Yirmi Üçüncü Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz

Şu Sözün iki Mebhası vardır.

besmele.jpg


لَقَدْ خَلَقْناَ اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
blank.gif
1


Birinci Mebhas

İMANIN binler mehâsininden yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.

BİRİNCİ NOKTA

İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan, san’at‑ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san’at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san’at,


[NOT]Dipnot-1 “And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” Tîn Sûresi, 95:4-6.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: yüceliği ve haşmeti sonsuz olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>ehil: lâyık</td><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>fâniye: gelip geçici (bk. f-n-y)</td><td>hayat-ı hayvanî: hayvanî hayat (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>intisap: bağlanma (bk. n-s-b)</td><td>kat’ etmek: kesmek</td></tr><tr><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>kıymettar: değerli</td></tr><tr><td>mebhas: bahis, konu</td><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>muvakkat: geçici</td><td>müsavi: eşit</td></tr><tr><td>nisbet etme: bağlama (bk. n-s-b)</td><td>nukuş-u esmâ-i Rabbâniye: Allah’ın güzel isimlerinin nakışları (bk. n-ḳ-ş; s-m-v; r-b-b)</td></tr><tr><td>nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)</td></tr><tr><td>san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td><td>sır: gizem, gizli gerçek </td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>tezahür: ortaya çıkma, görünme (bk. ẓ-h-r) </td></tr><tr><td>zulmet-i küfür: inkâr karanlığı (bk. ẓ-l-m; k-f-r)</td><td>zâile: geçip giden (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 418

antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.

Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td><td>bâki: kalan kısım (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön </td><td>cilve: yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>cüz’î: az (bk. c-z-e)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hârika-pîşe: olağanüstü işler yapan</td><td>hünerver: becerikli</td></tr><tr><td>intisap: bağlanma (bk. n-s-b)</td><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>kalb etmek: dönüştürmek</td><td>kat’-ı intisap: mensubiyet bağını kesme (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>kerem: lütuf, ikram, iyilik (bk. k-r-m)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>madde-i hayvaniye: hayvanî madde (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>mahiyet-i insaniye: insana ait temel özellikler, insanın içyapısı</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>masnû: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)</td><td>medar: eksen, vesile</td></tr><tr><td>misafir-i Rabbânî: Allah’ın misafiri (bk. r-b-b)</td><td>misal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhatab-ı İlâhî: Allah’a muhatap olan (bk. ḫ-ṭ-b; e-l-h)</td><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın sonsuz kudretiyle bir mu’cize eseri olarak yarattığı şey (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>mü’min: iman etmiş, inanmış (bk. e-m-n)</td><td>nazik: ince, zarif</td></tr><tr><td>nisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)</td><td>nukuş-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın güzel isimlerinin nakışları (bk. n-ḳ-ş; s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>nur-u iman: iman nuru, aydınlığı (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>nâzenin: ince, nazik, nazlı</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)</td></tr><tr><td>sukut etme: düşme, alçalma</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>süflî: aşağı</td><td>tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tefessüh: bozulma, kokuşma</td><td>tezahür: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>teşhir edilme: sergilenme</td><td>yad etmek: anmak </td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âli: yüce</td></tr><tr><td>âsâr-ı san’at: san’at eserleri (bk. ṣ-n-a)</td><td>âyine-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna (bk. ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 419

İKİNCİ NOKTA

İman nasıl ki bir nurdur; insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vakıada

blank.gif
1
اَللهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنوُا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsille beyan ederiz. Şöyle ki:

Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti.

Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimal ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri görmeseydim!” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdimse, öyle dehşetler aldım. “Eyvah, şu fener başıma belâdır” dedim.

Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, herşeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar ise, süslü, sevimli, cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye olduğunu gördüm. “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân” diyerek,


[NOT]Dipnot-1 “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur.” Bakara Sûresi, 2:257.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>azîm: büyük (bk. a-z-m)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cazibedar: çekici</td><td>dağdağa: sıkıntı, gürültü</td></tr><tr><td>dâhiye: korkunç belâ</td><td>el-hamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân: iman nuru için Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d; e-l-h; n-v-r; e-m-n)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayvanat-ı ehliye: evcil hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>istimal etmek: kullanmak</td><td>kesif: yoğun</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserleri (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td><td>mezar-ı ekber: çok büyük mezar (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mûnis: cana yakın</td><td>müstakbel: gelecek zaman</td></tr><tr><td>nur: aydınlık, ışık (bk. n-v-r)</td><td>nuranî: nurlu (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nüzhetgâh: gezi ve dinlenme yeri (bk. n-z-h)</td><td>seyrangâh: gezi ve seyir yeri</td></tr><tr><td>tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)</td><td>taht-ı riyasetinde: başkanlığı altında</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>vakıa: olay</td></tr><tr><td>vâkıa-i hayaliye: hayalî olay, keşif (bk. ḫ-y-l)</td><td>zaman-ı mazi: geçmiş zaman</td></tr><tr><td>zikir: Allah’ı anmak</td><td>ziyafetgâh: ziyafet yeri</td></tr><tr><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>şahika: zirve</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 420

للهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ
blank.gif
1 âyet-i kerimesini okudum, o vakıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acip mahlûkatıdır. İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir,

وَالَّذِينَ كَفَرُوۤا اَوْلِيَاۤئُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ
blank.gif
2

hükmüne mazhar eder.

