Vecize Analizi 2 : Hakkı Aramak

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Bismillahirrahmanirrahim

Ustadımız Bediüzzamanın hakikat çekirdeklerinde yazdığı bu manidar vecizeyi bu dersimizde fehmimiz yettiğince anladıklarımızı paylaşalım.


[NOT]İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

Mektubat - Hakikat Çekirdekleri - Yirmialtıncı Hakikat[/NOT]
 

uður1

Well-known member
Evet hocam şimdi üstadımızın burda anlatmaya çalıştığı husus heryerden aziz olarak çıkmaya çalış yorul çabala hakkı bulduğunda ona sımsıkıya sarıl onu hiç bırakma ona yapış.onu hayat şiarı düsturu yap...diyor bizlere ..bizde üstadımızın şiarlarını dikkate almalıyız..........acı çeksekte sabretmeliyiz...elimize dilimize belimize sahip olmalıyız......yaniki elimize her geleni almamalıyız....hayırlı işlerde çalışmalıyız herşeyde hakkı aramalıyız daha doğrusu herşeyde hakkın tecellilerini aramalıyız bulmalıyız ...bulmayada çalışmalıyız.......her zaman sabretmeliyiz.hayat sabırdır...........zaten..........sabreden derviş muradına ermiş.
 

teblið

Vefasýz
En büyük hikmet İman ise ,tam zıt karşılığıda batıl olarak Küfürdür..Ve insan oğlu bu gelgitler arasında gidip gelir ..Arayış içersindedir daima..

İnsaf ve vicdan ışığında bakıldığında, bütün güzelliklerin, hayır ve kemalatın, huzur ve saadetin iman yolunda; çirkinlik, şer, tahrip ve hakka tecavüzlerin de küfür yolunda olduğu açık bir şekilde görülecektir.

Aklı başında olan her müslüman Kuran ve sünnete tabii olursa zaten dünyasını kurtarmış olur inşl..Ama bu süreçte en büyük düşman şeytandan önce Nefistir..Rabbim fikrimizi zikrimizi delalete düşürmesin inşl;

Konu anlam bakımından oldukça geniştir..Vaktim geniş olduğunda bu derse bir daha katılacağım inşl..
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Peki ya sadece hak kur'anda mıdır islamın başka hakikatleri yok mu? Bu kur'anı kerimden başka hakikat yoktur sözünü nasıl değerlendirebiliriz?


İnsan Kur'an-ı Kerimi hakkıyla okuyabildiği zaman kainatı da okumayı başaracaktır.Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda sıkça kainatı kitap olarak ifade etmiştir.

Bu manada Kitabımız Cenab-ı Kur'an Hakikat ise; o hakikatlerin yansması da en güzel delil başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) [ Kainatın en güzel numunesi, en güzel örneği ifadesi,Kur'an-ı Kerim'in bizzat kendisi ] olmak üzere kainattır.

Başımızı çevirmeden bile her tarafı kuşatmış şekilde açıkça ortadadır.


[NOT]"Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, insanlar onlara sırt çevirir de yanlarından geçer giderler."

Yusuf Sûresi 12-05
[/NOT]

Rabbim tefekkür kalbinin gözünü cümlemize açmayı nasip etsin ki kainatı okuyabilelim...

 

teblið

Vefasýz
Peki ya sadece hak kur'anda mıdır islamın başka hakikatleri yok mu? Bu kur'anı kerimden başka hakikat yoktur sözünü nasıl değerlendirebiliriz?

Güzel bir soru sormuşsunuz..Amenna ve sadakna..Hakikat Elbetteki Kuran-ı Kerimdir..Kainattaki görünen hakikatlerde Kuranı Kerimin yansımasıdır..Dünyada gerçer vahiy olan bir tek kitap vardır, o da Kur'an'ı Kerim'dir. Nazil olduğu günden beri, onda ne bir eksiklik hissedilmiş, ne de bir ilavede bulunulmuştur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'i indiren Allah, onu koruyan da Allah'tır.

..Bakınız Üstadımız bu hususta ne söylemişler..Kur'an şu kâinat kitabının ezeli bir tercümesidir. .

