuru bir yorgunluk olarak kalır. Niyet, kalbin yönelişidir; orada neler olduğunu Allah bilir. Bu, tamamen manevi bir iştir. Kul ile Rabb arasındaki derin ve özel ilişkidir. Atılan her adım, söylenen her söz ona göre kıymet kazanır. Yapılan işin kıymeti, kalpteki niyetin kıymetine bağlıdır. Bu sebeple kalplerin tabibi Efendimiz s.a.v. “ Bütün işler, ancak ve ancak niyetlere göre kıymet kazanır. ” buyuruyor.

Gavs-ı Sani ks. Hz.leri de niyetle ilgili bazı sözlerinde şöyle buyurmuştur: ‘’ Yaptığınız her işte niyetiniz Allah rızası için olsun. Niyet çok önemlidir. Ne iş yaparsanız yapın önce niyetinizi kontrol edin ”

” Siz niyetinizi güzel yapın.Her işiniz güzel olur…Kulun güzel niyetini Allah bilsin yeter… ”

“ Niyet sağlam olursa, hem dünyayı kazandırır, hem ahiret’i kazandırır. ”

“ Hedef niyettir niyet olmayınca hedef olmaz. ”

Bu noktadan hareket edersek, yalnızca bedensel hareketler bütünü olarak namazın görüntüsü bir ibadet değildir. Yani kıyam, rukû, secde ve tahıyyat ancak ibadet niyetiyle olduğunda anlam kazanır. Allah’ın büyüklüğünün ve kulun acizliğinin anlaşıldığı, hissedildiği namaz ibadettir. Kimin karşısında olduğunu, kiminle konuştuğunu düşünmeden kılınan namaz, azab ve azar sebebidir. Bu sebeple Allahu Tealâ, “ Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki namazlarından gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. ” (Maun/4-6) buyuruyor.
İmsak vaktinden güneş batıncaya kadar aç durmak da ibadet değildir. Rabbimiz istediği için, O’nun rızası için aç durmak ibadettir. Efendimiz s.a.v., “ Kim yalan söylemeyi ve yalan üzere hareket etmeyi bırakmazsa (bilsin ki), yemesini ve içmesini terketmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur. ” (Buhari) buyuruyor. Ayrıca “Nice oruç tutanlar vardır ki tuttuğu oruçtan sadece çektiği açlık kalır; nice gece ibadetine kalkanlar vardır ki bu ibadetlerinden geriye sadece uykusuzluk kalır.” (İbnu Mace, Ahmed) hadisi de, kişilerin niyetlerine ve bu niyetlerine göre yaşantılarını düzenlemelerine dikkat çekiyor.

Kurban bayramında hayvanı kesmek de ibadet değildir. Çünkü onun ne eti ve ne de kanı Allah’a ulaşır. Allah’ın istediği ise takvadır. Kurbanla ilgili ayette mana olarak şöyle buyuruluyor: “ Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasız diye O, bu hayvanları böylece sizin hizmetinize verdi. (Habibim!) Güzel davrananları müjdele! ” (Hacc/37)

Takva, Allah’a karşı kalpteki hassasiyet... Allah’a olan sevgiden dolayı O’nun ölçülerini koruyamama korkusu ve endişesi.

Allah’a karşı hassasiyetin ve irtibatın bulunmadığı bir kalpte, ibadet için niyet oluşamaz. Bu sebeple niyet ve takva, yapılan işleri ibadete çevirir. Hatta niyet ve takva ile insanın yemesi, içmesi, uyuması bile ibadete dönüşür. (Mustafa Necm, Niyet ve Kulluk, Semerkand Dergisi, Sayı:12)

Namazlarımızda sıkça okuduğumuz kısa surelerden biri de Maun Suresi’dir. Bu surenin mealine bakarsanız, dördüncü ayetin “yazık o namaz kılanlara..” diye başladığını göreceksiniz. Rahmetinin gazabından çok çok engin olduğunu bildiğimiz Yüce Rabbimiz, kendine ibadet eden bir insanı neden böyle kınıyor olabilir?

İbadetlerimizin hedefi Allah’u Tealâ’nın rızasını kazanmaktır. Ne var ki edebine riayet edilmeden yapılan ibadetlerin, bırakın O’nun rızasını kazandırmayı, yapanın yüzüne çarpılma ihtimali çok yüksek.