Eğer hidayet-i İlâhiye yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitabullahı dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar. Âlem
blank.gif
3
اَللهُ نوُرُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okur. O vakit, zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubûdiyeti ifa eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin, vazife-i hayatlarını bitirmekle Allahu ekber diyerek makamât‑ı


[NOT]Dipnot-1 “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur.” Bakara Sûresi, 2:257.

Dipnot-2
“İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürüklerler.” Bakara Sûresi, 2:257.

Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur Sûresi, 24:35.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)</td><td>Hakîm-i Rahîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, rahmeti herşeyi kuşatan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>acîp: şaşırtıcı</td><td>adem-âlûd: yoklukla karışık</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>dalâlet-âlûd: sapkınlık ve inançsızlıkla karışık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>enaniyet-i insaniye: insanın benliği</td><td>enâniyet: benlik</td></tr><tr><td>ervâh-ı sâfiye: temiz ruhlar (bk. r-v-ḥ; ṣ-f-y)</td><td>evliya: Allah dostu, veli (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>evvelki: önceki</td><td>firavuniyet: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme </td></tr><tr><td>hidayet-i İlâhiye: Allah’ın doğru yola erdirmesi (bk. h-d-y; e-l-h)</td><td>hodbin: bencil</td></tr><tr><td>hâdisât: olaylar (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>ifa etmek: yerine getirmek</td></tr><tr><td>istikbal: gelecek zaman</td><td>itimad: güvenme</td></tr><tr><td>kitabullah: Allah’ın kitabı (bk. k-t-b)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahluk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>mazhar: eriştirme (bk. ẓ-h-r)</td><td>mebde-i hayat: hayatın başlangıcı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>memur-u musahhar: emre itaat eden memur</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mezar-ı ekber: çok büyük mezar (bk. k-b-r)</td><td>muzır: zararlı</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı</td><td>nebî: peygamber (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>nefis: insanı kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)</td><td>nur-u İlâhî: Allah’ın nuru (bk. n-v-r; e-l-h)</td></tr><tr><td>nâkıs: eksik</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taht-ı riyasetinde: başkanlığında</td><td>vahy-i semâvî: Allah’ın peygamberlerine vahyettiği şeyler, din (bk. v-ḥ-y; s-m-v)</td></tr><tr><td>vahşetgâh: vahşet yeri</td><td>vakıa: olay</td></tr><tr><td>vazife-i hayat: hayat vazifesi (bk. ḥ-y-y)</td><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk vazifesi (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>zaman-ı mazi: geçmiş zaman</td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>zulümât-ı gaflet: gaflet karanlıkları (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)</td><td>âhir-i hayat: hayatın sonu (bk. e-ḫ-r; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)</td><td>âlem-i arz: dünya âlemi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i berzah: kabir âlemi (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 421

âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözüyle görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar misal bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi, o nur-u imanla uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hadiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sureten haşin, mânen çok lâtif hikmetlere medar görüyor. Hattâ, mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle; hakikati, temsile tatbik et.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye birer bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>berzah: kabir âlemi</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>dağlarvâri: dağlar gibi</td><td>dest-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>dua-yı fiilî: fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirme (bk. d-a-v; f-a-l)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td></tr><tr><td>haşin: kırıcı, sert</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâdisat: olaylar (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye: kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler (bk. e-ḫ-r)</td><td>istirahat: dinlenme</td></tr><tr><td>kemâl-i emniyet: tam bir emniyet (bk. k-m-l; e-m-n)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lâtif: lütuf içeren, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>makamât-ı âliye: yüce makamlar</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>mevt: ölüm (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>minnettar olmak: şükran duymak</td><td>misal: örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td><td>musahhar: boyun eğen, uysal</td></tr><tr><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td><td>müsebbebat: sebeplerin sonuçları (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>müstakbel: gelecek zaman</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nezaret etme: gözetme (bk. n-ẓ-r)</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>riayet etmek: uymak</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu</td></tr><tr><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sefine: gemi</td><td>sefine-i hayat: hayat gemisi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>seyran etmek: seyretmek</td><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tatbik: uygulama</td><td>tazyikat: baskılar, sıkıştırmalar</td></tr><tr><td>telâkki etmek: kabul etmek</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tevekkeltü alâllah: “Allah’a tevekkül ettim, dayandım” (bk. v-k-l)</td><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>teşebbüs: başvurma</td></tr><tr><td>tâun: veba, bulaşıcı ve ölümcül hastalık</td><td>yed-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>ziyafet-i Rahmâniye: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafetler (bk. r-ḥ-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 422

eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:
“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>biçare: çaresiz, zavallı</td></tr><tr><td>burhan-ı kâtı: sağlam, keskin delil</td><td>divane: deli</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma, yakarma (bk. d-a-v)</td><td>ehl-i dikkat: dikkat sahipleri</td></tr><tr><td>emniyetli: güvenli (bk. e-m-n)</td><td>hodfuruşkluk: kendini beğendirmeye çalışmak</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>istihzâ: alay etme</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>kavânîn-i hayat: hayat yasaları, kanunları (bk. ḳ-n-n; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>maskara: gülünç, rezil</td><td>mağrur: gururlu</td></tr><tr><td>meleke: maharet, kabiliyet (bk. m-l-k)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>müdhike: gülünç, komedi</td><td>münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>riya: gösteriş</td></tr><tr><td>sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ)</td><td>takat: güç, kuvvet</td></tr><tr><td>tard: kovma</td><td>tasannu: yapmacık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>tazyikat-ı dünyeviye: dünyadaki sıkıntılar</td><td>tekebbür: büyüklenme, gururlanma (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)</td><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>vazife-i asliye: asıl vazife</td><td>vâzıh: açık, âşikar</td></tr><tr><td>zaaf: zayıflık</td><td>zayi: kayıp, ziyan</td></tr><tr><td>zillet: alçaklık, aşağılık</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>şekavet-i uhreviye: âhiretteki mutsuzluk (bk. e-ḫ-r)</td><td>şerâit-i hayatiye: hayat şartları (bk. ḥ-y-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 423

senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kàdıu’l-Hâcât: bütün ihtiyaçları karşılayan Allah (bk. h-v-c)</td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>beliyyât: belalar</td><td>celp: çekme</td></tr><tr><td>cenah: kanat</td><td>dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)</td></tr><tr><td>esas-ı ubûdiyet: kulluğun esası, özü (bk. a-b-d)</td><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>giriftar: tutulmuş, yakalanmış</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakîmâne: hikmetli biçimde (bk. ḥ-k-m)</td><td>hayat-ı beşeriye: insan hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td><td>iktidar-ı hayatiye: yaşama gücü (bk. ḳ-d-r; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ilham: kalbe gelme</td><td>iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>kerem: iyilik, ikram, cömertlik (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kesbetmek: kazanmak</td><td>lisan-ı acz ve fakr: fakirlik ve acizlik dili (bk. a-c-z; f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>lütuf: iyilik, ihsan (bk. l-ṭ-f)</td><td>maden: kaynak</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, özellik</td><td>makam-ı âlâ-yı ubûdiyet: Allah’a kulluğun yüce makamı (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>marifet: geniş bilgi ve beceri (bk. a-r-f)</td><td>marifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>maruz: tesiri altında olan</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>meleke-i ameliye: iş yapma mahareti, kabiliyeti</td><td>menfaat: çıkar, yarar</td></tr><tr><td>metâlib: istekler (bk. ṭ-l-b)</td><td>muavenet: yardım</td></tr><tr><td>müptelâ: bağımlı, tutulmuş</td><td>müşfikane: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)</td></tr><tr><td>nazeninâne: nazikçesine</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)</td><td>taammül: amel etmek, hareket etmek</td></tr><tr><td>tahsil etmek: öğrenmek</td><td>tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>terakki: ilerleme</td><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ubûdiyet-i fiiliye: fiilî ibadetler (bk. a-b-d; f-a-l)</td><td>ulûm-u hakikiye: gerçek ilimler (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>vazife-i asliye: asıl vazife</td><td>vazife-i asliye-i fıtriye: yaratılıştan gelen asıl vazife (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görev (bk. f-ṭ-r)</td><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âdâ: düşmanlar</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td><td>üssü’l-esas: temel esas</td></tr><tr><td>şerâit-i hayat: hayat şartları (bk. ḥ-y-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 424

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

BEŞİNCİ NOKTA

İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlinde,
blank.gif
1
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ ferman ediyor.

Hem
blank.gif
2
اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُم ْ emrediyor.

Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”

Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.


[NOT]Dipnot-1 Furkan Sûresi, 25:77.

Dipnot-2
“Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Rahmânü’r-Rahîm: sonsuz merhamet sahibi, her yaratığa uygun rızık veren ve yarattıklarına karşı çok şefkat eden Allah (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>ahmak: sersem</td></tr><tr><td>ayn-ı matlub: istenilen şeyin kendisi (bk. ṭ-l-b)</td><td>dergâh: Allah’ın yüce katı</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)</td><td>eda etmek: yerine getirmek</td></tr><tr><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hâli (bk. f-ḳ-r)</td><td>ferman etmek: buyurmak</td></tr><tr><td>fiilî: fiilen, çalışarak (bk. f-a-l)</td><td>fıtrat-ı asliye: esas yaratılış gayesi (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>fıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatı (bk. f-ṭ-r)</td><td>haylaz: yaramaz</td></tr><tr><td>hekim: doktor</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihtiyacat: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>kabil-i teshir olmayan: boyun eğdirilmesi mümkün olmayan</td><td>kavlî: sözlü olarak</td></tr><tr><td>küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m)</td><td>lebbeyk: buyurunuz</td></tr><tr><td>lisan-ı acz: âcizlik dili (bk. a-c-z)</td><td>maksud: istek (bk. ḳ-s-d)</td></tr><tr><td>makàsıd: gayeler, istenilen şeyler (bk. ḳ-s-d)</td><td>meram: arzu, istek</td></tr><tr><td>meâl: anlam</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>muvaffak olmak: başarmak</td><td>müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>nazdar: nazlı</td><td>nazenin: ince, nazik, duyarlı</td></tr><tr><td>nazik: zarif, ince</td><td>tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>teshir: boyun eğdirme</td><td>tâbi: uyan</td></tr><tr><td>umumî: genel</td><td>vesile-i kât’iye: kesin aracı</td></tr><tr><td>vâveylâ: feryad</td><td>zaaf: zayıflık</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>âyet: Kur’an’ın herbir cümlesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 425

