İman Tevhidi, Tevhid Teslimi, Teslim Tevekkülü...

topraktoprak

Well-known member
Esselamün aleyküm ve rahmetullah..;
m
uhterem kardeşlerim bu dersimizde,
İki dünya saadeti imana, tevhit inancına ve onun meyveleri olan
teslim ve tevekkül şuurunu
nasıl elde edeceğiz onu işleyeceğiz inşl...
Katılımlarınızı bekliyoruz...

[BILGI]“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü,
tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”
(Sözler)
[/BILGI]
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

“Her hayır Allah’ın elindedir” diyen bir mü’min, bu dünya ve öte dünya için ne hayır talep ediyorsa, onun şartlarını yerine getirir ve Allah’a tevekkül etmekle huzur bulur. Her iki âlemin saadeti de tevekkül ile mümkündür.

Tevekkül, Allah’ı vekil bilmek demektir. Bu, imandan gelen bir teslimin neticesidir. Allah’a teslim olanlar O’na tevekkül ederler. Teslim de tevhitten kaynaklanır. Bütün âlemlerin Allah’ın mülkü olduğunu ve O’nun tasarrufunda bulunduğunu bilen bir insan, elbette Ona teslim olacaktır.

İnsan, iman ile Rabbine intisap eder. Böylece, sahipsiz ve hamisiz olmayışın zevkini tadar. Allah’ın kulu ve eseri olmanın ruha verdiği sürur hiçbir dünyevî lezzetle kıyasa girmez.

İki dünya saadetinin bir başka reçetesi:
“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.” (Sözler)

Bu cümlede, iki dünyanın saadeti, iki şarta bağlanmış oluyor. Birincisi, nefse hâkim olup onu dizginlemek, diğeri ise ruhu terakki ettirmek.

Gemleme ve kamçılamadan birincisi “mazarratı (zararlıları, şerri) def”, diğeri “menfaati celp” demektir. Zaten her türlü terakki de bu iki esasa dayanır.
 

teblið

Vefasýz
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

Kur’an-ı Kerim başdan sona imandan bahseder, heryerde tevhidi gösterir. Her ayettin sonunda ifade edilen isimler gibi ya da rahman suresinde kesretle tekrarlanan ayetler gibi. Bu tekrarat bir olmaması mukerrer olması, mana farklılığından olduğu gibi; muhatabların da farklılığındandır.Bu üslub bi temamiha Risale-i Nur’da da vardır.

Evet Risale-i Nur imanın mertebelerinin tam izahını vermektedir. Hadisde vardır ki; “sizde bir uzuv var ki; o bozulursa bütün beden bozulur, o duzelirse butun beden duzelir” O uzuv kalb dir der Efendimiz asv.

Bizdeki uzuv ve duzelirse herşeyimizi duzeltecek uzvumuz olan kalbimizin duzelmesi ise; iman hakikatlerini tafsilatlı bir şekilde o kalbe girmesi ve tasdik edilmesi ile mümkündür.

Dikkat ederseniz İslamiyet geldiğinde hemen ibadetlerle gelmedi; iman hakikatleriyle geldi, tevhidle geldi haşir ile geldi. Bu hakikatlerin tafsilli eğitimini Peygamberimiz asv.dan doğrudan ders adılar sahabeler. İbadet ağırlıklı emirler Medine’ye göçten sonra gelmiştir. İman kalbde tam ve layık yerini buldu

peki asrın hastalığı nedir?

Cevabı çok açıktır;

Bu perişan halimizin kaynağı imanımız hakiki değil taklididir ve bu illetten selametimizin tek çaresi de, iman hakikatlerinin kalbimizde çok tafsilatlı yer tutmasıdır.
 

faris

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

Hayattaki her şey inanmakla baslamistir. Bulunan butun kesifler yapılan bütün çalışmalar inancin meyvesi degilmidir. Osmanlının üç kıtaya hakim olması da Allaha olan inancı değilmi? Hatta davayı nubuvvet la ilahe ilallah değil mi? Insanın aklı olduğundan mutlak bir şeye inanacaktir, madem hayatını devam ettirebilmek için aklın noktayı istidati olan inanca ihtiyaçimiz var ve bunun kesinligi bütün hayatlarca ortadadır oyle ise ihtiyacımız olana inanacagiz. Eğer ihtiyacımız yemek ise bir nimet verene inanacagiz, eğer ihtiyacımız korunmak ise bizi bütün muskulatimizdan koruyabilecek hepsine birden gücü yetecek birine inanacagiz ve bunun gibi bütün insanların bütün ihtiyaclari dile getirsek hepsinde de birine inanma ihtiyacımız olusacaktir. Madem ihtiyacımız sonsuz öyle ise sonsuz tane tanrıya mi inanmaliyiz yoksa bütün ihtiyaçlarınıza cevap verecek olan ve ihtiyaçlarımızı bilen ve bizi yoktan yaratan bir Allaha mi inanmaliyiz?
 