Maun Suresi’ndeki “yazık o namaz kılanlara!” kınamasına benzer bir ifadeyi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in şu sözlerinde de görüyoruz:

“ Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan ellerinde kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice gece ibadeti ile meşgul olanlar vardır ki, ellerinde kalan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur. ‘’ (İbn-i Mace, Darimî, Nesaî, Ahmed)

Çok ciddi bir ikaz ve kınamanın içi içe bulunduğu bu ifadeleri görünce insan sormadan edemiyor: Acaba biz, bu ayet ve hadis-i şerifte anlatılan gruba dahil olmaktan yeterince çekiniyor muyuz? Ya okuduğumuz Kur’an bize lanet ediyorsa ne yapacağız? Namazı bir tür sportif faaliyet veya alışkanlığa, orucu perhize, haccı turistik geziye, zikir meclislerini eğlenceye, zekâtı ticarete, hizmeti benlik davasına, cihadı cinayete, hakka daveti siyasete çevirdiysek, bu nasıl bir dindarlıktır? Amellerimizin muhasebesini yapmadıkça İslâm’ı yaşama ve yaşatma davasında en büyük yıkımı biz yapmış olmaz mıyız?

Bütün bunlardan sonra şunları düşünmek zorundayız: “ Senelerdir yapıp durduğumuz ibadetler, hayatımızda ve ahlâkımızda ne gibi değişiklik yaptı? Yoksa ibadeti adet haline mi getirdik? ”

İbadetler Birer Emanettir

Yüce Rabbimiz müminleri şöyle uyarıyor: “ Ey iman edenler! Allah’a ve Rasulü’ne hainlik yapmayın. Size emanet edilen şeylere de bilerek hiyanet etmeyin. ” (Enfal, 277)

Büyük müfessir sahabi İbnu Abbas R.A. bu ayeti açıklarken, kullara emanet edilen şeyin Allah’u Tealâ’nın yapılmasını farz kıldığı ameller olduğunu belirtiyor. Hiyaneti ise, amelleri gereği gibi yapmayıp zayi etmek şeklinde tefsir ediyor. (İbnu Kesir, Tefsiru Kur’ani’l-Azim)

Rasulullah s.a.v. Efendimiz, namazda rukû, secde ve kıraatını eksik yapan, namazın bölümlerinden çalan kimseyi “en kötü hırsız” olarak tanıtır. (Darimî, Malik, Ahmed)

Bir emaneti zayi etmeye ihanet denir. Bir şeyin hakkını vermemek de ihanettir.

Yeryüzünde en büyük emanet Allah’u Tealâ’nın emanetleridir. Bu emanetler, iman, ibadet ve güzel kulluktur. Yüce Yaratıcı’nın bir insandan yapmasını istediği bütün vazifelere ibadet veya kulluk denir. Rabbine kulluktan kaçıp nefsine kul, dünyaya köle olanlar, temiz fıtratlarına karşı en büyük zulmü yapmaktadırlar. Bu halleriyle onlar, Hakk’a karşı en açık ihanet içerisindedirler. Tevbe etmeden bu halde ilâhi huzura çıkanlar, Yüce Allah’ın öfke ve azabından nasıl kurtulabilirler? Bu, gerçekten çok acı bir sonuçtur.
Diğer acı bir sonuç da, bir insanın ömrünü Allah’a ibadet ve kulluk içinde geçirdiği halde, ahiretine hiçbir hayır ve sevap götürememesidir. Bunun sebebi, ibadete ihanet edilmesi, yani hakkının verilmemesidir. İşte bu durum, müminler için büyük bir ayıp ve acı bir kayıptır.

Evet, usulüne uygun yapılmayan her iş maksadın tersine sonuç verir. İbadetler de böyledir. Kul, bazen ibadetle Allah’a yaklaşayım derken, Allah’tan uzaklaşabilir. Bunun sebebi kendisidir. Çünkü edebi çiğnenen, hedefi değiştirilen, tevazu yerine kibir ve kendini beğenmeye alet edilen bir ibadet kabulü değil, belki azar ve azabı gerektirir.
Süfyan-ı Sevri ks. Hz.leri ‘’ İlim ve amel bakımından kendini din kardeşinden üstün görenin ilmide, ameli de heba olur ‘’ buyurmaktadır.

Hz. Ömer r.a., bazı insanların ibadetleri nasıl adet haline getirdiğini şu üzüntü dolu sözleriyle dile getirir: “ Öyle insanlar var ki, müslüman olarak saçını başını ağartmış. Fakat ömründe Allah için hakkıyla kıldığı bir namazı yok. ” (Sühreverdi, Avarifu’l-Mearif)

Menkıbe:
Hz. Ali r.a. Irak’ta bir grup insanın güzel elbiselerle süslendiklerini gördüğü zaman, ‘Bunlar niye bu şekilde giyinmişler?’ siye sordu. Kendisine,

‘Bugün onların bayramıdır’ denilince, Hz. Ali r.a. ‘’ Allah’a isyan edilmeyen her gün bizim bayramımızdır’’ dedi.