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur.
Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>azamet-i İlâhiye: Allah’ın azameti, büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; e-l-h)</td></tr><tr><td>beliyye: belâ, musibet</td><td>binaen: –dayanarak </td></tr><tr><td>def’: ortadan kaldırma, savma</td><td>dergâh: huzur, rahmet kapısı</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)</td><td>dünyevî: dünyaya ait </td></tr><tr><td>evkat-ı mahsusa: özel vakitler</td><td>evlâ: daha iyi</td></tr><tr><td>fazl: ihsan, yardım (bk. f-ḍ-l)</td><td>gurub: batış</td></tr><tr><td>heveskârâne: hevesine düşkün bir şekilde</td><td>hevâperestâne: nefsin isteklerine düşkün bir şekilde (bk. h-v-y)</td></tr><tr><td>hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b)</td><td>husuf: ay tutulması</td></tr><tr><td>huzur: yakınında olma (bk. h-ḍ-r)</td><td>hâlis: samimi, içten (bk. ḫ-l-ṣ)</td></tr><tr><td>hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>ibadet-i mahsusa: özel ibadet (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>iltica: sığınma</td><td>inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>istilâ: işgal</td><td>kaza: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)</td></tr><tr><td>kerem: ikram, iyilik, bağış (bk. k-r-m)</td><td>küsuf: güneş tutulması</td></tr><tr><td>livechillâh: Allah için</td><td>maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-s-d)</td></tr><tr><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>matlub: istek (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>muayyen: belirli</td></tr><tr><td>muzır: zararlı</td><td>müneccim: astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran </td></tr><tr><td>nazır: bakan, gözeten (bk. n-ẓ-r)</td><td>nevi: tür, çeşit</td></tr><tr><td>nikap: örtü</td><td>niyaz: dua, yakarış </td></tr><tr><td>nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nurun alâ nur: nur üstüne nur (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>ref etmek: kaldırmak</td><td>semerât: meyveler, neticeler</td></tr><tr><td>sırr-ı ubûdiyet: kulluk sırrı (bk. a-b-d)</td><td>tahakküm: baskı, zorbalık (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>tasallut: sataşma</td><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>uhreviye: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)</td><td>vahşet: yalnızlık</td></tr><tr><td>âyet: Kur’ân’ın herbir cümlesi</td><td>ünsiyet: dostluk, yakınlık</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 426

Yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli.

Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır:

Ya istidat lisanıyladır—bütün nebâtatın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır—bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.

Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir.

Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>Feyyâz-ı Mutlak: pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah (bk. f-y-ḍ; ṭ-l-ḳ)</td><td>Rabb-i Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>belki: aslında, işin doğrusu</td></tr><tr><td>beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n)</td><td>dergâh-ı İlâhiye: İlâhî rahmet kapısı (bk. e-l-h) </td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)</td><td>dua-yı fiilî: fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua (bk. d-a-v; f-a-l)</td></tr><tr><td>ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>hakikat-i hal: gerçek hal (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâcât-ı zaruriye: zarurî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>hâlî: hal ve hareketle</td><td>hâmî-i meçhul: bilinmeyen koruyucu</td></tr><tr><td>icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)</td><td>idame-i hayat: hayatı devam ettirme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>iltica: sığınma</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>itham: suçlama</td><td>itimad: güvenme</td></tr><tr><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td><td>içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kalbî: kalben, içten</td><td>kat’i: kesin </td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kâlî: sözle </td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hal dili</td><td>lisan-ı istidad: kabiliyet dili (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>lisan-ı ıztırar: çaresizlik ve mecburiyet dili </td><td>mahsus: özel</td></tr><tr><td>makbul: kabul gören, geçerli</td><td>mazhariyet: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>mazhariyet-i münkeşife: bir görünüme sahip olmak (bk. ẓ-h-r; k-ş-f)</td><td>metâlib: istekler (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meşhur: bilinen</td></tr><tr><td>muztar: çaresiz, zorda kalan</td><td>mâni: engel</td></tr><tr><td>müsebbib: sebep olan (bk. s-b-b)</td><td>müteveccih: yönelik</td></tr><tr><td>nebâtat: bitkiler</td><td>nevi: çeşit, tür</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)</td><td>tedbir: idare (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td><td>teveccüh: yönelme</td></tr><tr><td>teşebbüs: başvurma</td><td>vaziyet-i marziye: razı olunacak hal</td></tr><tr><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td><td>zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>âyât-ı beyyinât: ap açık âyetler (bk. b-y-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 427

İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.

İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi
blank.gif
1
اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de, kâinatın güzel bir takvimi ol.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>abd-i küllî: bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul (bk. a-b-d; k-l-l)</td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)</td><td>fakr: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>hâtırât-ı kalb: kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lisan: dil</td></tr><tr><td>medet: yardım</td><td>medâr: sebep, dayanak</td></tr><tr><td>metâlib: istekler, arzular (bk. ṭ-l-b)</td><td>mühim: önemli</td></tr><tr><td>takvim: program</td><td>vekil-i umumî: genel vekil (bk. v-k-l)</td></tr><tr><td>âlâ-yı illiyyîn-i insaniyet: insanlığın en yüksek derecesi</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 428

İkinci Mebhas
İnsanın saadet ve şekavetine medar Beş Nükteden ibarettir.

