Yirminci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz

İki Makamdır
Birinci Makam

besmele.jpg


وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ فَسَجَدُوۤا اِلاَّۤ اِبْلِيسَ
blank.gif
1

اِنَّ اللهَ يَاْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً
blank.gif
2

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً
blank.gif
3

BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına karşı Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:

Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz; kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor. Çok


[NOT]Dipnot-1 “Meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblis hariç hepsi secde etti.” Bakara Sûresi, 2:34.

Dipnot-2
“Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” Bakara Sûresi, 2:67.

Dipnot-3
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)</td></tr><tr><td>ehl-i akıl: akıl sahipleri</td><td>el-Bakara: inek, dişi sığır</td></tr><tr><td>emr-i gaybî: gizli emir (bk. ğ-y-b)</td><td>feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)</td><td>hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve önemsiz hadiseler (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>ilham edilme: kalbe gelme </td><td>ilkaat: zihin çevirme, akıl çelme</td></tr><tr><td>iz’an: kesin şekilde inanma</td><td>kavî: kuvvetli, sağlam</td></tr><tr><td>musırrâne: ısrarlı bir şekilde</td><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>nükte: ince ve derin mânâ</td></tr><tr><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>sûre-i azîme: büyük sûre (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tarihvâri: tarih gibi</td><td>tavsifat: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f)</td></tr><tr><td>tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v)</td><td>umum: genel</td></tr><tr><td>vakıa-i cüz’iye: küçük ve ferdî bir olay (bk. c-z-e)</td><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td></tr><tr><td>Âdem: (bk. bilgiler)</td><td>İblis: Şeytan</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 334

yerlerde
blank.gif
1
اَفَلاَ يَعْقِلُونَ der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât‑ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”

İlham olunan nüktelerin sureti şudur:

BİRİNCİ NÜKTE

Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki,
blank.gif
2
عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hadise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:

Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı
blank.gif
3
haml dâvâsında bir rüçhaniyet vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’ân ifham ettiği misillü, “melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi” olan hadise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor.

Şöyle ki:

Kur’ân, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının


[NOT]Dipnot-1 “Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.

Dipnot-2
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-3
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık: her şeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>arz: yeryüzü, dünya</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>câmiiyet-i istidat: istidadın kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)</td><td>düstur-u külliye-i meşhude: görünen büyük ve genel prensip (bk. k-l-l; ş-h-d)</td></tr><tr><td>düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l)</td><td>ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>emanet-i kübrâ: büyük emanet (bk. e-m-n; k-b-r)</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>evsâf: sıfatlar (bk. v-ṣ-f)</td><td>fünun: fenler, ilimler</td></tr><tr><td>hadise-i cüz’iye: küçük ve ferdî olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e)</td><td>hadise-i cüz’iye-i gaybiye: görünmeyen küçük ve basit olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e; ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halife-i mânevî: mânevî halife (bk. ḫ-l-f; a-n-y)</td><td>haml: yüklenme</td></tr><tr><td>heyet-i mecmua: genel yapı (bk. c-m-a)</td><td>hidayet: doğru yola eriştirme (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve ferdî olaylar (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e)</td><td>hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>ifham etmek: anlatmak, bildirmek</td><td>ihsas: hissettirme</td></tr><tr><td>ilham olunma: kalbe gelme</td><td>imtinâ: çekinme, yapmama</td></tr><tr><td>inkıyad: boyun eğme, itaat etme</td><td>kabiliyet-i hilâfet: halifelik kabiliyeti (bk. a-d-d; ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>kanun-u umumî: genel kanun (bk. ḳ-n-n)</td><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n)</td><td>maarif: bilgiler, bilimler (bk. a-r-f)</td></tr><tr><td>melâike: melekler (bk. m-l-k)</td><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>muhit: kuşatan</td><td>musahhar olmak: boyun eğmek</td></tr><tr><td>müekkel: görevli</td><td>mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>rüçhaniyet: üstünlük</td></tr><tr><td>semâvat: gökler (bk. s-m-v)</td><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tekebbür: büyüklenme (bk. k-b-r)</td><td>tâlim: öğretme (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)</td><td>ulûm: ilimler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>şahs-ı Âdem: Hz. Âdem’in şahsı</td></tr><tr><td>şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)</td><td>şâmil: kapsayan</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 335

bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

İKİNCİ NÜKTE

Mısır kıt’ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt’ada neş’et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i’câz ile beyan eder.