Bir kişi, Allah dostlarından biriyle karşılaşmıştı. Allah dostu ona,

‘Benden ayrı iken nasıldın?’ dedi. Adam,

‘Afiyetteydim’ deyince, Allah dostu,

‘’ Allah’a karşı günah işlemediysen sağlık ve afiyettesin demektir. Eğer günah işlediysen, günahtan daha büyük hastalık ne olabilir? Allah’a isyan eden afiyette olamaz’’ dedi. (Ateşin Yakmadığı Aşık, Semerkand Yay. Dr. Dilaver Selvi.)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Devami..

İbadetin Hedefi

Allah için yapılan ve kulu Allah’a yaklaştıran bütün güzel ameller ibadet kapsamına girer. Namaz, oruç, zekat, hac, kurban, zikir, şükür, tefekkür, haramları terk gibi ameller ibadetlerin başında gelir. Özü itibariyle ibadet, kalbin Allah’a bağlanmasıdır. İbadet, samimiyettir. Gerçek ibadet, kulun nefsini tanıması ve kul olduğunu anlamasıdır. İbadetin hedefi Allah’ın rızası, hediyesi ise cennet Cemalullah’ı müşahededir.

İbadetin merkezi kalptir. İlâhi sevgi ve bilgi kalpte oluşur. Allah’u Tealâ’ya yaklaşmak kalple olur. Dolayısıyla kalbin katılmadığı ibadetler, şekilden ibaret kalır. Kalbin katılması demek, uyanık olması ve neyi kim için yaptığını bilmesidir. İbadette Allah için niyet farzdır. Bozuk niyet ve gafletle yapılan ibadetler çoğu kez gösteriş için yapılır. Böyle bir ibadet yakınlık değil, uzaklık sebebi olur. Artık ona ibadet değil, ihanet denir. Çünkü Allah için yapılması gereken bir iş, nefis ve dünya için yapılmış; mahluk mabud makamına çıkarılmış, ahiret sermayesi dünyada harcanmıştır.

İbadetin içi niyet, dışı edeptir. Edep, makama uygun davranmaktır. Edep lazım olanı yapmaktır. Her makamın bir edebi vardır. Edebi zayi edenler, maksatlarına ulaşamazlar. Namazın, orucun, haccın, hizmetin, zikrin ve diğer bütün ibadetlerin kendilerine göre edepleri vardır. Bu edeplerin bir kısmı ibadetten önce, bir kısmı ibadetin içinde, bir kısmı da ibadetten sonradır. İbadetten önceki edepleri bilmeyen kimse, ibadetin içindeki ve peşindeki edepleri koruyamaz. Edepsiz ibadet, sahibi için bir yorgunluktur. Aynı zamanda Yüce Rabbine karşı vefasızlıktır. Bundan dolayı, ibadete yanaşmayanlara azap hazırladığı gibi, ibadetteki edebi korumayanlar da azapla korkutulmuşlardır. (Muhammed Emin Gül, İbadetlerimize Hıyanetlik Etmiyelim, Semerkand Dergisi, Sayı:24)

Nice ibadetler vardır ki;

İlim ve amelin Allah nezdinde kabul görmesi tek bir şarta bağlıdır: ihlâsa... İhlâsla yapılmayan amel, ahirette kulun yüzüne çarpılır. Bununla da kalmaz, bazı ihlâssız amel ve ibadetler Allah’ın gazabına da vesile olur.

İhlâsı elde etme yolunda nefsiyle bir mücahedesi olmayan, bu yolda terbiye görmeyen nice insanlar vardır ki, ömrünün sonuna kadar Allah’a kulluk ettim zannettikleri halde ahirette ellerine bir şey geçmez. Zira kulluk ettikleri şey, aslında nefislerinin heva ve arzularından başka bir şey değildir.

Bu mevzuda Kur’an-ı Kerimde: “ Heva ve hevesini ilâh edineni gördün mü? ” (Casiye, 23) ve “ (Bunların) dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar sağlam iş yaptıklarını sanıyorlardı ” (Kehf, 104) buyurulmaktadır.

Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz de bizi şöyle uyarır: “Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin, zira Allah, sadece amelin
halis olanını kabul eder.” (Münavî, Feyzu’l-Kadr)

Bu yüzden nefisle mücahede edilerek ihlâsla yapılan beş dakikalık amel, ihlâssız yapılan elli senelik amelden daha hayırlıdır. Efendimiz s.a.v.’in “ vazifelerinde ihlâslı ol, az amel yeter ” (Münavî, Feyzu’l-Kadir) ifadeleri de bu manaya işarettir.
İhlasın Manası

Safi, katışıksız ve dupduru manalarına gelen ihlâs, işlerinde ve ibadetlerinde yalnız Allah rızasını gözetmek, başka herhangi bir dünyevî maksadı O’nun rızasına ortak koşmamak demektir. Sevap niyetiyle, cennet sevgisi ya da cehennem korkusuyla ibadet etmek ise ihlâsa aykırı değildir. Fakat tam ihlâs ve sadakat, dünya düşüncesi gibi ahiret düşüncesini de gönülden çıkarıp, sırf Allah rızası için amel etmektir. Şah-ı Nakşibend k.s. Hazretleri: “ Yolumuz terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk yoludur (dünyayı terk, ahireti terk, varlığı terk, terki terk) ” buyurmaktadır.