Son düzenleme:

akna

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler)

İman => Tevhid => Teslimiyet => Tevekkül => Saadet-i Dareyn

Aslında bakınca zor bir denklem değil, ama hayata geçirirken sıralamayı şaşırıyoruz nedense..
hemen sonuç bekliyoruz haddimiz olmadan
hatta çoğu zaman “neden?” diyoruz kendimize bakmadan

Sondan başlayalım,
iki cihan saadetini elde edebilmek için tevekkül etmek gerek
önce fiili ve kavli duayı tamam edip, sonra Cenab-ı Hakk’ı Vekil tutmak gerek
tevekkül edebilmek için teslimiyet gerek, Allah’tan razı olmak gerek
yanlış anlaşılmasın inşaallah, razı olmak derken; O’ndan (cc) geleni sorgusuz, sualsiz kabullenmek, rıza göstermek gerek
aklımız ermese de (ki çok normal, insan çok aciz ve nakıs yaratılmış) hikmeti vardır deyip boyun eğmek gerek
hakkıyla teslimiyet gösterebilmek içinde tevhid inancı gerek
Allah’ın var ve bir olduğuna iman etmek gerek
ama öyle taklidi cinsinden değil
tahkiki iman gerek

Evet, ancak layetezelzel bir imana sahip olan kişi, gördüğü herşeyde Cenab-ı Hakk’ın birlik mühürlerini müşahede edip,
isim ve sıfatlarının tecellilerini görebilir
ve yine imanı nisbetinde de o yüce isim ve sıfatlara ayinedarlık eder
tabi böyle sarsılmaz bir imana sahip olabilmek için marifetullah ilmi gerek
onun için de bol bol Risale-i Nur okumak gerek vesselam..
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

Bediüzzaman Said Nursi (ra) imanın nur ve kuvvet olduğunu izah ettiği yerde imanın insana “Tevekkül” ile kuvvet verdiğini anlatır. Kadere iman Allah’a güvenmeyi sağlar. Allah’a güvenmek ise ancak tevekkül ile olur. Tevekkül ile Kader arasında böyle sıkı bir bağ vardır. Çünkü “İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.”

Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okur. İmanın kuvvetine göre hadiselerin baskılarından ve sıkıntılarından kurtulur. “Tevekkeltü alallah” (Allah’a tevekkül ettim) der ve ağırlıklarını Kâdir-i Mutlak olan Allah’ın kudret eline emanet eder, dünyada rahatla yaşar. Demek ki “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saadet-i dâreyni iktiza eder.” İmanın gereği tevhit inancıdır. Tevhit ise her şeyin bir olan Allah’ın ilim, irade ve kudretinin eseri olduğuna inanmaktır. Öyle ise şirk, tesadüf ve esbabın karışması söz konusu değildir. Esbab ve tesadüf karışmazsa her şey Allah’ın rahmetinin eseridir. Rahmet ise her şeyin bizim hayrımıza olması demektir. Çünkü şerre sebep olacak olan esbab ve tesadüf ve yoktur. Bu inanç insanı Allah’a teslim olmaya götürür. Bu teslimiyet nasıl olmalı? Tevekkül şeklinde, yani Allah’ın istediği ve Resulünün gösterdiği şekilde olmalıdır. Bunun sonucu ise hem dünyada hem ahirette saadet ve mutluluktur.

Tevekkül nasıl olmalıdır?

Tevekkül sebepleri reddetmek değil; bilakis sebepleri dest-i kudretin perdesi bilerek ona riayet etmektir. Çünkü Allah işlerini sebeplerle yapmakta, kudretini sebeplerle göstermektedir. Sebepler Allah’ın isimlerinin ayinesidir. Sebeplere sarılmak duay-ı fiilîdir. Sebeplerin sonuçları ise yalnız yüce Allah’tandır; Allah’ın iradesi kanun şeklinde tecelli eder, ilmi ve kudreti ile sonuçları yaratır. Çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Sonuçta ürün vasıtası ile rızık veren Allah’tır. Ders çalışmak öğrenmek için bir sebeptir ve sonuç öğrenmektir ve bu Allah’a aittir. Minnet ve şükür Allah’a olmalıdır.