Buna kıyasen bil ki, Kur’ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Mûsânın yedi cümlelerine misal olarak, Lemeat’ta, İ’câz-ı Kur’ân Risalesinde, o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur‑u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td></tr><tr><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri)</td></tr><tr><td>Sahrâ-yı Kebir: Büyük Çöl; Libya Çölü (bk. bilgiler)</td><td>bakar: sığır</td></tr><tr><td>bakarperestlik: sığıra tapmak</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cehennem-nümun: cehennem gibi</td><td>cüz: parça (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e)</td><td>ders-i hikmet: hikmet dersi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>düstur: prensip, kural</td><td>düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>felâhat: çiftçilik</td><td>feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>hadise-i cüz’iye: ferdî, belirli bir bölgeye ait olay (bk. c-z-e)</td><td>hassa: duyular</td></tr><tr><td>hâdisât-ı tarihiye: tarihî olay</td><td>ifham: anlatma</td></tr><tr><td>istidadât: kabiliyetler (bk. a-d-d)</td><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z)</td><td>kudsiye: mukaddes, kutsal (bk. ḳ-d-s)</td></tr><tr><td>kumistan: kumluk, çöl</td><td>küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası</td><td>mahsuldar: verimli</td></tr><tr><td>mefkûre: gaye, ideal, inanç (bk. f-k-r)</td><td>mergup: rağbet edilmiş</td></tr><tr><td>mevadd-ı şerire: kötü maddeler</td><td>mevki-i mübarek: mübarek mevki (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>mukkaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s)</td><td>mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>müheyyâ: hazır</td><td>mükâleme-i ulviye: yüce konuşma (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)</td><td>münkad: boyun eğme, itaat etme </td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>nev’: çeşit, tür</td></tr><tr><td>neş’et etmek: çıkmak, yetişmek</td><td>risale: kitap (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>seciye: yaratılış, karakter</td></tr><tr><td>sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)</td><td>sekene-i habise: kötü ve pis sakinler (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sevr: öküz</td><td>tarîk-i kemâlât: mükemmelleşme yolu (bk. ṭ-r-ḳ; k-m-l)</td></tr><tr><td>tazammun: kapsama, içine alma</td><td>tesbit: sağlam şekilde yerleştirme</td></tr><tr><td>teşkil: oluşturma</td><td>ulvî: yüce</td></tr><tr><td>vasıta-i ziraat: tarıma vasıta</td><td>zebh: kesme, boğazlama</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek, anlatmak</td><td>İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>“îcl” meselesi: buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun’dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 336

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً وَاِنَّ مِنَ اْلحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ اْلـمَاۤءُ وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلوُنَ
blank.gif
1

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”

Şu vesveseye karşı, feyz-i Kur’ân’dan şöyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.

Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’ân’ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, melûf ve cüz’î suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye icmâlen gösterilsin. İşte, bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm şu âyetle diyor:

Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar


[NOT]Dipnot-1 “Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” Bakara Sûresi, 2:74.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>avâm: sıradan halk tabakası</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>binâen: –dayanarak, dolayı</td></tr><tr><td>câmid: cansız, sert, katı</td><td>cüz’î: küçük, ferdî, kişisel (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td><td>feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın verdiği ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>harikulâde: olağanüstü </td><td>hidayet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hak ve doğru yola erdirmesi (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a)</td><td>hüsn-ü ifham: anlatımdaki güzellik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l)</td><td>ihtisar edilmek: kısaltılmak, özetlenmek</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>ilham edilme: kalbe gelme</td></tr><tr><td>i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)</td><td>küllî: büyük, genel (bk. k-l-l)</td></tr><tr><td>lütf-u irşad: iyilik ve bağışla doğru yola erdirme (bk. l-ṭ-f; r-ş-d)</td><td>malûm: bilinen (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>melûf: alışılmış</td><td>muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td><td>müvesvis: vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren</td></tr><tr><td>nükte: ince ve derin mânâ</td><td>tabaka-i azîme: büyük tabaka (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tahtında: altında</td><td>tasarrufât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın tasarrufları, icraatları (bk. ṣ-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>teşkil: oluşturma</td><td>umumî: genel</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu </td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âdet: alışkanlık</td><td>âdi: değersiz, basit</td></tr><tr><td>îcâz: vecizlik, az sözle çok mânâlar anlatma (bk. v-c-z)</td><td>îcâz-ı mu’ciz: mu’cizeli vecizlik; mu’cizeli bir şekilde az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. a-c-z)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 337

evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cetvelleriHAŞİYE-1 ve su damarları, kemâl-i hikmetle, o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi, o derece suhuletle köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümânaat görmeyerek, evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’ân işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu âyetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla, karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb‑ı hayatla beraber sair medâr-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli tasarrufât-ı