İhlâsa en çok zarar veren şey riya ve gösteriştir. İhlâslı amele muvaffak olabilmek, yani muhlisler arasına girebilmek için her şeyden önce “insanlar” mülâhazasını gönül ve fikir dünyasından atmak gerekir. Şunu demek istiyoruz: Gerçekte hiçbir şeye gücü yetmeyen, mahşer günü kendilerine ve evlatlarına bile faydası olmayan insanları adeta bir mezar taşı gibi kabul edip, amel esnasında kendini Allah ile yalnız ve baş başa görmekle ihlâs elde edilebilir.
Allah Kalpleri Biliyor

İhlâs tamamen kalbî bir ameldir. Herhangi bir ameli yaparken niyetine göre bir mümin, muhlislerin safına da girebilir, -Allah korusun- müşriklerin safına da. Çünkü riya gizli bir şirktir. Gerçi bu çeşit şirk iman ve itikad konularında olmadıkça dinden çıkarmaz. Fakat derecelerine göre büyük ve küçük günaha sebep olduğuna ve ameli iptal ettiğine şüphe yoktur. Bu yüzden büyükler, “ bir odadan diğerine geçerken dahi niyetinizi kontrol ediniz ” buyururlar. Yani, “ sizi öteki odaya çeken asıl sebebi tahlil edin de, nefs ve şeytanın hile ve tuzağına düşmeyin ” derler.

Hz. Peygamber s.a.v.’in haber verdiğine göre, Allah’u Tealâ Hazretleri kıyamet günü alimleri, zenginleri ve savaşta ölenleri hesaba çekecek; verdiği ilimle, servetle, güç ve kuvvetle ne yaptıklarını soracaktır. Onlar da ilimlerini, servetlerini, güç ve kuvvetlerini Allah yolunda sarf ettiklerini söyleyeceklerdir. Allah’u Tealâ bunlara: “Yalan söylüyorsunuz. İnsanların size ‘ne alim zattır, ne cömert bir zengindir ve ne kahraman bir yiğittir’ demeleri için amel ettiniz ve umduğunuz şöhrete de kavuştunuz.” buyuracak ve melekler de buna şahitlik edeceklerdir. Hz. Peygamber s.a.v., cehennem ateşinin ilk yakacağı kimselerin işte bunlar olacağını beyan buyurmuştur. (İhya)

Menkıbe:
Hz. Ali r.a. muharebe sırasında bir kâfiri yere yatırmış öldüreceği sırada kâfir, canını fazla yakmadan bir an evvel öldürsün diye Hz. Ali’ye tükürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali r.a. ayağı kalktı ve adamı öldürmekten vazgeçti. Kâfir hayretler içinde: “Neden beni öldürmedin?” diye sorunca şu cevabı verdi: “Ben seni Allah için öldürecektim, fakat sen bana tükürdün, ben de hiddetlendim. İşin içine nefsim girdiği için ihlâsım zedelendi. Bu yüzden seni öldürmekten vazgeçtim.” Kâfir ise: “Madem ki dininiz bu derece saf ve halistir, öyle ise o din haktır.” diyerek iman etti.

Sofuluk Maskesi Ardındaki Çirkin Yüz

İhlâs noktasından bakıldığında ameller üç kısımdır.

Birincisi, sırf riya ve gösteriş için, başkalarının nazarında bir mevki kazanmak, onların gönlüne girmek, şöhret gibi sebeplerle yapılan amel.

Bu tip riyanın en adisi, kendini sofu ve derviş gibi göstererek, müslümanların arasında boynu bükük, başı sarıklı dolaşmak, takva ehliymiş gibi görünmek veya mütemadiyen hizmete koşmak, sohbet etmek, sohbetlerinde kendi amellerinden veya kerametlerinden işaret ve ima yoluyla dem vurmak ve benzeri hallerle, dindar insanların, vakıfların, yetimlerin mallarını yemeğe niyet etmektir.

