Rasülallah'a Mektup

ASHAB-I BEDR

Well-known member
216423_10150172702494672_696779671_6519876_2330801_n.jpg




Gel ey, güllerin efendisi!..


Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan,yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..



Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..



Gel ey!..


Önce kendine çektin, sonra mugaylan dolu beyabanlarda dermansız koyup bizi bir başımıza gittin dönmemek üzere.



Ve dudağının dokunduğu çeşmeler de gitti. Gittin ve vecd ile kendinden geçen zamanlar, sensizlik bunalımlarının gelgitleriyle kör kuyulara gömüldü.



Gittin ve tenha elvedalarda düğümlendi sevinçlerimiz; durmuş çarklara sıkışıp kaldı çığlıklarımız.


Sen gidince yanlış hesaplarında önce pazarlar kurduk köhne dünyanın, sonra köhne hesaplarıyla mezada çıkarıp aşklarımızı dünyalıklara sattık.


Gittin de savrulan umutlarımızı ektik yollarına; sabrımızın gözlerine çekilen milleri çelik masıyetlerle mıhladık.



Gerilmiş yaylarımız kepade düştü hoyrat ellerde, uykulu oyunlarda şahlarımız mat oldu; ve bileyli kılıçlarımız pas tuttu karanlık kınlarında.


Ak kor olduk... Nemrudî alevlere soktular başlarımızı, hakikat, ak kor olduk... Vurdular durmadan dinlenmeden...


Örslere konuldu başlarımız, hakikat vurdular dinlenmeden durmadan. Ağlattılar ağladıkça biz... Çeliğe su verelim diye ağladıkça ağlattılar bizi...



Heyhât!



Tutturamadık kıvamını suyun, isabet ettiremedik gözyaşlarımızın damlalarını çeliğe ve ilk çalışta kırıldı kılıçlarımız kara keçelere.


Yenildik, yorulduk, yığılıp kaldık çıkmaz sokaklarda.



Bütün sorularımızın cevapları cevapsız kaldı; bütün hayallerimizin hayali hayal oldu.



Tel tel arzulara mahkûm edildi nefislerimiz ve ruhlarımız tül tül alevlerde yandı. Gizemli bilinmezliklerimizin iksirlerini gizli dünyalara gizlediler



Gel ey!..

Hani dostların vardı, kimi aşk okuyan Kitaplar Kitabı'ndan; kimi ilham dokuyan hitaplar hitabından. Kimine köşkler düşmüştü cennetten, kimi cennette köşklere düştüydü hani.


Kiminin ateşlerine rengi düşerdi gülün de; kimi güllere rengini düşürürdü ateşin.


Kimine yıldızlar düşerdi göklerden, kiminin yıldızına düşerdi gökler ya...


Hani sen "Yıldızlarım," demiştin, "hangisine uyarsanız doğru yola ulaşacağınız yıldızlarım!.."



Sen gittin efendim ve hasretin yıldızlarını da çekti senden yana. Şimdi kim varsa yıldızlaşmaya yüz tutan, gökleri üzerine kapatıyor ehremenler.



Bizler yanıyoruz, yanmamakta direniyor gökte yıldızlarımız... Güllerimiz küle durmakta yokluğunda, sultanlarımız kula dönmekte...


Gel ey!..

Ayrılığında çoğalan alevleriyle arınalım aşkının; yanalım yandıkça ve yandıkça yanalım.



Aşk yüzünden elbisesi yırtılan da, Hak uğruna gözlerini kurutan da seni arzulamakta şimdi. Bizi kendine madem yine sensin bağlayan ve ayrılığının derdine yine sensin ayrılıkla derman olan, o hâlde gülümse bize efendim, bize gülümse.


"Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever" sırrına ermekte rehberimiz ol, tut günahkâr ellerimizden; günahkâr ellerimizden tut.


Sen ey!..

Gelsen hayallerimize bir kez...


Ve üzerine sepet sepet güller döksek biz. Gelsen düşüncelerimize bir an...


Ve baharları sersek ayağına çiçek çiçek, mevsim mevsim, ıtır ıtır...



Dolunaylar yerine doğsan dünyamıza bir vakit...



Ve zatını gündüz değilse, hayalini gece göstersen bizlere.


Girsen ansızın düşlerimize, şefkat parmaklarınla okşasan başımızı ışık ışık...


Ve ışığına düşsek pervaneler gibi; pervaneler gibi ışığına düşsek.


Gel efendim...

Bir kez doğ içimize de isterse kaybolsun dolunaylar, güneşler...



