Allah Resûlü'nün Duâ İklimi

mihrimah

Well-known member
Duâ, bir ibadettir, duâ kulluğun özüdür, duâ Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Zaten, Allah (cc) da
“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!” (Furkan, 25/77)​


buyurmuyor mu? ve
“Duâ edin kabul edeyim”(Mü’min, 40/60)​

diyen de bizzat kendisi değil mi?
Duâ, Allah (cc)’la kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile, kulun düşüncesinin Rabbe takdim edilmesi şeklidir duâ. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Kadîr-i Mutlak’tan ister; işte bu isteğin adıdır duâ. O, helezonlar hâlinde kuldan Rabbe yücelen tatlı bir nağmedir ta arşa kadar...
Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen duâ, ger-çekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duâsız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baş-tan sona kadar duâdan ibarettir. Duâ, Rıza-i İlâhî’nin şifresi ve cennet yurdunun da anahtarıdır. Yine duâ, “abd”den Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rab’den “abd”e inen rahmet simgesidir498. Daha doğrusu o, Allah (cc)’la kul arasında o-lan münasebetin tam odak noktasıdır. Duâ, bir cihetten ibadet, bir başka cihetten imkân âlemi ile lâhût âlemini birleş-tiren ulvî bir miraçtır. İnsanı merdiven merdiven Hakk’a yücelten mukaddes bir miraç..!
Rahmet elinin üzerimizde dolaşması, duâ sayesindedir. Duâ, aynı zamanda gazabın da paratoneridir. Evet, hakkımızda rahmeti ve rızayı celp, gazap ve öfkeyi def edecek olan müessir bir ubudiyettir duâ. Çok defa beşer imkânının tükendiği noktada duâ şuuru keşke tâ baştan olsa! başlar. Haddizatında, ona başlangıç ve bitiş noktası tesbit etmek, ya yoktur veya imkansızdır. Çünkü, duâdan müstağni olacak bir ânı yoktur insanın. O hâlde kul, kendisinden tecellileriyle bir ân dûr olmayacağı Rabb’ine, duâdan da bir ân dûr olmaması lâzımdır. Zira, Rabbin kapısına duâ ile varılır, o kapıda duâ ile konuşurlar ve rahmeti hakkımızda sağnak sağnak celbeden de duadır.
Bize bakan yönüyle duâ, istemektir. Biz maddî mânevî ihtiyaçlarımızı isteriz Rabb’imizden. Ne var ki, çok defa istediğimiz şeyi de, isteme şeklini de bilemeyiz, bilemeyiz de istemede bile sû-i edebde bulunuruz Zât-ı Zülcelâl’e karşı. İstenilen şeyleri, Mutlak İrade sahibinin iradesi istikametinde görmek istemeyip, kendi arzumuz istikametinde diler dururuz. Bundan dolayı da her istediğimizin âcilen yerine getirilmesini, yerine getirilmeyen arzularımızın da reddedildiğini düşünerek me’yûs oluruz. Daha açık bir ifade ile, mutlak iradeyi, her zaman kendi cüz’î irademizin peyki olarak görmek isteriz. Bütün bunlar, duâ âdap ve terminolojisine zıt olan şeylerdir. Bu niyetle yapılan duâlar, Allah (cc)’la kul arasında râbıta olmaktan çok uzaktır. Onun âdap ve erkanına riayet ise, icabete vesile olacak şartlardan birisi, belki de en birincisidir.

Duâ, bazan ciddî bir istek ve iştiyak halinde sırf bir mülahaza olarak kalpten yükselir. Bu durumda kul, hiçbir şey söylemez. Belki dudakları bile kıpırdamaz; ama, O Allâmü’l-Guyûb’un, hâline nigahbân olduğunu bilerek, tam bir tevekkül içinde bulunmaya çalışır ve bulacağını bulur. Tıpkı Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı andaki durumu gibi. Bütün imkânların kesildiği ve sebeplerin sükût ettiği bu noktada:
“Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmet ol (İbrahim’i yakma)” (Enbiyâ, 21/69​

) ilâhî fermanı ona hiç umulmadık şekilde medet kaynağı olmuştur.