Sebeplere sarılmak peygamberlerin sünnetidir. Peygamberlerin hayatı bunun en güzel delilidir. Sebeplere en güzel şekilde riayet ederek bize örnek olmuşlardır. Peygamberimiz (sav) Uhut savaşında iki kat zırh giymiştir. Dini yaymak için gece-gündüz uyumamış ve çalışmış, bütün zamanını, malını ve mülkünü bunun için harcamıştır.

Bediüzzaman sebep sonuç ilişkisini anlattığı bir yerde üzüm ve üzüm ağacı örneğini verir. Üzüm ağacının üzümü ben yaptım ve benim eserim diye sahiplenemeyeceğini söyler. Devek adı verilen üzüm ağacı üzümü yapmadığı gibi, insan da fiil ve gayretlerinin sonucunda bunu ben yaptım diye sahiplenemez. İnsanın akıl ve şuur sahibi olması bir şeyin icadına kadir olması anlamında değildir. Ağaç sebeplerini hazırlayamaz, sonucunu elbette yapamaz; insan ise aklı ile sadece sebeplerini bir araya getirir ve ama bu sebeplerden sonucu yine Allah icad eder. Fark buradadır. Bunun böyle olduğunu anlamak ve idrak etmek imanın tevekkül boyutudur. Gerçekte ise sonuçlar sebeplerden kaynaklanmaz. Sebepler olmasa da Allah sonucu yaratır. Ancak dünyada hikmet ve imtihan gereği yüce Allah sonucu sebebe bağlamıştır. Mucizelerde sebep sonuç ilişkisi aranmadığı gibi, ahirette de her şey Kudret-i ilahiye ile sebep sonuç ilişkisine gerek duymadan olacaktır.

Tevekkül eden ve etmeyenin durumunu ise Bediüzzaman gemiye binerek yükünü yere koyup üstüne oturan ile yükünü sırtında taşıyanı örnek vererek anlatır.

Kader ile Tevekkül arasında çok sıkı bir bağ vardır. Bir padişahın sarayında veya bahçesinde çalışan bir görevli bütün o sarayda ve bahçede olan her şeyin padişahın kanunları ile cereyan ettiğine, rahat ve kolay bir şekilde işlediğine inanır. Zahmet ve külfeti padişahın kanununa bırakıp, çok rahat bir şekilde o cennet gibi bahçede bütün güzelliklerden istifade eder. Padişahın merhametine güvenir, her şeyi hoş görür, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte kadere iman eden Allah’a tevekkül eder; Allah’a tevekkül eden ise üzüntü ve sıkıntılardan kurtulur.

Mütevekkil nasıl hareket etmelidir?

Allah’a tevekkül eden bir mü’min:
1. Sebeplere Allah namına yapışır. Ancak sebeplere tesir vermez. Sebepleri kudretin perdesi bilir, arkasındaki esma ve sıfatı görür ve ondan Sani-i Zülcelale intikal eder. Esbabdan müsebbibu’l-esbaba, nimetten mün’im-i hakikiye, mahlûktan halika intikal eder. Esma ve sıfat namına sebeplere değer verir. Dünyayı da bu cihetle sever ve Allah’ın rızasının böyle kazanılacağını bilir.

2. Sebeplere sarılmanın bir fiilî dua olduğunu bilir. Sebeplere sarılarak fiilî dua ile Allah’tan ister. Bununla beraber kavli duayı da terk etmez. İstidat ve kabiliyetlerin de bir nevi dua olduğunu bilir ve hepsini bir araya getirerek sonucu Allah’tan ister. Ne var ki insan “tembellik kulağı ile şeytandan ders aldığı için” çalışmadan tembellikle sonucu Allah’tan ister. Hâşâ Allah’ı kendine yardıma mecbur tutar. Bu da Allah’ın hikmetine aykırı olduğu için sonuç alamaz. Üstelik günaha girer. İşin hep tembellik tarafına bakar. Peygamberimizin Uhut savaşında psikolojik, sosyolojik ve askeri tedbirleri, iki kat zırh giymesini ve savaş tekniklerini nazara almaz; “Cevşenu’l- Kebir” duasını okumasını esas alır. Bir şeyin varlığı bütün aza ve esasın varlığı ile olduğu halde o tutar meseleyi sadece kavli duaya bırakır. Böylece hata eder. Başarısızlığa mahkûm olur. Kadere de başarısızlık fetvasını verdirir. Kader burada gayret ve esbabın içtimaını nazara alır. Sadece duayı nazara almaz. Sebeplerden biri eksik ise kader o konuda olumsuz fetva verir.