Gir gözümüze de bir nefes, isterse silinsin tûtyâlar, sürmeler...



İlham olup ak gönlümüze bir anda, isterse yitirilsin uçtan uca naatler ve gazeller,


beyitler ve dizeler uçtan uca yitirilsin isterse...


Gel efendim, dostluğuna muhtacız; umutsuz ve çaresiz bırakma çaresizlerini.


Gel yeter ki, hakkımızda verilecek her hükme razı olalım.


Gel ey, bitir bitmeyen hasretini içimizde!
Gel ey, onsuz mutluluk bulamadığımız!..
Gel ey, kendisine layık olamadığımız!..
*
Gel benim efendim, bir kez olsun dokun yüreğime, yüreğime dokun bir kez olsun...


Yüreğim kanıyor efendim, kanıyor yüreğim!..


Çığlık çığlığa beşeriyet, çiğnenmiş reyhanlar misali hep seni arıyor.


Uyandır zindanlara koyduğumuz Yusufî sevdalarımızı efendim.



Uyandır bahtını üftadelerinin...


Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtın uyanmaz mı?


Prof. Dr. İskender Pala
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
184620_10150135950035700_194968670699_8452488_1611275_n.jpg


Sevgili!

Sen gitmiştin...

Koyup bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gurbetlerine salmıştın bizi.

Yetim kaldık, öksüz kaldık ve ellerimiz kirlendi yokluğunda...

Sen gitmiştin...

Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyoruz şimdi.
Akşamlar iniyor dağlara ve hasretimiz yankılanıyor yamaçlarda.

Sevgili!

Nasıl iltica edelim sana;
huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!.

Ve duyurabilsin mi sesini!?.
Efendim, duyar mısın sesimizi?..

Sevgili!

Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde
hilal.

Biz bir bakışının dilencisi,
biz dolunay tutkunları,
biz bayramı gözleyen oruçlar.

Güzellik ordusunun hakanı sen, gam ruzigârinda gedalar biz.

Sen imrenme, biz ayıplanma.

Sen özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında küstah yoksullar.

Sen sabah yıldızlarının ışığı, biz gaflet uykusunda kervancı.

Dert ve keder denizinde çığlık çığlığayız biz,
kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa.

Çığlıklarımızı bestelere karıştırıver efendim,
düşkünlerine, savrulmuşlarına kulak ver.

İtivermezsin elinin tersiyle bizi, değil mi efendim?..

Sevgili!

Sen gitmiştin...

Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı ve sonra yok eyledik aklımızı da.

Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz mıknatıstan ayrıldı.

Sen gitmiştin...

Gönüllerimiz billur kadehler gibi çalındı sengsarlara;
ırmaklarımız mecralarında susuzluğa mahkum edildi.

Sen gitmiştin...

Çelik mermere çarptı, iradeye ateş düştü yokluğunda.
Hasretinden akıllar yitirildi efendim,
gönüller gölgelere düştü.

Kucak kucağa güneşlerimiz söndü,
dudak dudağa denizlerimiz kurudu
ve sen gitmiştin efendim.

Sen gitmiştin...

Seninle birlikte her şeylerimiz gitti.

Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı senden sonra;
kanlarımız sahralar doldurdu.

Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi,
kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularına...

Hiçbir şey kazanmadık ayrılığında, efendim,
hiç kâr elde edemedik.

Aldandık, hep aldandık.

Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik.
Dillerimiz dilim dilim edildi efendim.

Bize sevmeyi unutturdular ilkin;
sonra sevginin ne olduğunu...

Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardı artık.

Vurgunlar yedik pes pese efendim...
Ve sen gitmiştin.

Sevgili!

Sen gitmiştin...

Biricik sığınağımız, varlığımızın övüncü, yüz akımızdın.

Hayırları söyleyip gitmiştin,
biz ser işler olduk.

Uzun uzun emellere kapıldık,
kapılanıp kaldık umutların kapısında.

Yolunda yürümekten üzerimize düşen,
baş kaldırdık önce ve sonra yıkılışlar gördük hep efendim.

Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça verilen;
böğrümüzde kaldı ellerimiz.

Hanım idik halayık olduk;
bay idik köle edildik.

Sen gitmiştin...

Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler çizdiler.

Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercâyî rüzgârlara kapıldılar,
dönüşlerinin ahengini kırdılar.

Bölük bölük kadınlarımız,
grup grup erlerimiz,
demet demet çocuklarımız,
kimi güler, kimi ağlarken yitirdiler kendilerini.

Ve sen gitmiştin efendim...