Kalpteki duyguların, lisan yoluyla Rabbe ulaştırılması; bu da duânın ikinci bir şeklidir. Burada kul, sadece hâlini arzeder, fakat isteğini dile getirmez. Bazen de, hem halini arz eder hem de isteğini dile getirir. Kur’ân, peygamber duâlarından her ikisini de misâl olarak seçmiştir ki, birinciye Hz. Eyyûb Aleyhisselâm’ın:
“Ya Rabbî! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhîminsin” (Enbiyâ, 21/83)​


duâsıyla, Hz. Yûnus Aleyhisselâm’ın:
“Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Hakikat ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiyâ, 21/87)​


duâsı gibi.. ikinci duruma da Hz. Zekeriyâ Aleyhisselâm’dan misâl verilmiştir ki, O da, Rabb’ine:
“Ey Rabbim! Bana yüce katından temiz bir nesil bağışla. Muhakkak ki Sen duâları işiticisin” (Âl-i İmran, 3/38)​

diyerek duâda bulunmuştu.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in, duâ mevzûu üzerinde ısrarla durması ve yapılacak duâları Efendimiz’e bizzat ta’lim buyurması, mes’elenin ehemmiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Böyle olmasaydı, Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce âyet-i kerime ile, duâ mes’elesi üzerinde ısrarla durur muydu? Bunun dışında, Efendimiz’den rivayet edilen, yüzlerce, hatta binlerce hadîs-i şerif de duânın ehemmiyeti hakkında hem tahşidat yapıyor, hem de hayatın her faslında, yapılması gereken duâları bu ümmete ta’lim buyuruyor. O halde insan, duygu ve düşüncelerini birer istek halinde takdim ederken, bunu en iyi şekilde ifade etmek ve az sözle çok mânâ dile getirmek ister ki, bu hususta da ona en büyük yardımcı da başta Kur’ân-ı Kerîm, ikinci derecede de Hadîs-i Şeriflerde öğretilen duâlardır.
Öyledir, çünkü, bize istemeyi veren Zât, o duâlarda nasıl isteyeceğimizi de öğretmektedir. Kendisine en güzel ve en müessir duâlar öğretilen de, hiç şüphesiz Allah Resûlü’dür. Zira, duâ ile kapısı çalınan Zât’ı en iyi bilip tanıyan O’dur.

O, bir istikamet insanıdır. Zâten kulluk da istikamet demektir. Cenâb-ı Hakk:
“Bana kulluk edin. Müstakim yol budur” (Yâsin, 36/61)​

derken bu hakikata işaret buyurmaktadır. Allah Resûlü’nün bütün hareketlerinde, bir ölçü ve denge vardır. O, cihanı fethedecek orduları şuraya-buraya sevkederken, bir karıncayı dahi incitmeme prensibini de her zaman korumuştur. Hep sebeplere tevessül etmiştir; ama duâyı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir.
Gece-gündüz münacaat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah’ın hayatına baksın! Baksın ve insanlık, duânın ne demek olduğunu, duâ etmenin âdâbını ve duânın, insana maddî-manevî kazandırdıklarını görsün, görsün ve ibret alsın.
Yüzlerce insan, Efendimiz’in duâlarını bir araya getirip, duâ mecmuaları te’lif etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk, böyle bir lütfu, şu satırların yazarından da esirgemedi.. zaten o esirgemez! “Mecmuatü’l-Ed’iyyeti’l-Me’sûre” adı altında, Efendimiz’in duâları bir araya getirildi. Mümkün mertebe, bu eser ebat olarak küçük tutulmaya çalışıldı. Bu mini esere bakanlar dahi göreceklerdir ki, duâda dahi Allah Resûlü’ne ulaşmak mümkün değildir. Sanki O, hayatının her ânını duâ ile geçirmiş gibidir. Bir insan, başka hiçbir iş yapmasa ve sadece duâ etse, onun bir ömrü dolduran duâsı, ancak Allah Resûlü’nden mervî duâlar kadar olabilir...
Allah Resûlü, duâlarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştür. Duâ, O’nun dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efganıydı. O, bir an dahi duâsız olmamış, dudaklarını ıs-latan bu kevser dolu kadeh, hiçbir zaman elinden düşmemişti. Aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı; fakat ibadet ve duâda da eşimenendi yoktu.
Sahâbe de bir ibadet topluluğuydu. Ancak O’nunla yürümeye kalktıkları zaman dökülüp kalırlardı. O dökülüp kalanlara kıtmirin ruhu feda olsun O ise yorulma nedir bilmeden hep yürürdü. Çünkü Allah (cc), O’nu hep ileriye doğru yürüsün ve hep önde bulunsun diye yaratmıştı. Mi’rac’da Cibrîl bile O’nunla yürümeye kalkmış da, nihayet bir noktadan sonra onun da dermanı kesilmişti.. kesilmişti de “Yürü ya Resûlallah! Top senin çevgân senin” demişti.. evet O adetâ meleklerle maraton yapan bir insandı.
O, ibâdet şuurunun ve duâ burcunun en zirvesindeydi. Allah (cc)’ın büyüklük ve azametini en yüksek ufuklardan seyrediyor, varidatla dolup taşıyor ve doyma bilmeyen ma’sûm bir hırsla: diyor ve Rabb’ini tam bilememekten o bilememe gerçek bilmektir- ki, Hz.Ebu Bekir (ra) : “Anlamaktan aciz olduğunu anlamak, işte hakiki idrak budur.” Dert yanıyor.. ve “hel min mezid” diyordu kendi kudsî ufkuna göre..