Buna riyanın en adisi dedik; çünkü bu insan Allah’a kulluk yapıyormuş gibi görünerek, Allah’ın haram kıldığı bir gayeye ulaşmak istiyor. Bu tip asalaklar her toplumda bolca mevcuttur. Bunların Allah’ın gazabına sebep olacağı hususunda şüphe yoktur. Ahiretteki hesapları ise ağırdır. Hadislerde bildirildiği gibi, kendilerine kıyamet günü yapılacak hitapların en hafifi, “ey hilekâr, ey riyakâr, ey müşrik” şeklindedir. (İhya)

İkincisi, sırf Allah rızası için yapılan amel. İhlâsla yapılan amelin her zerresi için büyük mükâfatlar vardır. Nitekim sahabe cemaati böyle idi. Bir okka arpa sadaka vermiş olsalar, ihlâslarındaki doğruluk sebebiyle Uhud Dağı kadar altın sadaka vermiş gibi sevap alırlardı.

Üçüncüsü ise, yapılan amele Allah rızasının yanı sıra, riya veya dünya menfaatinden bir şeyin karışmasıdır.

Mesela, oruç tutarken Allah’ın rızası yanısıra bedenin sıhhatine niyet etmek; yemek pişirme telaşesinden kurtulmak için oruç tutmak; dilencinin veya borç isteyenin ısrarından kurtulmak için sadaka veya borç vermek; kendisi de hastalandığı zaman ziyaret edilsin diye hasta ziyaretine gitmek; cenazesine gelsinler diye cenazeye gitmek; Allah rızası için haccederken memleketindeki düşmanlarından kurtulmak, çoluk çocuğundan uzaklaşmak veya hava değişimine niyet etmek; malını, ailesini korumak maksadıyla uyumamak için nafile namaz kılmak; alimlerin, sofilerin ve halkın nezdinde itibarlı olmak, arkadaş edinmek için alimlerin, salihlerin ve sofilerin hizmetlerini yapmak; mevki kazanmak, itibar görmek veya susmak sıkıntısından kurtulmak için sohbet etmek; kir ve pis kokulardan kurtulmak, serinlemek, temizlenmek vs. için abdest almak; çevresinde iyi adam olarak tanınması ve iyilikle anılması, tazim ve saygı görmesi için iyiliklerde bulunmak gibi niyetlerle Allah rızasının karışık olması bu çeşittendir.

Bu çeşidin de adi olan, fakat son derece gizli olan kısmı, amelinden, ibadetinden veya ilminden dolayı veya kendisine verilen dinî, tasavvufî bir vazife sebebiyle insanlardan farklı muamele beklemektir. Mesela, karşılaştığı kimselerin önce kendisine selam vermelerini, saygı ve güleryüzle muamele etmelerini, ihtiyaçlarını karşılamalarını, alış-verişte kendisine müsamaha göstermelerini, meclislerde kendisine yer vermelerini, kendisini övmelerini istemek bu kabildendir.

Böyleleri, aslında ihlâsla yapmaya çalıştığı ve hatta kimsenin duymasını istemediği amelleri sebebiyle insanlardan hürmet bekler. Kendisine herhangi bir vazife verilmeseydi veya ibadeti, taati olmasaydı bu saygıyı beklemeyecekti. Mesela müminlere sohbet eden böyle bir kişi, kendisinden daha iyi sohbet eden biri ortaya çıkar da cemaat ona yönelirse son derece üzülür. Oysa dini anlatmak maksadıyla sohbet etmiş olsaydı, buna üzülmek bir tarafa, sevinecekti. Çünkü Allah’u Tealâ, dinin daha güzel anlaşılmasına vesile olan birini kendisine yardımcı kılmıştır. Bu duruma üzüntü duyan sohbetçi, insaf ile haraket edip o zamana kadar yaptığı sohbetlerin riya olduğunu anlamalı ve bunu ömrü sona ermeden anladığı için de şükretmelidir.

Bu anlattıklarımız, bu sıfatları taşıyan şahısların beklentileri açısındandır. Yoksa böyle şahıslara, Allah ve Resulü’nün ve onların sevdiklerinin hatırı varken hürmetsizlik etmek de ayrı bir edepsizliktir.

Niyet Neyse Sonuç O

Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz bir kudsî hadisinde şöyle buyuruyor: “Allah’u Tealâ buyurur: Benim için bir amel işleyip, başkasını bu amele ortak eden kimsenin bu ameli tamamen kendisi içindir. Ben bu amelden uzağım. Ben ortaklıktan en müstağni olanım.” (Mâlik)

Görüldüğü gibi gizli niyetler şirk sayılarak ameli mahvetmekte ve hatta cezaya sebebiyyet vermektedir. Ancak bu ve benzeri ayet ve hadisleri derin bir vukufiyetle inceleyen İmam-ı Gazzalî k.s. Hazretleri, bu tür karışık ve gizli olan niyetlerle yapılan amelin niyetinde Allah rızası ne kadar kuvvetli ise o kadar sevap alacağını, riya ne kadar galip ise o kadar ceza göreceğini belirtmektedir. Eğer her ikisi de eşit ise birinin sevabı diğerinin günahını imha edecek, amel mahvolsa da ceza görmeyecektir.