3. Tevekkül başta değil, sondadır; sonuçtadır. İşin başında tevekkül ediyorum diye gevşek davranmak tembelliktir. Sonuçta işi Allah’a havale etmek tevekküldür. Mütevekkil işin sonucunu Allah’tan bekler, istediği sonucu elde edemezse yine de sonuca kanaat eder, gayretini eksik etmez ve bunda da bir hikmet vardır der. Şayet başında gayret ettiği halde sonuç elde edemediği zaman gevşer ve gayretinde eksilme olursa o gerçek anlamda tevekkül etmiyor demektir. Tevekkülü de tam olarak kavramamış demektir. Tevekkül her zaman Allah’a güvenerek ümitsizliğe kapılmadan çalışmak demektir. Hz. Ömer (ra) mescitte ibadet edip çalışmayanlara “Siz burada ne yapıyorsunuz, ekmeğinizi nasıl kazanıyorsunuz?" diye sorar. Onlar “biz tevekkül ehliyiz” derler. Hz. Ömer “Hayır, siz tevekkül ehli değil, teekkül ehlisiniz. Yani yiyicilersiniz” cevabını verir.

Sonuç: Mütevekkil Müslüman çalışkan ve üretken olmalıdır.
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale Dersleri 5 : 23. Söz 3. Nokta..(İman Ve Tevekkül)

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktizâ eder” der Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadesiyle; hasretini çektiğimizin adını koymuş ve hayalini kurduğumuz, vasıl olmak için perişan olduğumuz o mutluluklar ülkesinin adresini göstermiştir bize.

Saadet-i Dareyn; iki dünya saadeti. Dünyada başlayıp ahirette devam eden ve mutluluğun bitmediği âsûde bahar.. Sadet-i dareyndir kalplerimizin, ruhlarımızın maksudu. Lâkin, elbette bedelsiz ve usulsüz kavuşulamaz hiçbir güzele.

Sadet-i dareynin adresinde imandır ilk basamak..

İman eden; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz”der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa O’nundur. Ben de O’nunum” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur.

Allah ile insan arasındaki irtibat demek olan imandan sonra adresin ikinci basamağı tevhidtir. “Lailaheillallah”. Kainatta hiç bir zerre yoktur ki bu cümleyi söylemesin.

Tevhid’e dair akla gelen ilk şey, tevhid’in öncelikle inkâr oluşu. Yani O’dan başka olan sahte ilâhları inkar… “La ilahe..” ilah yoktur. “..İllallah” O’dan başka. İşte bu cümle sebeplerin sukutudur. Ve bu cümle amennâ dedikten sonra, sebeplere ilahlık makamını verecek şekilde bir fâil nazarıyla bakılamayacağının ifadesidir.

Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır.

Kâinatta elbette her şey sebeplerle ortaya çıkar. Allah’ın kâinattaki kanunudur bu. Hayat için rızk gerekir. Neslin devamı için dişi-erkek. Çiçeklerin açması için bahar gelir. Hastalıklar için virüsler, felaket ve musibet için kazalar, depremler ve afetler gelir. Mazlumların zulme uğramasına zalimler sebeptir.

İşte bu sebeplere hikmetle bakmayı bilmek ve hâdiseler satırlarında ilahî mesajları okuyabilmektir tevhid.

Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddî-manevî her şeyde Allah’ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşâhede edebilmektir. Manevi durumumuzu ortaya koyması için gelen bu bela ve musibetlerin her biri bir sebeple gönderilir adresimize. Gönderen ise Allah’tır!