İNSAN ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami’ bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir
blank.gif
1
bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir. İşte, insanın şu dehşetli terakkî ve tedennîsinin sırrını Beş Nüktede beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.
İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mâbud olacak, yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadîr-i


[NOT]Dipnot-1 bk. Tîn Sûresi, 95:4-6.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>Cemîl-i Zülcelâl: heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>acube-i san’at: san’at yönüyle hayret verici olan (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>ahbap: sevilenler, dostlar (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>ahsen-i takvim: insanın en güzel suret ve kıvamda yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)</td><td>alâkadar: alâkalı, ilgili</td></tr><tr><td>berzah: kabir âlemi</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>derecât: dereceler</td></tr><tr><td>derekât: aşağı mertebeler</td><td>dergâh: huzur, makam</td></tr><tr><td>ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>envâ: neviler, türler</td><td>esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı</td></tr><tr><td>ferş: yer</td><td>firâk-ı ebedî: sonsuz ayrılık (bk. f-r-ḳ; e-b-d)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td></tr><tr><td>iltica: sığınma</td><td>istidat: potansiyel kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahşer-i acaip: hayret verici şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)</td></tr><tr><td>makamât: dereceler, makamlar</td><td>mebhas: bölüm, konu</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>menzil: ev, mekân (bk. n-z-l)</td></tr><tr><td>merâtib: mertebeler</td><td>meydan-ı imtihan: imtihan meydanı</td></tr><tr><td>muallâ: yüksek, yüce</td><td>mucize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mukaddes: kusur ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td><td>mâbud: ibadet edilen (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>müberrâ: arınmış, uzak</td><td>münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>müştak: arzulu, çok istekli</td><td>naks: noksanlık, eksiklik</td></tr><tr><td>netice-i hilkat: yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>nihayetsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)</td><td>nükte: ince anlamlı söz</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sukut: düşüş, alçalış</td></tr><tr><td>suûd: yükseliş</td><td>sır: gizem, gizli gerçek</td></tr><tr><td>tedennî: gerileme, alçalma</td><td>terakkî: ilerleme, yükselme</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)</td><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr><tr><td>şekavet: mutsuzluk, sıkıntı</td><td>şems: güneş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 429

Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mâbudiyete lâyık yalnız O’dur.

İşte, ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvâya sapsan, o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin; şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun.

Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.

Meselâ küfür bir fenalıktır, bir tahriptir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie, bütün kâinatın tahkirini ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünkü şu mevcudatın âli bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye ve merâyâ-yı Sübhâhiye ve memurîn-i İlâhiyedirler. Küfür ise, onları âyinedarlık ve vazifedarlık ve mânidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zevâl ve firâkın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve ehemmiyetsizlik,




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi, herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; k-m-l)</td><td>Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Rahîm-i Zülcemâl: güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m; ẕü; c-m-l)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>abesiyet: faydasız ve gayesiz oluş</td><td>adem: yokluk</td></tr><tr><td>adem-i tasdik: doğruyu kabul etmeme, tasdik etmeme (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>dereke: aşağı derece</td><td>dâvâ: iddia</td></tr><tr><td>enâniyet: benlik, gurur</td><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td></tr><tr><td>fenâlık: kötülük (bk. f-n-y)</td><td>fiil: hareket, iş, etki (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>firâk: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>hâcât-ı insaniye: insanın ihtiyaçları (bk. ḥ-v-c)</td><td>icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>ifa etme: yerine getirme</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>infial: fiilden etkilenme, bir tesirin gücü altında hareket etme (bk. f-a-l)</td><td>insaniyet: insanlık</td></tr><tr><td>intişar: yayılma</td><td>istinkâf: kabul etmeme, çekimserlik</td></tr><tr><td>izhar-ı acz: âcizliğini ortaya koyma (bk. ẓ-h-r; a-c-z)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) </td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mektubât-ı Rabbâniye: Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserler, varlıklar (bk. k-t-b; r-b-b)</td></tr><tr><td>memurîn-i İlâhiye: Allah’ın emriyle hareket eden memurlar (bk. e-l-h)</td><td>merâyâ-yı Sübhâniye: Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren aynalar, varlıklar (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>mevadd-ı fâniye: geçici maddeler (bk. f-n-y)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muhit: herşeyi kuşatan, kapsamlı</td><td>muzır: zararlı</td></tr><tr><td>mâbudiyet: ibadet edilmeye layık olma (bk. a-b-d)</td><td>mânidarlık: anlamlılık (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>müsbet: olumlu</td><td>nefy: olumsuzluk</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sınırsız</td><td>nisbet: ölçü (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>seyyie: kötülük, günah</td><td>tahkir: hakaret, aşağılama</td></tr><tr><td>tahrip: yıkıp bozma, yok etme</td><td>tazammun: içine alma, içerme</td></tr><tr><td>tecavüz: haddi aşma, ileri gitme</td><td>tekebbür: büyüklenme, gururlanma (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>terzil: rezil ve alçak gösterme</td><td>tesadüf: rastlantı</td></tr><tr><td>tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)</td><td>tezyif: hakaret, küçük düşürme</td></tr><tr><td>tâun: salgın ve ölümcül hastalık</td><td>ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td><td>vüs’at: genişlik</td></tr><tr><td>zelil: alçak</td><td>zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zavallı (bk. a-c-z)</td><td>âli: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>âyinedarlık: aynalık, ayna tutucu</td><td>şer: kötülük</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 430

kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi; bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemâlleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihâzâtını cami’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melâikeye karşı rüçhâniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar ve mânâsız, karma karışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.