[NOT]Haşiye-1 Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’ân’a yakışır. İşte, birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enhârın muntazam bir mizanla zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde delâil-i vahdâniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)</td><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>azamet-i kudret: güç ve iktidarın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r)</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>cereyan etmek: meydana gelmek</td></tr><tr><td>cevelân: akma, dolaşma</td><td>delâil-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birliğinin delilleri (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>dest-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td><td>deveran-ı dem: kanın dolaşması</td></tr><tr><td>dâyelik: analık</td><td>emirber: emre hazır</td></tr><tr><td>enhâr: nehirler</td><td>evâmir: emirler</td></tr><tr><td>evâmir-i İlâhi: Cenab-ı Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın icraatı (bk. r-b-b)</td><td>ifa etmek: yerine getirmek</td></tr><tr><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td><td>intişar etmek: yayılmak</td></tr><tr><td>inâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen (bk. a-n-y)</td><td>kasavet: katılık, kalb katılığı</td></tr><tr><td>kemâl-i hikmet: mükemmel bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m)</td><td>kemâl-i inkıyad: tam ve mükemmel bir boyun eğme (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kudret-i Rabbâniye: her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti (bk. ḳ-d-r; r-b-b)</td><td>kudret-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td></tr><tr><td>masnuât-ı muntazama: düzenli bir şekilde yaratılan san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; n-ẓ-m)</td><td>medâr-ı hayat: hayat dayanağı (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td><td>mukavemet: karşı gelme, direnç</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>mutî: itaatkâr</td><td>mümânaat: engel olma</td></tr><tr><td>müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)</td><td>nazik: zarif, ince</td></tr><tr><td>nebâtât: bitkiler</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>seyyar: gezici, hareketli</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>suret-i intişar: yayılma şekli (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabaka-i muazzama: en büyük tabaka (bk. a-ẓ-m)</td><td>tahtezzemin: yeraltı</td></tr><tr><td>taksimat: bölüştürmek, paylaştırmak</td><td>tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>tavzif edilmek: görevlendirilmek</td><td>tevziat: dağıtım</td></tr><tr><td>teşkil: oluşma, meydana gelme</td><td>uyûn: pınarlar, su kaynakları</td></tr><tr><td>vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen vazife (bk. f-ṭ-r)</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td><td>zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 338

İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekvîniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

Hem
blank.gif
1
وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rû-yi zeminde, aslı sudan incimad etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisât‑ı arziye suretinde tecelliyât-ı celâliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebâtâta menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menâfi için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye emirber şeklini alıyorlar.

Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığı; belki bir Hakîm-i Kadîrin tasarrufât-ı hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla münakkaş


[NOT]Dipnot-1 “Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hakîm-i Kadîr: her şeyi hikmetle yapan sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-r)</td><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td></tr><tr><td>beyhude: boşuna, gayesiz</td><td>cereyan etmek: meydana gelmek</td></tr><tr><td>desâtir-i hikmet-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın hikmet düsturları, prensipleri (bk. ḥ-k-m; s-b-ḥ)</td><td>ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>emirber: emre hazır</td><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>hakikat-i muazzama: çok büyük hakikat, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)</td><td>haşyet: korku, dehşet</td></tr><tr><td>hikem: hikmetler (bk. ḥ-k-m)</td><td>hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâdisât-ı arziye: yer olayları (bk. ḥ-d-s̱)</td><td>ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek (bk. ḫ-y-r)</td></tr><tr><td>incimad: donma</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizam-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde işleyen düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m)</td><td>inâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y; e-l-h)</td></tr><tr><td>kalb olmak: dönüşmek</td><td>kasavet: sert, katı</td></tr><tr><td>kudret ve hikmet-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın kudret ve hikmeti (bk. ḳ-d-r; ḥ-k-m; e-l-h)</td><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahfî: gizli</td><td>memur-u İlâhî: Cenab-ı Allah’ın memuru (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>menâfi: menfaatler, yararlar</td><td>menşe: kaynak</td></tr><tr><td>mesken: ev, mekan (bk. s-k-n)</td><td>mevki: yer, konum</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>mukavemet: karşı koyma, direnç</td></tr><tr><td>murassaât: süsler</td><td>müteallik: yönelik</td></tr><tr><td>mütevaziâne: alçakgönüllülükle</td><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazik: ince, zarif</td><td>nebâtât: bitkiler</td></tr><tr><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td><td>secde-i itaat: itaat secdesi</td></tr><tr><td>sekene-i zemin: yeryüzünde yaşayanlar (bk. s-k-n)</td><td>taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>tasarrufât-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde yapılan tasarruflar, icraatlar (bk. ṣ-r-f; ḥ-k-m)</td><td>tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>tecelli: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tecelliyât-ı celâliye: Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar (bk. c-l-y; c-l-l)</td></tr><tr><td>tesadüfî: tesadüfen, rastgele</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>yekpare: tek parça</td><td>zahir: açık, görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zelzele: deprem, sarsıntı</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 339

ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san’atı, kat’î, şüphesiz şehadet eder.

İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’ân’ın letâfet-i beyanına ve i’câz-ı belâğatine: Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret üç hadise-i uhrâyı hatırlatmakla lâtif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

Meselâ, ikinci fıkrada der:

blank.gif
1
وَاِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ اْلـمَاۤء Şu fıkra ile, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevkle inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor:

Ey Benî İsrail! Birtek mu’cize-i Mûsâya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Mûseviyeye (a.s.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?

Hem üçüncü fıkrada der:

blank.gif
2
وَاِنَّ مِنْهاَ لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللهِ Şu fıkra ile, Tûr-i Sinâ’daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:

Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?


[NOT]Dipnot-1 “Taşlardan öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar.” Bakara Sûresi, 2:74.

Dipnot-2
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td></tr><tr><td>Cebel-i Tûr: Tûr Dağı (bk. Tûr-i Sînâ)</td><td>Hz. Mûsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Tûr-i Sinâ: Sinâ Dağı; Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ’ya göründüğü ve Tevrat’ı indirdiği dağ </td><td>ahz-ı misak: söz alma</td></tr><tr><td>asâ: baston, değnek</td><td>cümud: katılık, sertlik</td></tr><tr><td>fıkra: kısım, bölüm </td><td>hadise-i uhrâ: âhirete ait hadise (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşyet: korku, dehşet</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>ifham etmek: anlatmak</td><td>ihtar: hatırlatma</td></tr><tr><td>inşikak etmek: yarılmak</td><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>i’câz-ı belâğat: güzel söz söylemedeki mu’cizelik (bk. a-c-z; b-l-ğ)</td><td>kasavet: katılık, kalp katılığı</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kavm-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kavmi</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: düzenliliğin mükemmelliği (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kemâl-i şevk: tam bir istek ve arzu (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>letâfet-i beyan: ifadenin güzelliği, hoşluğu (bk. b-y-n)</td><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>medar-ı ibret: ibret vesilesi</td><td>mukavemetsûz: karşı konulmaz</td></tr><tr><td>mu’cize-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın mu’cizesi (bk. a-c-z; şahıs)</td><td>mu’cizât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın mu’cizeleri (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>münakkaş: nakışlanmış (bk. n-ḳ-ş)</td><td>münâcât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın dua ve yakarışı (bk. n-c-v)</td></tr><tr><td>müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)</td><td>nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>sürur: sevinç, mutluluk</td><td>taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b)</td></tr><tr><td>tecelliye-i celâliye: Allah’ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi (bk. c-l-y; c-l-l)</td><td>temerrüd etmek: inat etmek, karşı gelmek</td></tr><tr><td>vakıa-i meşhure ve meşhude: meşhur ve bilinen olay (bk. ş-h-d)</td><td>vuku bulmak: meydana gelmek</td></tr><tr><td>zecretmek: sakındırmak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 340

Hem birinci fıkrada diyor:

blank.gif
1
وَاِنَّ مِنَ اْلحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَار Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekvîniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevâri bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı, galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte, bu sırra işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivâyet ediliyor ki, “O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivâyette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.”
blank.gif
2
Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kabil değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi devam eder.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm şu mânâyı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:

Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâlin evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri âdi, câmid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve


[NOT]Dipnot-1 “Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar.” Bakara Sûresi: 2:74.

