Hacca Doğru

mihrimah

Well-known member
Kâbe uzak değil...
Sevgili dostum,
Yolculuklar tekdüze akıp giden hayatımızın kırılma noktalarıdır. Ayağımız sıkı sıkıya yere yapışık, durup durdukça geçip gitmez sandığımız ömür sermayesi, her ayrılıkla kıyısindan köşesinden ufalanır. İnsan sefer' olduğunu hatırlıyor yolculukta. Alışageldiğimiz şeylerden koptukça 'aceleci bir misafir" sıfatı gelip oturur üzerimize. Zamanın durgun ve sessiz akışı, küçük ayrılıklarla köpükleniyor, ayrılık anları dere yatağında beklenmedik çağlayanlar gibi gürültülü bir düşüşle emiyor zamanı. Oysa değişen bir şey yoktur, zaman zaten akmaktadır da, gürültüsünü yeni işitiyoruzdur.
Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatımında rüzgârını yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Kimilerinin dünyanın döndüğünü kabul etmeye yanaşmamalarını şimdi anlıyorum. Bu mesele sadece Galileo ve Kilise arasında kalacak kadar basit değil. Kim olsa, kararsızlığı, gelip geçiciliği yakıştıramıyor dünyasına. Dünya dönmesin istiyor, seyrü sefere kör ve sağır kalmak istiyor. Onca mezartaşı, gelip geçenlerin tek kelimelik, katı, tok ve yalın birer nasihati olarak gözümüz önünde dikilip dururken, aklımız taş üstüne taşlar koyup burada biraz daha kalmanın hayâli ile meşgul. Sadece dünyanın dönüşünü değil, kendi dönüşünü de unutuyor insan. Döneceği yeri unutuyor. Seferden geri kalmak istiyor. Gönderilmişliğini hatırlamak istemiyor.
'Uyku ölümün küçük kardeşidir," diyen haklıdır şüphesiz. Uyku, bir ölçüde herşeyi terkedişi saklar içinde. Göz kapağı kadar incecik bir perdenin gerisinde, eşinden, dostundan, şehrinden, makamından, rütbenden ve nihayet kendinden kopuverirsin. Herkesle ve herşeyle olan bağların çözülür. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverir. Ayaklarımız dünya toprağından çekilir, zamanı ve zamanımızı unuturuz uykuda.
Uykuyu 'ölümün küçük kardeşi" diye bilenlerin bilmesi gereken bir şey daha vardır. Ölümün uykudan başka kardeşleri de olabilir pekâlâ. Yolculuk gibi, ayrılık gibi meselâ. Zaten uykuyu da ölüme kardeş eyleyen bu ayrılık bağı değil midir? Uykunun ayrılıklarını farkında olmadan yaşadığımız için olsa gerek, uykuda saklı ölümcükleri pek keskince hissedemiyoruz. Fakat yolculuğa bilerek giriyoruz; bile isteye uzaklaşıyoruz sevdiklerimizden; bağlılıklarımızı kanımızı akıtırcasına sıcak ve dirice koparıyoruz kalbimizden.
Niyetle başlıyor yolculuk. Farkında olmanın niha' ifadesidir niyet. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekanı solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarımız zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığımız çözüldükçe, zamanın da üzerimizdeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynumuza dolanmış buluruz. Dünya ayaklarımızın altından kaymıştır artık; yarına randevu verememek bulunduğun ânın daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen dönüyorsun.
Bu defaki yolculuğum, tam da zamanın beni alıp götürdüğü yere doğru. Kâbeye gidiyorum. Hayatımın göllendiği yere doğru gidiyorum. Kulluğumun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorum. Böylece 'hesap günü" ile aynı yöne düşüyor Kâbe'nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğüm yere dönüyorum. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geridönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı değil mi? Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.
Ama, hayır! Kâbe'ye yönelmekle dehşetli bir uzaklık korkusuna kapılıyorum. Mesele, Kâbe'nin bulunduğum yere uzaklığı değil, benim ubudiyet hâline uzaklığım. Bu yolculuk başdöndürücü bir uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Taklid' kıbleye ttttttttttyönelişlerime hayıflanıyorum artık. 'Döndüm kıbleye" demek, O'ndan başka herşeyden, O'ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe bana uzak olsa! Lâkin ben Rabbime uzakmışım. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, ürpertiyor kalbimi! Nereye gitsem ayağımi uzak edemiyorum uçurum kenarından!
Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbe uzak değil oysa...
kâbe yakın da değil...
Sevgili dostum,
Son mektubumda Kâbe'nin uzak olmadığını söylemiştim. Zaten, her gün beş vakit Kâbe'ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle, dağlarla tarif edilemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmayan niyet, en küll' terkedişleri içeren bir uzun seferdir. O'na, yalnız O'na dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, O'nun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir.
Peki, O'nu göstermeyen bir şey var mı şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle O'nu zikrederken, her zerre O'na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki O'ndan söz açmıyor bize? Hayır, O'nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O'nu görmeyen birisi var: İnsan. İnsanın bir kör bakışı, eşyanın âyinedarlığını köreltiyor, hadsiz dilleri susturuyor. Şu halde, O'nu göstermeyenlerden yüz çevirmek, eşyaya kendisi adına bakma niyetini terketmek demek olur. O'na yönelmek ise, herşeye O'nu görme niyetiyle bakmak demektir.
Böylece âyinedarlık vazifesini, eşyanın sırtından alıp kendi nazarımıza giydirdik. Kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir, başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Böylece kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. İnsanın nazarı bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanlığa itiverir. İşte O'nu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe'ye yöneliş, O'nu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni gururumuzu arkamıza atmayı gerektiriyor. Kıbleye dönmek, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkip, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmek demektir. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terkedesin, kendi heva ve hevesinin pervânesi olmaktan vazgeçesin. Yoksa Kâbe'ye varmak da, Kâbe'yi dolanmak da kolaydır. Oysa, Kâbe'ye varmak ene "yi yırtıp hüve "yi göstermek kadar zor bir yolculuğu gerektiriyor. Heva ve hevesimizin vazgeçilmezliği ölçüsünde uzak ve erişilmez bir yer Kâbe. Hangi dağın yüksekliği, hangi çölün aşılmazlığı ene ile hüve arasındaki mesafeyi tasvire yeter ki? Kendimizi kendi başına buyruk değil de, O'nu gösterir bir ayine olarak bilmek, herşeyi bize yakın, ahbab, kardeş ve dost ediyor.
O'nu görmek kör noktamız olan enaniyetimizi küçültmek ve yok etmekle başlıyor sevgili dostum. Ve ancak kabını terkeden Kâbe'ye varır. Hayır, Kâbe hiç de yakın değil. Bilesin ki, ene ile hüve'nin arası kadar uzak bize Kâbe. Hele kıbleye dönmek, öyle bildiğin gibi kolay değil; kıbleye dönünce önünde kara bir noktayı, Kâbe'yi bulacaksın, ama arkanda mutlaka karanlık bir nokta kalacak: ene.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Allah razi olsun nurum...

Vuslatın,bu garip kıtmirin her dem hülyası Ya Resulallah
2284.gif
 
Üst