Sevgili!

Hani bir aşk idin, bir güzellik idin sen, güzellikle askın kesiştiği
prizmada.

Güzelliğin cihanı gösteren bir ayna;
aşkın o aynanın cilası idi hani.

Güzelliğin olmasa efendim,
aşkı hiç bilmeyecekti cihan;
aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı.

Aşk pazarında mezat hep güzelliğine; güzellik yurdunda yollar hep aşkına
durmuştu efendim...

Ve sen gitmiştin...

Sevgili!

Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!..

Gönül yurdunda çaresizlerin çaresi, hastaların merhemiydin.

Saadetle yasamış, saadet çağını yaşatmıştın.

Suretleri ve canları iman ile sen şekillendirmiş,
"Lâ" ile "İlla"yı i'câz ile sen dillendirmiştin.

Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü;
Hüdhüdlerimizin mil çekildi gözlerine.

Artık düşmanlarımız dostlar arasında;
dostumuz düşman içinde.

Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda.

Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk...

Sana muhtacız!..

Sana en fazla muhtacız.
En fazla sana muhtacız.
Uyandır bizi uykumuzdan...

Gel ey sevgili!

Bir gelişle gel, bir gülüşle gel.

Doğ ufkumuza, sar dünyamızı, gir gönlümüze yeniden...

Sana muhtacız...

Sana en fazla muhtacız...

İskender PALA

 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
134133jahglvuh8nyy4la0.gif


Gül Medeniyetinin Müstesna Gülü

Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz

Hilkatin Fâtiha'sı, nübüvvetin hâtimesi, ins ü cinnin peygamberine selamdan sonra,

Varlık güzeline Gül diyeceğiz biz, Gül çağında ıtırlarını duymak için...

Beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Gül'den başka Gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır.

Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünki, kağıtlar renk renk, deste deste Gül'ü okur.

Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile renginin şulesinden pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri Gül kokar onun.

"Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır / Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi" der Sezai Karakoç'un ağzından Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün.

Çelikten büklümler erir Gül'ün yapraklarında.

"Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." der Mevlana. Lisan ve kalem Gül'ü hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir.

Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.

Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek.

Adına na't dediler Gül'ü anlattılar; tazarru dediler, Gül'e iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler.

Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi'raciye dizdiler şanını tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, İlahiler söylediler Gül deminde.

Na'tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için.

Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta'lik. Hamdullah'tan Hâmid'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler.

Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık olur serâpâ.

Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkum.

Nitekim kimiler Gül dediler, ömür boyu Güldüler; kimiler Gül dediler, Gül uğruna öldüler.

Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!..

Gül harflerinden Gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!..

Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; Gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.

Gül hakkında en müstesna sözleri Divan şiiri söylemiştir. Türk şairlere özgü bir tür olan Hilye'lerden siyer kitaplarına; mevlidlerden mi'raciyelere; divanlar ile her türlü mesnevilerin başında Tevhid ve münacaatlardan sonra yer alan na'tlardan düzyazı eserlerdeki hamdele ve salvele bölümlerine varasıya kadar hep "önce Gül" der kalemler.

Divan edebiyatının Gül hakkında söyleyecek sözüne hadd ü pâyân mı bulunur? O şairler ki kitapları yahut sözlerinin, en başında O'nun adını anmakla korunabileceğine inanmışlardır.

Bir divan şairinin, kendini şair saydırmak, yahut şairliğinin kanıtı olan divanını tertib etmek için yazması gereken şiirlerden biri de Gül hakkında inşad edeceği kasidesidir.

*
Hz. Peygamber'den bahseden manzumeler belli bir konu sınırlaması içinde düşünülemezler. Risalet, hicret, mucizeler, din yolunda çektiği sıkıntılar, ümmetine va'd ettiği şefaat, özel bir kıssasının anlatımı vs.

hep divan şairinin konuları arasındadır. Ancak daha da önemlisi na'tlardır ki divan şairine, Gül'e karşı beslediği duygularını dile getirme fırsatı verir.

Beşeriyetin en hayırlısına, varlığın en şereflisine karşı gösterilen bu sevgi ve saygı, şairin dilini ve yolunu aydınlatır hiç farkına varmadan, kelimelerini birdenbire güzelleştiriverir.

Bütün divan şiiri ürünleri içinde dilin en güzel ve sanatlı kullanıldığı manzumeler, yalnızca ve yalnızca na'tlardır.

Bunun sebebi, şairin içinden geldiği şekilde anlattığı Gül aşkıdır, Gül'e bende olmanın samimiyetinden kaynaklanan sanattır.