Dipnot-2
bk. Müslim, Cennet: 26; Müsned, 2:289, 440; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 5:381.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler</td><td>Dicle: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td><td>Fırat: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri)</td></tr><tr><td>Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)</td><td>azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td><td>cereyan: akım</td></tr><tr><td>câmid: cansız, sert, katı</td><td>enhâr: nehirler</td></tr><tr><td>esbab-ı maddiye: maddî sebepler (bk. s-b-b)</td><td>evâmir: emirler</td></tr><tr><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)</td><td>faraza: varsayalım ki</td></tr><tr><td>fıkra: kısım, bölüm</td><td>gaflet: umursamazlık, duyarsızlık (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>galiben: çoğunlukla</td><td>hakikat: gerçek, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>harikanümâ: harikalı</td><td>hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td><td>ifham: anlatma</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>kabil: mümkün</td></tr><tr><td>kasavet: katılık, sertlik</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kesretli: çok (bk. k-s̱-r)</td><td>mahrutî: koni şeklinde</td></tr><tr><td>masarif: masraflar, giderler</td><td>mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>menba: kaynak</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>muvazene: denge (bk. v-z-n)</td><td>mu’cizevâri: mu’cize gibi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td><td>müteyakkız: uyanık ve dikkatli</td></tr><tr><td>nebean etme: yerden çıkma, kaynama</td><td>nüfuz etme: içe geçme, işleme</td></tr><tr><td>rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi</td><td>tabiî: doğal (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tesadüfî: tesadüfen, rastgele</td><td>varidat: gelirler</td></tr><tr><td>ziya-yı marifet: Allah’ı tanıma ve bilme ışığı (bk. a-r-f)</td><td>âdi: basit, sıradan</td></tr><tr><td>âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)</td><td>Şems-i Sermed: Ebedî Güneş; bu tabir, her şeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır</td></tr><tr><td>şevâhid-i vahdâniyet: Allah’ın birliğinin şahitleri (bk. ş-h-d; v-ḥ-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 341

zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isâle ediyor. Hem hissiz, câmid bazı taşları böyle acip bir tarzda HAŞİYE-1 mu’cizât-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelâli gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

İşte, şu üç hakikate nasıl bir belâğat giydirilmiş, gör. Ve belâğat-i irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâğat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kur’ân-ı Hakîmin irşadî bir lem’a-i i’câzını gör, Allah’a şükret.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى وَوَفِّقْناَ لِخِذْمَتِهِ اٰمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ
blank.gif
2


[NOT]Haşiye-1 Nil-i mübarek Cebel-i Kamer‘den çıktığı gibi, Dicle‘nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nahiyesinden bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat‘ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانََ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلٰى مَاۤءٍ جَمَدٍ kat’î delâlet ediyor ki, asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki “arz” lâfzı, toprak demektir. Demek su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için, Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.

Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2
Allahım! Kur’ân’ın esrarını, sevdiğin ve râzı olduğun şekilde bize tefhim et ve onun hizmetine bizi muvaffak et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn. Allahım! Kur’ân-ı Hakîmin kendisine indirildiği zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Cebel-i Kamer: (bk. bilgiler)</td><td>Dicle: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Diyadin: (bk. bilgiler)</td><td>Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>Fırat: (bk. bilgiler)</td><td>Hakîm-i Rahîm: her şeyi hikmetle yapan, sonsuz rahmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Müküs: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri)</td><td>Van: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı </td><td>asl-ı hilkat-i arz: toprağın yaratılışının esası (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)</td><td>belâğat-i irşadiye: doğru yolu gösteren belâğat (bk. b-l-ğ; r-ş-d)</td></tr><tr><td>câmid: cansız, sert, katı</td><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td></tr><tr><td>dimağ: akıl, şuur</td><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>fennen: ilmen</td><td>hararetli: sıcak</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hilkaten: yaratılış gereği (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>ifaza: bol bol akma, taşma (bk. f-y-ḍ)</td><td>incimad etmek: donmak</td></tr><tr><td>irşadî: doğru yolu göstermekle ilgili (bk. r-ş-d)</td><td>isâle etmek: akıtmak</td></tr><tr><td>izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)</td><td>kasavet: sertlik, katılık</td></tr><tr><td>kulûb: kalpler</td><td>lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>lâfız: söz</td><td>madde-i mâyia: sıvı madde</td></tr><tr><td>makarr: merkez</td><td>mazhar: yansıma yeri, ayna (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>nur-u marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nuru (bk. n-v-r; a-r-f)</td><td>tesbihat-ı Nebeviye: Peygamberimizin, Allah’ı tesbih etme, şanına layık ifadelerle anma biçimi (bk. s-b-ḥ; n-b-e)</td></tr><tr><td>ukul: akıllar</td><td>zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)</td><td>ziya: ışık</td></tr><tr><td>zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 342