Elhasıl: Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit
blank.gif
1
يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّاٰتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.

İşte, ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakkın fazlına ve keremine: Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde, bir seyyieyi bir yazar; bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yedi yüz, bazan yedi bin yazar. Hem şu Nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adldir; fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır.


[NOT]Dipnot-1 “Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” Furkan Sûresi, 25:70.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>ahsen-i takvim: insanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılması (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ayn-ı adl: adeletin ta kendisi (bk. a-d-l)</td><td>cami’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cemâl: güzellik (bk. c-m-l)</td><td>ceza-yı amel: amelin cezası</td></tr><tr><td>cihet: yön, taraf</td><td>cihâzât: cihazlar, donanım</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, akis (bk. c-l-y)</td><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dereke: aşağı derece</td><td>ehemmiyetsizlik: önemsizlik</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>emanet-i kübrâ: en büyük emânet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)</td></tr><tr><td>enâniyet: benlik, gurur</td><td>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan uzak isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)</td></tr><tr><td>esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)</td><td>fazl: cömertlik, ihsan (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)</td><td>hane: ev</td></tr><tr><td>harap etme: yıkma, yok etme</td><td>hasene: iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>hayvan-ı fâni-i zâil: yok olup giden hayvan (bk. ḥ-y-y; f-n-y; z-v-l)</td><td>hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)</td><td>inkılâb etmek: dönüşmek</td></tr><tr><td>istiğfar: Allah’tan bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r)</td><td>itimat: güvenme</td></tr><tr><td>kabiliyet-i hayr: hayır kabiliyeti (bk. a-d-d; ḫ-y-r)</td><td>kabiliyet-i şer: kötülük kabiliyeti (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>kaside-i manzume-i hikmet: hikmetle ve düzenli bir şekilde yazılmış kaside, şiir (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m)</td><td>kerem: ikram, iyilik, bağış (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kıymetsizlik: değersizlik</td></tr><tr><td>lâkin: fakat</td><td>mahz-ı fazl: iyilik ve bağışın ta kendisi (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)</td><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mertebe: derece</td><td>mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mucize-i kudret-i bâhire: ap açık kudret mucizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>nakış: işleme, süsleme (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden güç (bk. n-f-s)</td><td>nihayetsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>nükte: ince ve derin mânâ</td><td>rüçhâniyet: üstünlük</td></tr><tr><td>sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziye: yeryüzü halifeliğinin mertebesinin sahibi (bk. ḫ-l-f)</td><td>seyyie: kötülük</td></tr><tr><td>tahrip: bozup yıkma</td><td>tefevvuk: üstün gelme</td></tr><tr><td>tevfik-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. e-l-h)</td><td>tezyif: hakaret, küçük düşürme</td></tr><tr><td>uhde: üstüne alma, sorumluluk</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zelil: aşağı, alçak</td><td>âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âdi: değersiz, basit</td><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr><tr><td>âyine: ayna</td><td>çekirdek-misal: çekirdek gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>şecere-i bâkiye: devamlı ve kalıcı ağaç (bk. b-ḳ-y)</td><td>şer: kötülük</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 431

ve ruh-u mânevîsi büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.

İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami’, kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.

Şu hakikati, bir vakıa-i hayaliyede şöyle bir temsilde gördüm ki: Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)</td><td>Ganiyy-i Kerîm: sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah (bk. ğ-n-y; k-r-m)</td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kadîr-i Rahîm: gücü her şeye yeten, rahmeti her şeyi kuşatan Allah (bk. ḳ-d-r; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>acz: güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>azîm: çok büyük (bk. a-z-m)</td></tr><tr><td>bilhassa: özellikle</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>cami’: toplayan, kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>cesîm: büyük</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>cihâzât: donanımlar</td><td>cihâzât-ı mâneviye: mânevî donanım, cihazlar (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)</td><td>cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>derc etmek: içine yerleştirmek</td><td>efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>ehemmiyet: önem</td><td>emr-i tekvinî: yaratılışa dair emir (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>enaniyet: benlik</td><td>envâ: türler</td></tr><tr><td>evvelki: önceki</td><td>fakr: ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i külliye: kapsamlı hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-l)</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td></tr><tr><td>hüsn-ü istimal etmek: güzel kullanmak (bk. ḥ-s-n)</td><td>ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>imtisal: yerine getirme</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>itibariyle: özelliğiyle</td><td>kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)</td><td>kesb: kazanma </td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahiyet-i mâneviye: mânevî yapı (bk. a-n-y)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mevadd-ı muzırra: zararlı maddeler</td><td>mevcudiyet: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>nazik: ince, zarif</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>ruh-u mânevî: mânevî ruh (bk. r-v-ḥ; a-n-y) </td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sû-i mizaç: kötü huy</td><td>tabakat: tabakalar</td></tr><tr><td>tecelliyât: yansımalar (bk. c-l-y)</td><td>tefessüh etmek: bozulmak</td></tr><tr><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td><td>vecih: yön, yüz</td></tr><tr><td>vüs’at: genişlik</td><td>şule: alev</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 432

tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bom boş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar, sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum.

Dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir.
Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.”

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “Said” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak aklım başıma geldi, ayıldım.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir.




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>bedbaht: talihsiz</td><td>berzah: kabir âlemi </td></tr><tr><td>cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)</td><td>cazibedarlık: çekicilik</td></tr><tr><td>celb etmek: çekmek</td><td>cihazat: cihazlar, donanım</td></tr><tr><td>cihâzât-ı mâneviye: mânevî duygular (bk. a-n-y)</td><td>cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>ehemmiyetli: önemli</td><td>ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>evâmir-i Kur’âniye: Kur’ân’ın emirleri</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikat-i daime: devamlı hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td><td>hevesât: hevesler, gelip geçici arzular</td></tr><tr><td>hususî: özel</td><td>imtisal: yerine getirme</td></tr><tr><td>istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kuvve: duyu</td><td>kıymettar: değerli</td></tr><tr><td>letâif: insanın mânevi yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahiyet: öz nitelik, asıl yapı </td></tr><tr><td>medar: eksen, vesile</td><td>mes’uliyet-i maneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>musahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermek</td><td>mübarek: bereketli (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>münevver: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)</td><td>nazar-ı dikkat: dikkatle bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nefis: can, kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden güç (bk. n-f-s)</td></tr><tr><td>revnaktar: süslü, hoş, güzel</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sukut: düşüş, alçalma</td><td>süflî: aşağı</td></tr><tr><td>tefessüh: bozulma, kokuşma</td><td>telezzüz: lezzetlenme, tad alma</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>terakkî: ilerleme</td></tr><tr><td>tevcih: yöneltme</td><td>tevdi etmek: emânet vermek </td></tr><tr><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td><td>vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḥ-y-l)</td></tr><tr><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)</td><td>yabanî: yabancı</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>âlem-i arzî: dünya âlemi (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i misal: görüntüler âlemi (bk. a-l-m; m-s̱-l)</td><td>âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>şecere-i bâkiye: ölümsüz ağaç (bk. b-ḳ-y)</td><td>şecere-i kâinat: kainat ağacı, evren (bk. k-v-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 433

Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanî emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi).

Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş; ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki, insan, cihazat ve âlât itibarıyla çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>amel: davranış, iş</td><td>ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>elem: acı, sıkıntı</td><td>fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hevâ: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y)</td><td>istirahat: rahatlık, huzur</td></tr><tr><td>itibar: özellik</td><td>iştigal etmek: meşgul olmak</td></tr><tr><td>kemâl-i taaccüp: tam bir şaşkınlık (bk. k-m-l)</td><td>kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kuvve-i gadabiye: öfke gücü</td><td>kuvve-i şeheviye: şehvet gücü</td></tr><tr><td>kâfir: Allah’ı veya Onun kesin olarak emrettiği şeylerden birini inkâr eden kimse (bk. k-f-r)</td><td>letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>lâtif: ince, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>medine-i medeniyet-i insaniye: insanlığın uygarlık şehri</td></tr><tr><td>muattal kalma: kullanılmaz olma</td><td>muhabere: haberleşme</td></tr><tr><td>musahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermek</td><td>nazik: ince, zarif</td></tr><tr><td>nefis: can, bir kimsenin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sa’y-i maddî: maddi çalışma</td><td>sukut: düşme, alçalma</td></tr><tr><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabir: yorumlama (bk. a-b-r)</td></tr><tr><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td><td>tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>terakki: ilerleme</td><td>terakkiyât: ilerlemeler</td></tr><tr><td>ulvî: yüce</td><td>vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḫ-y-l)</td></tr><tr><td>vazife-i asliye: esas vazife</td><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vefadar: vefalı</td><td>âciz: zayıf, güçsüz (bk. a-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 434

bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanî emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi).

Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş; ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki, insan, cihazat ve âlât itibarıyla çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kerîm: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)</td><td>Zât-ı Kerîm: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>aziz: izzetli, değerli (bk. a-z-z)</td><td>azîm: büyük (bk. a-z-m)</td></tr><tr><td>bedî: güzel (bk. b-d-a)</td><td>cihazat: cihazlar, duyu ve organlar</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cihâzât-ı acîbe: şaşırtıcı ve hayret verici cihazlar, duyu ve organlar</td></tr><tr><td>daire-i tasarrufât: tasarruf etme dairesi, hareket alanı (bk. ṣ-r-f)</td><td>derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>dua: Allah’a yalvarma, isteme (bk. d-a-v)</td><td>ehlî: evcil</td></tr><tr><td>elem: acı, keder</td><td>elem-i zevâl: sona erme elemi (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)</td><td>enâniyet: benlik</td></tr><tr><td>gaye-i hayal: hayal edilen gaye, hedef (bk. ḫ-y-l)</td><td>hayat-ı bâkiye: sürekli ve kalıcı olan hayat (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)</td></tr><tr><td>hayvanî: hayvanca (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>infial: fiilden etkilenme, bir tesirin gücü altında hareket etme (bk. f-a-l)</td><td>istifade: yararlanma</td></tr><tr><td>istinad: dayanma, güvenme (bk. s-n-d)</td><td>letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>masnuât: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>muhit: çevre</td><td>musahhar: emre verme</td></tr><tr><td>muvakkat: geçici</td><td>mâlikiyet: sahiplik (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>müheyyâ: hazırlama</td><td>nihayetsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>nisbet etme: kıyaslama (bk. n-s-b)</td><td>nısf-ı kutr: yarı çap</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>sarf etmek: harcamak</td></tr><tr><td>sermaye-i ömür: ömür sermayesi</td><td>temâşâ: seyretme</td></tr><tr><td>teneffüs: nefeslenme, rahatlama</td><td>tenezzüh: seyir ve gezinti (bk. n-z-h)</td></tr><tr><td>yabanî: vahşi, evcil olmayan</td><td>zaaf: zayıflık</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi</td></tr><tr><td>âlât: âletler, organlar</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 435

Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

Demek, ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikir etse, yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsille bu hakikati beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:

Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir.