Kur'an, gayb ve şehadet kitaplarının müfessiridir.

Ayrıca Kur'an, yerde ve gökte gizli olan esma-i ilahiyenin manevi hazinelerinin keşşafıdır.

. Olayların altında gizli bulunan hakikatlerin miftahıdır. Ayrıca Kur'an, alem-i gaybın alem-i şehadetteki lisanıdırAllah Razı olsun Üstadımızdanki İlahi Kelamın Hakikatını bu kadar güzel tasvirini yapmış.

.Kuşkusuz günümüz müslümanlarının en büyük sorunu, Kur'an'ı tefekkür edememeleridir.Allah (c.c) Teala şöyle buyuruyor:" Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var ki hiçbir hakikat gönüllerine girmiyor?"

Peki müslümanlar, kalbleri üzerindeki bu tefekküre engel kilitleri nasıl kıracaklar? Öyle anlaşılıyor ki, günümüz müslümanlarının tefekkür kilidini kıramamalarının en büyük belirtisi, Kur'an'ın emirlerini gözardı edip dinlememeleridir. Deyim yerindeyse, Kur'an bir vadide, müslümanlar başka bir vadide.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
"Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celple gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün zahmetlerine misaldir.

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır."
(1)

İman yolunda yürüyen ve bu yürüme de de sebat edenlerin bu hali fıtraten mükerrem olduklarına kuvvetli bir işaret olmaktadır. Mükerremliği daha da ileri götürmek isteyenler veya mükerrem, kamil bir insan olmak isteyenler, hakikatı aramakla meşgul olurlar. Bu onların her şeyi boş vermedikleri intibahını insanda uyandırmaktadır. Ancak bazen mükerrem olmak isteyenler veya mükerrem olanlar iyiyi veya daha iyiyi bulmak üzere hakikatı ararken önlerine farklı şeyler de çıkabilir. Eğer bu kişiler ehli feraset ve hikmetli zatlar iseler o zaman daha da temkinli olurlar. Yoksa hakkı bulayım derken hakikatsız şeyler de ellerine geçeip onu hakikat telakki edebilirler.

Mesela, Elmas için denize dallan gavvaslar, dalgıçlar farkında olmadan, elmas zannettikleri şeyleri de koyunlarında saklayabilirler. Demek oluyor ki mükerremlik sa'yetmeyi, araştırmayı, hakikatı bulmayı insana öğretmekte. İçindeki araştırma duygusunu bu şekilde tatmin edebilmektedir.

Sorularla Risaleinur
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Sual :

Küfre girmiş olanlar, çocukluktan beri veya silsilesi küfür üzerinde bu zamana kadar gelmişse, faraza o kişi kâfir bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ise, o kişi hakikati bulamsı zor olmaz mı? Nasıl kasten ve bizzat hakikati takip etsin? Çeşitli yalan propaganda ile aklı müşevveş haline getirilmişse, bu kişi fetret ehli olabilir mi? Burda mesuliyetimiz var mı? Bu pislikten nasıl temiz çıkabilirler? İnat oldukları için mi hakikati bulamıyorlar?

Cevab :


Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, sigaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufları hakimane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslüman'da olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir.

Mesela, Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'inde: "Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder" (Bakara Sûresi, 2:286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.

Bu durum, Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.
Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kahır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili olarak şu açıklamaları yapar:

"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.
Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir.

Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez. Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır: Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz. (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385.)

Soru: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Cevap: Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir.

Bunlar üç kısımdır:

a.
Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.

b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın, 'Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın, kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur' sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. (İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha^;Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61)

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı.

Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşlan İslâm'ı telkin ederken, hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?


Sorularla Risale
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Yeni dünyaya gelen bir çocuk öncelikle emeceği memeyi aramaya başlar. Demek var ki arıyor... Onu ya gerçekten bulur veya bulamazsa kendi kendine yalanmaya başlar. Demek ahiret var ki insanın fıtratı onu arıyor. Ya doğrusunu bulur veya kendi kendine oyalanır.
 

teblið

Vefasýz
Elbet tek hakikat Kuranı Kerimdir..

Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’an-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir.
 
Üst