Nefsin Hissesi Olmayınca

“ Karanlık gecede, kara taşın üzerindeki kara karıncadan daha gizli ” diye nitelendirilen riyanın çeşitleri oldukça tafsilatlıdır.

Menkıbe:
Evliyaullah’dan bir zat, otuz yıl cemaatle namaz kıldıktan sonra bu namazlarını kaza etmiştir. Namazlarını birinci safta ve imamın arkasında kılan bu zat, bir defasında hayırlı bir iş sebebiyle gecikmiş ve ikinci safta yer bulabilmişti. Fakat namazın sonunda insanların kendisini ikinci safta görmesinden dolayı utanmıştı. Ancak o zaman insanların kendisini birinci safta görmelerine sevindiğini ve bunun için birinci safı kaçırmadığını anlayabilmiş ve bu yüzden bütün namazlarını kaza etmişti.

Riya veya benzeri afetlerle karışık olan ameller insana kolay gelir ve bu amelleri yapmaya heveslenir. Karışık olmayan ihlâslı ameller ise nefse ağır gelir. Çünkü içinde nefsin hissesi yoktur.

Amele Güvenmek

İyi zannettiğimiz amellerimizin durumu böyle olunca, insan nasıl olur da Allah’ın lütuf ve merhametine iltica etmek yerine kendi amellerine güvenebilir? İşte bu da büyük bir gaflettir.

İnsaf ile hareket eden bir insan, en başta ibadetlerinden dolayı tevbe etmelidir. Zira yukarıda anlattığımız gibi, ibadetlerin kabul olması bir tarafa, o ibadet sebebiyle Allah’ın gazabına dahi uğrayabilir. Bu yüzden ihlâsla amel etmeye gayret etmeli, sonra da “ Ya Rabbi şüphe yok ki ben bu ameli senin razı olacağın şekilde yapamadım, bunun için sana istiğfar ediyorum. Beni cezalandırma ” dercesine tevbe eder. Hususan her namazdan sonra şuurlu bir şekilde en az 25 kere estağfirullah der. Namazım sadece Allah’ın lütuf ve inayetiyle kabul olabilir diye ümit eder.

Görüldüğü gibi, bu nevi riyaları tespit edip gidererek ihlâsı elde etmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Ancak ciddi bir seyr u sülûk ve mücahededen sonra Allah’ın tevfik ve inayetiyle bunda muvaffak olmak mümkündür. Ne zaman ki ruh güneşi doğar ve nefse büsbütün galebe ederse, ancak o zaman ihlâs tabii bir meleke haline gelir.

Bu bakımdan amel etmek, hususan kâmil bir mürşidin denetimi altında amel etmek, son derece hayatî bir önem arz eder.



Şeytana Bayram Ettirmek

Bazı kimseler, “ben bu kadar ince işlerle uğraşamam, uğraşsam da başa çıkamam” deyip ameli terk ederler. Şeytanın tam istediği de işte budur. Bu suretle şeytan adım adım ilerleyen tuzaklarının sonucunu almış ve asıl hedefine ulaşmış olur. Çünkü ortada bir amel olduğu zaman, her an o amelde ihlâsı gerçekleştirme imkanı mevcuttur. Ayrıca, amel ederken nefsiyle mücahede eden kimseler hem büyük cihat sevabı alırlar, hem de Allah’u Tealâ’nın teminatı altına girerler. Zira Allah’u Teâla Hazretleri, “ Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. ” (Ankebut, 69) diye vaadetmiştir.

İşte bu durum şeytanın uykularını kaçırır. Hiçbir uğraş vermeden ameli terkeden adamın hali, düşmana tek kurşun dahi atmadan teslim olan ve ömrünün sonuna kadar zilletle yaşayan adamın haline benzer.

İhlâs konusu amelin özü ve en birinci şartı olması sebebiyle, sık sık bu konunun sohbetinin yapılması gereklidir. İhlâsla ilgili sohbetler dinlemeli, kitaplar okumalıdır. Bu mevzuda okunacak en güzel kitaplardan biri de, İmam-ı Gazzalî k.s. Hazretleri’nin İhya-i ulumi’d-Din adlı eseridir. (Ahmet Safa, Nice İbadetler Vardır ki, Semerkand Dergisi, Sayı:41)( İmam-ı Gazzalî k.s. ABİDLER YOLU-MİNHACUL ABİDİN okunabilir.)