Yirminci Sözün İkinci Makamı Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

besmele.jpg


وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
blank.gif
1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)
blank.gif
2
, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


[NOT]Dipnot-1 “Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı</td><td>Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>alâmet: işaret</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>düstur: prensip, kural</td><td>ezcümle: özetle, böylece</td></tr><tr><td>fen: bilim dalı</td><td>feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)</td></tr><tr><td>garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler</td><td>havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>hayat-ı maddiye: maddî hayat</td><td>hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar</td></tr><tr><td>ibhâmen: üstü kapalı olarak</td><td>icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>iktizâ-yı makam: makamın gereği</td></tr><tr><td>istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)</td><td>itimaden: güvenerek</td></tr><tr><td>izah: açıklama</td><td>kavl: söz</td></tr><tr><td>lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)</td><td>maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)</td></tr><tr><td>mühmel bırakmak: ihmal etmek</td><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>nüve: çekirdek</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>sarahaten: açıkça</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>sır: gizem, gizli gerçek</td><td>tayyare: uçak</td></tr><tr><td>tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)</td><td>terakkiyat: ilerlemeler</td></tr><tr><td>tevfik: yardım</td><td>umum: bütün</td></tr><tr><td>vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)</td><td>âhir: son (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>şimendifer: tren</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 343

قُتِلَ اَصْحاَبُ اْلاُخْدُودِ اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنوُا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
blank.gif
1
فِى الْفُلْكِ اْلمَشْحُونِ وَخَلَقْناَ لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَايَرْكَبُونَ
blank.gif
2
HAŞİYE-1

Kezâ gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْباَحٌ اَلْمِصْباَحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍHAŞİYE-2 لاَشَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤيئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاۤءُ
blank.gif
3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


[NOT]Dipnot-1 “Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2
يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ (Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>envâr: nurlar (bk. n-v-r)</td><td>esrâr: sırlar, gizli hakikatler</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>iktifa: yetinme</td></tr><tr><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td><td>mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)</td></tr><tr><td>pişdar: öncü</td><td>remz: işaret</td></tr><tr><td>terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler</td><td>terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek, belirtmek</td><td>âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)</td></tr><tr><td>şimendifer: tren</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 344

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret‑i İdris’i (aleyhisselâm)...

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân‑ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
blank.gif
1
وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


[NOT]Dipnot-1 “Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td><td>Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>ahval: durumlar</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)</td><td>dest-i teşvik: teşvik eli</td></tr><tr><td>ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>evvel: önce</td></tr><tr><td>fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)</td><td>gayât: gayeler</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye</td></tr><tr><td>hudut: sınır</td><td>ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)</td></tr><tr><td>ittibâ: uymak</td><td>ittifak etmek: birleşmek</td></tr><tr><td>ittihaz etmek: edinmek</td><td>işmam: koklatma, hissettirme</td></tr><tr><td>kat’ etmek: aşmak</td><td>kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahzen: depo</td></tr><tr><td>mazi: geçmiş</td><td>maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)</td></tr><tr><td>menba: kaynak</td><td>mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>müstakbel: gelecek</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli</td><td>nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>pîr: önder</td><td>sefine: gemi</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tayeran: uçma</td></tr><tr><td>tazammun etmek: içine almak</td><td>teshir-i hava: havaya hükmetme</td></tr><tr><td>vâsi: geniş</td><td>vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)</td></tr><tr><td>zaman-ı mazi: geçmiş zaman</td><td>zaman-ı müstakbel: gelecek zaman</td></tr><tr><td>zikretmek: anmak, belirtmek</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 345

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

blank.gif
1
فَقُلْناَ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى اْلمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ
blank.gif
2