Evvelki hizmetkâr, on altınla âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedip gördü ve dehşetli bir azap çekti.
İşte, ednâ bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.

Aynen onun gibi, insandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü; ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi; ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı; ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede; hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvan kendine has bir amelde-münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus-ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf hususîdir.

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyat peydâ olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvü



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>ahsen-i takvim: insanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>amel: iş, fiil</td><td>bedbaht: talihsiz</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>cihaz-ı mahsus: özel duyu veya organ</td></tr><tr><td>cihazat: organlar, duyular</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cihâzât-ı mâneviye: manevi duygular (bk. a-n-y)</td><td>dehşetli: korkunç</td></tr><tr><td>divanelik: akılsızlık</td><td>ednâ: en aşağı, en küçük</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>evvelki: önceki</td></tr><tr><td>ezvâk-ı mahsusa: kendisine has, özel zevkler</td><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>has: özel</td></tr><tr><td>hasr-ı fikir: fikir ve düşünceyi sadece birşeye yöneltme (bk. f-k-r)</td><td>hasse: duyu</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hissiyat: hisler, duygular</td></tr><tr><td>hizmetkâr: hizmetçi</td><td>hususî: özel</td></tr><tr><td>ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)</td><td>inbisat: genişleme, yayılma</td></tr><tr><td>inkişaf: gelişme, açılma (bk. k-ş-f)</td><td>kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>letâif-i insaniye: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahsus: özel</td><td>merâtib: mertebeler, dereceler</td></tr><tr><td>münhasıran: buna has olarak</td><td>müştak: düşkün, iştiyaklı</td></tr><tr><td>nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)</td><td>nüfuz: etki</td></tr><tr><td>peydâ etme: meydana ve açığa çıkma</td><td>pusula: küçük not kağıdı</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>seyyid: efendi</td></tr><tr><td>taam: yiyecek</td><td>tedip: edeplendirme, ceza</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>temyiz: ayırd etme</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>zâika-i lisaniye: dilin tad alma duyusu</td></tr><tr><td>âlâ: en üstün</td><td>şuur: bilinç, anlayış, idrak (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Üçüncü Söz - Sayfa 436

etmiş ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makàsıda müteveccih arzulara medar olmuş; ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihâzâtı ziyade inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın tohumlarına câmi’ bir istidat verilmiştir.

İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından, tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.

Birden, ben o hazin hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:

“Bütün bütün sermayeni zayi ettin, tokada da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa tevbe kapısı açıktır. Bundan



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Eski Said: (bk. bilgiler)</td><td>Yeni Said: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>cihâzât: organlar, duyular</td></tr><tr><td>câmiiyet: genişlik, kapsamlılık (bk. c-m-a)</td><td>câmi’: kapsamlı, içine alan (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>dünyaperest: dünyaya aşırı düşkün</td><td>ehemmiyet: önem</td></tr><tr><td>elem: acı, keder, sıkıntı</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td><td>fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>gafil: duyarsız, umursamaz (bk. ğ-f-l)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hazin: hüzün veren, acıklı</td></tr><tr><td>hâlet: durum, hal</td><td>ibâdât: ibâdetler (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>imdâdât-ı Rahmâniye: sonsuz rahmet sahibi Allah’ın yardımları (bk. r-ḥ-m)</td><td>inbisat: genişleme, yayılma </td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td><td>kudret-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sonsuz kudreti (bk. ḳ-d-r; r-b-b)</td></tr><tr><td>küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)</td><td>makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td><td>medar: eksen, vesile</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>müflis: iflas etmiş</td></tr><tr><td>müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)</td><td>müstehak olma: hak etme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>müteveccih: yönelik</td><td>müşahede etmek: görmek, gözlemlemek (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>peydâ etme: meydana ve açığa çıkma</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sermaye: servet, varlık</td></tr><tr><td>seyyid: efendi</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>söhretperestlik: şöhret tutkunluğu</td><td>sırr-ı ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olmasının sırrı (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>tahsil: elde etme, kazanma</td><td>tahsis etmek: ait kılmak, ayırmak</td></tr><tr><td>tedricen: azar azar</td><td>tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>temâşâ: seyretme, ibretle bakma</td><td>tenevvü: çeşitlenme</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>vakıa-i hayaliye: hayâli olay (bk. ḫ-y-l)</td><td>vakıa-i temsiliye: örnek olay (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>vazife-i asliye: asıl vazife</td><td>vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görev (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>vezâif: vazifeler</td><td>zayi etmek: kaybetmek</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âlât: âletler, organlar</td></tr><tr><td>şehadet: şahidlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 
Üst