Allah'a yakınlık bakımından hiç kimse nasıl Efendiler Efendisi'ne ulaşamazsa, şair de peygamberine ulaşma yolunda kimse kendisine ulaşamasın ister.

O'nun erdiği makama nasıl kimse erememişse, O'na yol alırken de kimse şaire yetişemesin ister.

Bu şiirlerden pek çoğunun özel gün ve gecelerde okunmak üzere bestelenmesi, onların halk tabakaları arasında da Peygamber sevgisini çoğaltıcı eserler olarak yaygınlaşmasını sağlar çünki.

Evrenin en güzel Gül'üne yazılan müstakil eserler içinde en yaygın okunanı hiç şüphesiz Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi)" adıyla bilinen Mevlid'idir.

Bunu Hakanî Mehmed Bey'in Hilye'si (Hz. Peygamber'in suret ve siret güzelliklerinin anlatıldığı eser), sonra da Nâyî Osman Dede'nin Mi'râciye'si izler.

Bu üç eser de zamanla musıkî formunda okunmuş ve çağlar boyu geniş halk kitleleri tarafından sevilerek Türk kültürünü yönlendirmiştir. Na'tlar içinde Nazîm'in küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıdaki maznumeleri ile Fuzulî'nin Su Kasidesi, Nabî'nin coşku dolu dizeleri, Şeyh Galib'in müseddes tarzında yazdığı muhteşem eseri, Nef'î'nin "sözüm" redifli kasidesi ilk akla gelebilecek olanlardır.

Çok sayıda na't yazdıkları için Na'tî mahlasıyla bilinen Na'tî Mehmed, Na'tî Ahmed ve Na'tî Mustafa efendiler de Gül'e olan aşkı doruğa ulaştıran, fanilerin söyleyebileceği en müstesna sözleri söyleyen şairlerdir. Bu arada değişik şairlerin na'tlarının derlenmesiyle oluşturulmuş Nu'ût-ı Nebeviye mecmualarını da hatırlamak gerekir.

Na'tların gazel tarzında yazılanları da vardır elbet. Bunlar genellikle vezin yönlendirmesiyle şekil bulan ve 4 mefâîlün kalıbıyla yazılıp "...yâ Rasûlallah" redifiyle sona eren gazellerdir.

Bu tür na'tlar içinde Zekâî Mustafa Dede'nin,

Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ Rasûlallah
Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ Rasûlallah

beytiyle başlayan kısa na'ti gibi manzumeler XVII. yüzyıldan itibaren sıkça görülür. Leyla Hanım'ın,

Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ Rasûlallah
Bize sûy-ı cinâne reh-nümâsın yâ Rasûlallah

dizeleriyle başlayan na'ti, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in,


Ser-i kûyunda kemter hâk-i râhım yâ Rasûlallah

Nesîb-i âsitânındır penâhım yâ Rasûlallah
ve Musahip Mustafa Paşa'nın,

Hevâ-yı nefse cânım mübtelâdır yâ Rasûlallah
İşim hep çcümleten cürm ü hatâdır yâ Rasûlallah

matlalı gazelleri bu tür na'tların en ünlüleridir.

Gazel tarzında olup hakkında menkıbevî rivayetler de bulunan bir şiir de Nabî'nin na'tıdır.

Onun hac seyahatinde Medîne'ye varmak üzereyken söylediğine inanılan ve şehre girdiği esnada Mescid-i Nebevî müezzinlerinin hep bir ağızdan kerameten okudukları menkıbevî üslupla anlatılan şiir şu beyitle başlar:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı İlahî'dir makâm-ı Mustafâdır bu

*
Bütün bunların dışında, Gül'den bir vesile ile bahsedecek olan şair için ilk başvurulacak kaynaklar, mucizelerdir.

Efendiler Efendisi'ni hastalıkların devası, cennet yolunun klavuzu, Allah'ın Habîbi olarak gören şair, O'ndaki beşeriyet kadar nebeviyeti de söz konusu etmekten hoşlanır; yüceliğini dile getirmek için sık sık mucizelerden bahseder. Fenâyî'yi dinleyelim mesela:

Et kıyâs parmaklarından mu'cizâtın gayrı bes
Çeşme akdı her birinden eyleyip şakku'l-kamer

Demek ister ki: "Sen O yüce peygamberin mucizelerindeki ihtişama bak ki, yalnızca parmakları bile her birinden çeşmeler akıttı, ve şehadet parmağıyla ayı ikiye böldü."