Kur’ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


[NOT]Dipnot-1 “[Mûsâ’ya] ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>asâ: baston</td></tr><tr><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)</td><td>evvelki: önceki</td></tr><tr><td>feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)</td><td>gâyât-ı hudud: en son sınırlar</td></tr><tr><td>halihazır: halen var olan</td><td>hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)</td></tr><tr><td>icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)</td><td>istinat: dayanma (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>ittibâ: uyma</td><td>kat etmek: aşmak, kesmek</td></tr><tr><td>kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)</td><td>kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>lisan-ı remz: işaret dili</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>meyus: ümitsiz</td></tr><tr><td>musibetzede: felâkete uğramış</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td><td>müzmin: iyice yerleşmiş, kronik</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>nihâyât: sonlar</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>remzen: işareten</td></tr><tr><td>san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)</td><td>sarihan: açık şekilde</td></tr><tr><td>tayyare: uçak</td><td>terakkiyat: ilerlemeler</td></tr><tr><td>tergib etmek: rağbet uyandırmak</td><td>tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>zemin tahtı: yer altı</td><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 346

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm hakkında
blank.gif
1
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ
blank.gif
2 وَاٰتَيْناَهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında
blank.gif
3
وَ اَسَلْناَ لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife‑i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de

[NOT]
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2
“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3
“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)</td><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)</td><td>evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler</td></tr><tr><td>fasletmek: ayırmak</td><td>fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)</td><td>hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)</td><td>lisan-ı işaret: işaret dili</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)</td><td>nuhâs: bakır</td></tr><tr><td>nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)</td><td>resul: peygamber (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)</td><td>sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>sarihan: açık şekilde</td><td>telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması</td></tr><tr><td>terakkiyat: ilerlemeler</td><td>tergib: rağbet uyandırma</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 347

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ اْلكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ
blank.gif
1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret‑i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman Aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


[NOT]Dipnot-1 “Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td><td>Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi</td></tr><tr><td>Yemen: (bk. bilgiler)</td><td>adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)</td></tr><tr><td>ahvâl: haller, durumlar</td><td>aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)</td><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td></tr><tr><td>ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)</td><td>evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>hadise-i harika: harika olay</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haşmet: görkem, heybet</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td><td>ihtar: uyarma, ikaz</td></tr><tr><td>ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td><td>inâyet: yardım (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi</td><td>kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)</td></tr><tr><td>kıtr: erimiş bakır</td><td>lisan-ı ismet: günahsızlık dili</td></tr><tr><td>lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)</td><td>medar: sebep, vesile</td></tr><tr><td>muttali olmak: haberdar olmak</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mürur-u zaman: zamanın geçmesi</td><td>müşerref olmak: şereflenmek</td></tr><tr><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nev-i beşer: insanlık</td></tr><tr><td>nuhas: bakır</td><td>raiyet: halk</td></tr><tr><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td><td>saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td><td>taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)</td></tr><tr><td>telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması</td><td>tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak</td></tr><tr><td>umum: bütün, genel</td><td>vaki: olmuş</td></tr><tr><td>âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 348

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ
blank.gif
1
deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ
blank.gif
2

[NOT]
Dipnot-1
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2
“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)</td><td>ahval: haller, durumlar</td></tr><tr><td>aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)</td><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)</td><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>ervâh-ı habise: kötü ruhlar</td><td>ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)</td><td>halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hudut: sınır</td></tr><tr><td>hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)</td><td>iktiza: gerektirme</td></tr><tr><td>istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>istihdam: çalıştırma</td></tr><tr><td>işmam: hissettirme</td><td>lisan-ı remz: işaret dili</td></tr><tr><td>men: yasaklama</td><td>mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muttali olmak: haberdar olmak</td></tr><tr><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td><td>mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>nazik: zarif, ince</td><td>nev’en: tür olarak</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah</td></tr><tr><td>remzen: işareten</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>teshir: boyun eğdirme</td><td>umur-u nâfia: faydalı işler</td></tr><tr><td>vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)</td><td>vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>ıttıla: haberi olma</td></tr><tr><td>şer: kötülük</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 349

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلوُنَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ
blank.gif
1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem
blank.gif
2
فَاَرْسَلْنَاۤ اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَراً سَوِيّاً misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