İbadetlerin yanı sıra bir de dünya ve ahiret dengesini kurmalıyız ve iki cihanı da aydınlatmalız.

Sahabenin ileri gelenlerinden Abdullah b. Amr r.a. kendi başından geçen bir olayı şöyle anlatır:
Rasülullah s.a.v. bana:

“Senin gündüzleri oruçlu, geceleri ibadetle geçirdiğin bana haber verilmedi mi sanıyorsun?” buyurdu. Ben de:

“Elbette haber verilmiţtir, ya Rasulallah!” dedim. Bunun üzerine:

“Böyle yapma! Bazen oruç tut, bazen tutma; gece hem uyu hem de teheccüde kalk. Şüphesiz senin üzerinde vücudunun hakkı vardır, iki gözünün hakkı vardır, hanımının hakkı vardır. Her ay üç gün oruç tutman sana yeter. Çünkü her iyiliğin on misli karşılığı sana verilir; bu da bütün zamanını oruçlu geçirmen anlamına gelir. ” buyurdu. (Buhari, Müslim)

İnsanın Kendine Adaleti

Vücudun ve ruhun hakkını vermek ve aşırıya kaçmamak, insanoğlunun kendine karşı adaletli davranması demektir. Bu adaleti korumak da kişinin yapabileceği en büyük ibadettir. Peki vücudumuza ve ruhumuza karşı nasıl adaletli olabiliriz?

Bunu örnekleyerek anlatalım:

Vücudumuzun beslenmesinde adalet, ihtiyaç miktarı gıda almaktır. İhtiyaçtan daha az beslenmek de, aşırıya kaçmak da kendi bedenimize haksızlık ve zulümdür. Dinlenme, eğlenme, uyuma vb. ihtiyaçları karşılamada da helâl- haram sınırına dikkat etmek adalet, ölçüyü eksik bırakmak veya aşırıya kaçmak haksızlık ve zulümdür.

Ruhumuzun beslenmesinde adaletin asgari ölçüsü, günlük hayatımızdaki farz ibadetleri yerine getirmektir. Farzların etrafını sünnetlerle ve tavsiye edilen zikir, tesbih, tefekkür ile doldurmak adalettir. Farzları ve sünnetleri ihmal edecek seviyede nafile ibadetlere dalmak, haksızlık ve zulümdür.

“ Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Siz hidayet üzere yaşadığınız sürece, sapıtan kişi size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır; size bütün yaptıklarınızı bildirecektir. ” (Maide/105)

Allah’u Teala’nın bu sözü, inanan her insanın öncelikle kendi hayatında dengeyi yakalaması gerektiğini ferman buyuruyor. Kendi hayatında dengeli olan insanların oluşturduğu toplumlarda dengesizlik ve adaletsizlik olmayacağını, insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygı ile davranacağını bildiriyor. Kendine acımayanın başkasına acıyamayacağı; kendine adaletli olmayanın başkasına adaletli olamayacağı gözler önüne seriliyor. İnsanlar arası adaletin, fertlerin teker teker vücut ve ruh dengesini kurabilmelerine dayandığını ortaya koyuyor.

Günlük Hayatta Denge

Vücut ve ruh dengemizi korumak ve adaleti sağlayabilmek için günlük hayatımızı düzenlemeli ve hayatımızın merkezine, “Allah ile görüşme”yi yerleştirmeliyiz. Bu görüşmenin asgari ölçüsü beş vakit farz namazdır.

Beslenmemizi, uyku ve dinlenme ihtiyacımızı, zamanında ve yeteri ölçüde karşılamalıyız.

Aile fertlerimize, eşimize, anne-babamıza, çocuklarımıza zaman ayırmalıyız. Onlarla ilgilenmenin de bir ibadet ve öncelikli görevlerimizden olduğunu unutmamalıyız. Çünkü kiminle daha yakın ilişkilerimiz varsa, ona haksızlık etme ihtimali daha fazladır. Bunun için, kişinin ilişkilerinde en çok dikkat etmesi gerekenler, en çok yakın olduğu kişilerdir.

Yukarıdaki ölçülere riayet ettiğimiz takdirde yememiz, uyumamız, eğlenmemiz, çalışmamız... kısaca bütün hayatımız bir ibadet olacaktır. Hem hayattan zevk alacağız, hem de Allah’ın mülkünde O’na kulluğun huzurunu bulacağız.
Eşsiz rehber Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, günlük hayatında bir taraftan ibadetle meşgul olurken, diğer taraftan müslümanların ve aile fertlerinin işlerini tanzim buyurur, gıda ve diğer ihtiyaçlarını temin için uğraşırlardı. Bununla da kalmazlar, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gidermek için çabalar, hastaları ziyaret eder, akraba ve dostlarının hallerini sorar, yardımcı olurlardı. Bütün bunları yaparlarken, bir idareci olarak müminler arasındaki sorunları çözdüğü gibi, düşmanlar tarafından gelebilecek zararları bertaraf etmek üzere en güzel tedbirleri alırlardı. Risalet vazifesinin gereği olarak da daima halkın arasında bulunur, onları irşad etmekle meşgul olurlardı.

Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i örnek kabul ediyorsak, onun hem bu dünyayı hem de ahiret yurdunu hedef alan gayretlerini görmezden gelebilir miyiz?

Yüce dinimiz, insanı böylesi düşüklüklerden korumak için madde ile mana, ruh ile beden, dünya ile ahiret arasında sarsılmaz bir denge kurmuştur.
Cenab-ı Mevlâ, bu dengeyi şöyle öğretir bize:

“ Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de öylece iyilik yap. Sakın yeryüzünde fesat çıkarma. Doğrusu Allah, fesat çıkaranları sevmez. ” (Kasas/77)

Rabbimizin bizzat terbiye buyurduğu o mübarek elçi de bu dengeyi şöyle anlatır:

“Dünyanızı iyileştiriniz ve ahiretiniz için çalışınız.”
“Dünyayı hakir görmeyin. Zira o, ahireti kazanmanın vasıtasıdır.”
“Dünya ahirete götüren bir yoldur. Ey ümmetim! Siz insanlar üzerine yük olmayınız.”

Yazık ki tarih boyunca tasavvufun hakikatini anlamamış birçok kimse, ‘dünyada çalışmaya, yorulup terlemeye ne gerek var? Nasıl olsa dünya geçicidir. Dünya için ömrü harcamaya gerek yoktur’ gibi saçma sözlerle kendilerini tembellik ve zilletin pençesine kaptırmıştır. İslâm’ın emirleriyle asla bağdaşmayan bu düşünce, sahibini dünya ve ahirette perişanlıktan başka nereye götürebilir?

Son birkaç asırdan beri müslümanların büyük sıkıntı ve ızdıraba uğramalarının birçok sebebinden biri de, tembellik ve vurdumduymazlıktır.

Maddi-manevi sonsuz zenginliklere sahip bulunmasına rağmen, bu zenginliklerin kendisine verilmiş bir emanet olduğu şuurundan uzaklaşan İslâm dünyası, bu gafletin ve tembelliğinin bedelini halen ödemekte.

Oysa İslâm, tamamıyla faaliyettir. Dünya ve ahiret için faydalı çalışmalar bütünüdür. Miskinliğin, tembelliğin, dünyadan kopmanın İslâm’da yeri yoktur.

Zaten dünyası için gevşeklik gösteren, büyük ihtimalle ahiretini de ihmal etmez mi?
Gavs-ı Bilvanisi ks. hazretleri bir sohbetlerinde: “ Siz kişinin dünya çalışmasına bakınız. Eğer dünyası için çalışkan, mahir biriyse ahireti için de öyledir. Dünyanın pehlivanı, ahiretine de pehlivandır. ” buyuruyorlar.

Evet; dünyada tek bir müslüman kalsa dahi, onun görevi muntazam ve dürüst bir şekilde dünyası ve ahireti için çalışmak, Allah’ın emrine uyarak dünyayı mamur etmek, iyilikleri yayıp, insanlar arasında hayrın hakim olmasını sağlamaktır. (Kemal Süleymanoğlu, Adalet Önce Kendimiz, Semerkand Dergisi, Sayı:17)

Sohbetimizi Kur’an-ı Kerim’in bize tavsiye buyurduğu ve Resulullah s.a.v. Efendimiz’in sık sık tekrar ettiği dua ile bitirelim inşaAllah… “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik-güzellik ver, ahirette de iyilik-güzellik ver. Bizi cehennem ateşinden koru. ” (Bakara/201)

Kaynaklar: Kemal Süleymanoğlu, Adalet Önce Kendimiz, Semerkand Dergisi, Sayı:17 - M.Saki Erol, Ahiret ve Dünya, Semerkand Dergisi, Sayı:18 –
Muhammed Emin Gül, İbadetlerimize Hıyanetlik Etmiyelim, Semerkand Dergisi, Sayı:24 - Ahmet Safa, Nice İbadetler Vardır ki, Semerkand
Dergisi, Sayı:41 - Mustafa Necm, Niyet ve Kulluk, Semerkand Dergisi, Sayı:12 - Risale-i Nur’da, Temsiller ve Hikayeler, Timaş Yay. –
Elmalılı Tefsiri - Ateşin Yakmadığı Aşık, Semerkand Yay. Dr. Dilaver Selvi.
 
Üst