Sebeplere takılmak değil midir yaşamımızı buhrana çeviren ve bizi perişan eden!? Hikmetsiz, basiretsiz bakış ve yorumlarla bu sebeplerin her biri bir çıkmaz sokağa döner. Öyle miydi, böyle miydi derken başımız döner bir türlü çıkamayız işin içinden. Falancaya kızarken filancaya söylenirken perişan olur, hasta oluruz. Ve böylece her birimizin hayatı dahi bir çıkmaz sokağa dönerken intikamlarla, intiharlarla bunalım çağı oluvermiştir işte şu asrımız..

Oysa tevhidin mânâsını idrak eden hastalığın mânâsını da bilir, musibetin de. Ve der; “Kâinatta maksatsız, çirkin ve abes olanı yaratmamışsa Allah, adresime gönderdiği musibeti de maksatsız değildir. Çirkin hiç değildir.”

Gıdası verilmeyen, hücreleri yenilenmeyen her azanın hasta olması gibi yaratılanda yaratanı göremeyen her bir ruh da, hastadır. Asrımızda kanser günden güne hızla yayılıyor. Herkes telaşa düşmüş “ya bende de varsa!”diye. Oysa bu kadar telaş niye, zaten ölmek için gelmedik mi dünya misafirhanesine!? Telaş edilmesi gereken hakiki hastalığa gelince; sebeplere ilahlık derecesinde kıymet vermekle kanser olmuş ruhlarımız!

Tevhid ehli sebeplere ne tapacak ve hayranlık duyacak kadar kıymet verir ne de kin ve nefret edecek kadar ciddiye alır. Sebepler tevhid ehli için, Allah’ın isimlerini okutturan aynalar hükmündedir.

Baharda, çiçekte Cemîl ve Latîf isimlerini lezzetle okurken, fırtınalı denizlerde ve çakan şimşeklerde, ibretle Kahhar ve Celîl isimlerini müşahede edebilmektir tevhid. Sağlık-sıhhatte rahmeti, hastalıkta, musibette terbiye edicilik ma’nasındaki Rab ismini okuyabilmek imanı kamil olanların tevhid basamağındaki başarısına işarettir. Evet iman eden, yaratılan her şeyde mutlaka O’nu görür.

Ve saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah’a bırakmak, O’na boyun eğmek.

Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah’ın kaderden bize ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir.

Âlimler, teslimiyet için “belâ geldiğinde içte ve dışta değişme olmaksızın sabit olmaktır” demişler. İnsan dil ile “ne yapalım Allah’tan bu da!” der. Der demesine fakat, esefle, ye’s ile çıkar bu cümleler ağızdan! Bu teslimiyet değildir. Diliyle söylediği bu güzel cümleyi kalbiyle gösterdiği hoşnutsuzluk ile yalanlar insan. Farkında olarak ya da farkında olmadan.

Ey insanoğlu! Ağla sızla feryat et, istersen vur başını duvardan duvara. Mukadder programı değiştirmeye muktedir olamazsın!

Âcizliğini unutan insan, kulluğunu hatırlatmak için kaderin kendisine sunduğu şerbeti acı da olsa yüzünü buruşturmadan yudumlamalıdır. Semavat ve arzın dışına çıkmaya güç yetiremeyen insana, acaba rızadan başka ne yakışır?!

“Onların Rableri katındaki mükafatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedi olarak devamlı kalıcıdırlar. Allah onlarda razı olmuştur ve (onlar da) O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu (karşılık),Rabbisinden korkan kimseler içindir.” (Beyyine, 98/8)

Ve Tevekkül; âsûde bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işini Allah’a ısmarlamak. O’na sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere teşebbüsten sonra ağırlıklarını O’nun kudret eline bırakmak.

Abdülkadir Geylani Hazretleri (ks); “Tevekkül eden kimse, Rabbin va’di ile sukûnet bulur.” demiştir.

İnsanoğlu kaderine rıza göstermeyip tevekküle yanaşmadığı sürece ıstıraplardan, evhamlardan, sabırsızlıklardan asla ve asla kurtulamayacaktır. Ve böylece insan olma asaletine yakışmayan bir hal ile, yani yaratana değil, yaratılmış olana tenezzül edecektir. Her sıkıntı karşısında çaresizlik sancıları çekecek, kainata da zavallı bir dilenci olacaktır.

Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: “İster hoşuma giden olsun, isterse de gitmeyen; hangi hal üzere sabahlarsam sabahlayayım benim için fark etmez. Çünkü ben, hayrın hoşuma gidende mi, yoksa gitmeyende mi olduğunu bilmiyorum.” (İbn-i Kesîr)

Beşeri bütün matlûbuna vâsıl eden kelimedir tevhid..