[NOT]Dipnot-1 “Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2
“Meryem’e Cebrâil’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)</td><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>beşer: insan</td><td>celb: çekme</td></tr><tr><td>celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)</td><td>celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>emvat: ölüler (bk. m-v-t)</td></tr><tr><td>ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td><td>ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>evâmir: emirler</td><td>fen: ilim</td></tr><tr><td>fevkalâde: olağanüstü</td><td>hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar</td></tr><tr><td>hizmetkâr: hizmetçi</td><td>ifrit: korkunç ve zararlı cin</td></tr><tr><td>ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)</td><td>imtizac: bileşim, karışım</td></tr><tr><td>ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler</td><td>lisan-ı remz: işaret dili</td></tr><tr><td>maskara: gülünç</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muhabere: haberleşme</td></tr><tr><td>musahhar: boyun eğen</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)</td><td>müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek</td></tr><tr><td>nihayet: son</td><td>ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>sekene: sâkinler (bk. s-k-n)</td><td>temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)</td><td>teshir: boyun eğdirme</td></tr><tr><td>tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)</td><td>tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler</td></tr><tr><td>zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td><td>şer: kötülük</td></tr><tr><td>şerir: şerliler, kötüler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 350

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْناَ الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْراَقِ 1 يَا جِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ
blank.gif
2عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
blank.gif
3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir kumandan,


[NOT]Dipnot-1 “Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2
“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)</td><td>Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>aksisada: yankı</td></tr><tr><td>delâlet: işaret etme, delil olma</td><td>eda: üslup, ifade</td></tr><tr><td>fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı</td><td>fünun-u hafiye: gizli ilimler</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşmet: heybet, görkem</td></tr><tr><td>hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)</td><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ihsas etmek: hissettirmek</td><td>iktida: uyma</td></tr><tr><td>inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)</td><td>kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)</td></tr><tr><td>müstesna: seçkin</td><td>nefer: asker</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)</td></tr><tr><td>ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)</td><td>saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>serzâkir: zikredenlerin başı</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>takarrüp etmek: yaklaşmak</td><td>tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td><td>ufkî: daire şeklinde</td></tr><tr><td>vecd: coşku</td><td>vesâil-i irtibat: iletişim araçları</td></tr><tr><td>vesâit-i muhabere: haberleşme araçları</td><td>şakirt: talebe</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 351

dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

blank.gif
1
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
blank.gif
2
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.


[NOT]Dipnot-1 “Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.

Dipnot-2
“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)</td><td>Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)</td><td>aksisada: yankı</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cebel: dağ</td><td>câmidât: cansız varlıklar</td></tr><tr><td>elsine-i mahsusa: özel lisanlar</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>harekât: hareketler</td></tr><tr><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar</td></tr><tr><td>haşmet: heybet, görkem</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)</td><td>ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)</td><td>istihdam etmek: çalıştırmak</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)</td></tr><tr><td>medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti</td><td>mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td><td>müntehâ: son</td></tr><tr><td>nevi: tür, çeşit</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)</td></tr><tr><td>sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td><td>tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td><td>teshir: boyun eğdirme</td></tr><tr><td>tuyur: kuşlar</td><td>velvele: gürültü</td></tr><tr><td>şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirminci Söz - Sayfa 352

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı
blank.gif
1
tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

blank.gif
2
قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


[NOT]Dipnot-1 bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2
“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi</td><td>Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>abd: kul (bk. a-b-d)</td><td>acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>belki: aslında, gerçekte</td><td>cünûd: askerler</td></tr><tr><td>ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)</td><td>emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)</td></tr><tr><td>emir tahtında: emir altında</td><td>esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence</td><td>eşcar: ağaçlar</td></tr><tr><td>fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)</td><td>haml: yüklenme</td></tr><tr><td>hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası</td><td>hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hizmetkâr: hizmetçi</td><td>hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş</td></tr><tr><td>iktiza etmek: gerektirmek</td><td>ismet: günahsızlık, masumluk</td></tr><tr><td>istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)</td><td>işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret</td></tr><tr><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td><td>lehviyat: eğlenceler, oyunlar</td></tr><tr><td>lisan-ı remz: işaret dili</td><td>mahiyet: özellik, nitelik</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>medar: sebep, vesile</td><td>muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>musahhar etmek: boyun eğdirmek</td><td>mutî: itaat eden</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mûnis: dost, canayakın</td><td>mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)</td><td>nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri</td></tr><tr><td>nebatat: bitkiler</td><td>nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>râm olmak: boyun eğmek</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)</td><td>suret: şekil (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)</td><td>tel-i musikî: musiki teli</td></tr><tr><td>tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)</td><td>tevdi etmek: emanet etmek</td></tr><tr><td>ulvî: yüce</td><td>şevk: şiddetli arzu ve istek</td></tr></tbody></table>
 
Üst