Hudeybiye'de Ashâb'ın çok susadığı bir anda Efendiler Efendisi son tastaki suya bir elini sokup diğer elinin beş parmağından beş çeşme gibi su akıtmış ve ashab hem abdest alıp hem kana kana içmişlerdir.

Keza Mekke müşrikleri kendisinden mucize istedikleri vakit şehadet parmağıyla işaret edip ayı ikiye yarmıştı, hani İslam tarihleri ve siyerlerin şakku'l-kamer diye zikrettikleri mucize.

Şair Gül'ün yalnızca parmaklarından sadır olan mucizelerinin bu derece büyük olduğunu, diğerlerine sıra gelirse anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ancak bu kadar güzel anlatabilir değil mi?!...

Divan şairi Gül'den bahsedeceği zaman O'nu eşref-i mahlûkât, cihan bağının nadide çiçeği, varlığın evveli ve âhiri, şefaatin kaynağı, mahşer gününün efendisi, ahsen-i takvîm, güzel ahlakın tamamlayıcısı gibi sayısız vasıfları bir anda sıralayıverir.

Bütün amaç Gül'den şefaat istemektir ya hani, bunun için sık sık O'ndan bahseden âyetlere ve kudsî hadislere müracaat eder.

Bu durumda ayetler genellikle şiirdeki vezin zaruretini de beraberinde getirir ve tamamı yerine bazı ibareler şeklinde zikredilir.

"Ahsen-i takvîm, kaabe kavseyn ve ev ednâ, leamrük, lî-maallah, Kâf u Nûn, Tâhâ ve Yasîn, mâ zâğa'l-basar, Sidre ve müntehâ, rahmeten li'l-âlemîn, tarfetü'l-ayn" gibi ibareler bunlardandır. Şu beyit Nesîmî'ye aittir:

Vasfını "Ve'n-Necmi" "Ve'ş-şemsi" "Tebârek" söyledi
Şânına "Tâhâ" vü "Yâsîn" geldi Hak'tan beyyinât

Hz. peygamber'den bahseden hadisler de zaman zaman divan şairlerinin konuları arasına girer. Bunlardan en ünlü olanı "levlâke levlâk" sırrını taşıyan hadis-i kudsîdir.

Bunu "ene efsah" ve "medinetü'l-ilm" gibi ibarelerin geçtiği hadisler takip eder. Beyti Şeyhülislam Yahya'ya söyletelim:

Sana mahsûs lutfudur Hakk'ın
Tâc-ı "Levlâk" u taht-ı "Ev ednâ"

Gül'ün şanı söz konusu olunca tasavvufî divan şairlerinin en ziyade andıkları kelime "muhabbet"tir. O ünlü beyitte olduğu gibi:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl

Ebced geleneği bile Gül hakkında abidevî bir beytin doğmasına kapı aralamıştır:
Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir

Anınçün âşıkın zikri "amân"dır yâ Rusûlallah

"Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Buradan âşıkın "amân!" diye her haykırışında aslında Hz. Peygamber'i anmak istediğinin söylenmesi ne kadar da şairane bir buluştur.

Hezâr gıbta!..
*
Burada divan şairinin iman cephesinden İslam'ın varlık sebebi olan Gül'e bakışındaki genel kabulleri vermeye çalıştık.

Şimdi en başa dönelim ve bir Gül olarak, Gülde bir remz olarak, teri Gül kokan, yüzünde Gül, ağzında gonca görülen Efendiler Efendisi'nden Güle yansıyan ilham dolu birkaç beyit ile sözü tamamlayalım.

Böylece bütün Türk coğrafyasını doldurarak bir aşka dönüşen Gül medeniyetinin aslında bir iman ve aşk medeniyeti olduğunu anlayalım.

Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu ve o Fuzulî idi:

Suya versin bâğbân Gülzârı zahmet çekmesin
Bir Gül açılmaz yüzün teg verse bin Gülzâre su

Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu; o dahi Sultan Ahmed idi:

Nola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rüsülün
Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün

Ve sultanın mürşidi -ki adına Hüdâyî denir- her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:

Gül ağlama Gül bize
Ele diken Gül bize
Gül olanın yüzünde

Gül açılır Gül bize
Ve bugün biz, bir çağa geldik, Gül için feryâdlar çağına:

Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler

Şikayet değildir kasdımız Gül'e, cür'etimiz içimizin yanışından.

Gülistanlarda savaşlar var bugün Gül'üm ve bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor artık.

Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik.

Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı.

Ebedî Gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm?!..


Prof. Dr. İskender Pala
 
Üst