Hastayken hastalığı, sağlıklı iken sağlığı, musibetzede iken musibeti, yalnızken yalnızlığı, gençken gençliği, ihtiyarken ihtiyarlığı sevmeyi becerebiliyorsak ve falan bize hakaret ettiğinde filan da bahçemize çöp döktüğünde kızmamayı başarabiliyorsak, işte hasretini çektiğimiz âsûde bahar ülkesi burada, içimizde hem de her yanımızdadır. Hatta o kadar ki gittiğimiz her kışı bahara döndürecek kadar yanımızdadır bu bahar. Saadet-i dareyndir bu.

Lâkin nefsin gözü gaflet ile sebeplerden açılan maneviyat alemine kapanırsa, her şeyi kapkara görür. Ve kör olan elbette güneşin gösterdiği güzelliklerden habersizdir.

Gözleriyle sayfamda gezinen İrfan Mektebi’nin sevgili misafiri! Şimdi istersen biraz düşün! Mutlu musun yoksa mutsuz mu? Kaderin adresine postaladığı hadiselere memnuniyetsizlikler, vehimler ve esefler ile bakarak zindan yapıyorsan yaşamını, başa dönmelisin. Yani adresin başına. İman! Çünkü Bediüzzaman Hazretleri “iman, saadet darını netice verir” demiyor, “Sadet-i dareyn’i netice verir” diyor. Yani, “iman; sadece âhiret mutluluğu olan cenneti netice vermez. Hem dünya hem ahiret mutluluğunu netice verir.” Evet Allah’a inanıyorsan bu dünyada da mutlu olursun, olmalısın (!) Çünkü dünyada kadere rıza ile elde edilen manevi huzur ahiretteki cennet saadetinin habercisidir. Kadere rızasızlık ile gelen dünyadaki mutsuzluklar ise ahiretteki cehennem azabının alametidir.

Mutlu musunuz, halinizden memnun musunuz? Öyleyse problem yok. Çünkü siz tevekkül ehlisiniz. Elinizden geleni yapıyor sonra gelen neticeye rıza gösteriyorsunuz. Demek ki; yerlerin ve göklerin ilâhına teslimsiniz. Öyleyse her şeyde O’nu görüyorsunuz, O’nu okuyorsunuz ki falancaya filancaya kızmakla kendinizi, hayatınızı ve başkalarının hayatını zindan etmiyorsunuz. Ve gittiğiniz her yere mutluluk taşıyorsunuz. Huzursuzluk karanlıklarını iman nuruyla ortadan kaldırıyorsunuz. Öyleyse siz imanı kâmil olanlardansınız. Evet Sırat-ı müstakim üzere olanların dünyası da cennettir ahreti de.

Aah Saadet-i Dareyn.. Nerdesin?.. İnsaniyet seni ararken perişan oldu.. Evet biliyoruz ki aslında sen “Lâilâheillallah” demek kadar yanımızdasın..

Lâkin Aaah âhir zaman! Sen nasıl bir zamansın ki biz insanlar aradığımız Saadet-i Dareyn çok yakınımızdayken onu bulamayacak kadar kör olduk seninle.. Çek artık üzerimizdeki ve kalplerimizdeki kara bulutlarını. Çek ki; âsûde bir bahar ülkesi gelsin ve hiç gitmesin bizden..

İman, tevhid, teslim ve tevekkül yağmurlarıyla baharlar gelsin kalplerimize, ebedi mutluluk çiçekleri açsın. Bırakalım ıztırapları, yeis ve elemleri.. iman nimetinden mahrum ya da nasibi az olanlara..Ve huzuru bulalım, yaşatalım doya doya. Evet İman ehli bir takım sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz.. Çünkü iman eden bilir: Madem O var her şey var! Velhasıl: âmenna diyorsa dillerimiz her şeyde O’nu görmeli gözlerimiz. O’nu okuyunca gözlerimiz, teslimiyete bürünecektir kalplerimiz. Teslimiyetimiz varsa O’na, dünya yükümüz hafiftir artık. Ve tevekkül varsa O mutlaka bizimledir. Yerlerin ve göklerin ilahı olan Allah’ın (c.c) yanında olduğu kişi ise dünyadan ebede kadar âsûde bahar ülkesindedir.
SorularlaRisale.com
 
Üst