1. Duâlarından Bir Demet

O’nun bütün duâlarını, burada ele alıp inceleyecek değiliz. Zaten biz bu mevzuya da sadece Allah Resûlü’nün duâdaki büyüklüğüne bir işaret olsun diye temas ettik. Şimdi O’nun binlerce duâsından birkaç nümûne zikredip bu mevzûyu noktalamak istiyorum.

a. Uykudan Önce
Uyku ölümün küçük kardeşidir499. İnsan uykuya girerken bu şuur içinde girmelidir. Zira bu göz kapayış, onun için dünyaya ait bir son da olabilir. Öyle ise gafletle değil de yatağa uyanık ve dikkatli girmelidir.
Allah Resûlü yatağa girmeden evvel şunları okurdu: Bakara sûresinin başı ve son üç âyeti500. Âyet’el-Kürsî,501 Yâsîn sûresi,502 Secde sûresi,503 Mülk sûresi,504 sonra üçer defa olmak üzere İhlas ve Muavvizeteyn sûrelerini ve bir defa da Kâfirûn sûresini okur;505 sonra da ellerini birleştirerek avucuna üfürür ve ellerini vücudunun ulaşabildiği her noktaya sürerdi506. Daha sonra da birçok duâ okurdu ki, zikri uzun süreceğinden biz bunları yukarıda ismini verdiğimiz esere ve daha başka duâ mecmualarına havale ediyoruz. İsteyen, o duâların neler olduğunu oralardan bulup öğrenebilir ve hayatlarını o dualarla nurlandırırlar.

b. Yatağa Girdiğinde
Yatağına girdiği zaman 33 defa Sübhanallah, 33 Elhamdülillah ve 33 (Bir rivayette 34) Allahuekber der ardından da birçok duâ okurlardı507. Bu duâlardan birisi de şudur: “Allahım kendimi Sana teslim ediyor, yüzümü Sana çeviriyor ve işlerimi Sana havale ediyorum. Hem korkarak hem de ümit ederek sırtımı Sana dayıyorum. Senden ancak yine Sana sığınılır, başka sığınak yoktur. Allahım indirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Nebî’ye îmân ettim. (Peygamberin kendi peygamberliğini tasdik etmesi şarttır.) Allahım kullarını dirilteceğin o gün, beni azabından koru. Ben, ancak Senin adınla ölür yine Senin adınla dirilirim.”508 Sağ elini başının altına koyar, dizlerini hafif kıvırır ve sağ tarafına doğru yatardı509. Bu kalkmak için bir yatmaydı. Zira O, hep gece kalkmanın heyecanını yaşardı.

c. Teheccüde Kalktığında

Teheccüd namazı için kalkışını da şu duâ ile süslerdi: “Allahım Sana hamd-olsun. Sen semâları, yeri ve içindekileri ayakta tutan ‘Kayyûm’sun. Sana hamdolsun. Sen semâların, yerin ve içindekilerin hakiki sahibi olan Melik’sin. Ve Sana hamdolsun, Sen semâların, yerin ve içindekilerin Nûrusun.”510
Gecenin yarısında bu duânın okunması çok mânidardır. Semâ bütün ihtişam ve görkemiyle gecede gözükür. Yıldızlar ışıl ışıl göz kırpar ve oralardan insanın gönlüne neler neler akar gelir. Yeryüzü de aynı âhenge dilbestedir. Ve işte ihtişam, debdebe ve ahenk içinde, gökyüzünü ve yeryüzünü ayakta tutan Allah (cc)’a, bu duâda hamdedilmektedir.
“Kayyûm” çoklarına göre, İsm-i A’zam’dandır. Efendimiz Cenâb-ı Hakk’a hamdederken, çok defa bu ismin cilve ve tecellilerini şefaatçı yaparak hamdetmektedir.
Mülk de Milk de Allah (cc)’ındır. Öyle ise Melik de Mâlik de yalnız O’dur.
O’ndaki şu ahd ü peymanâ, şu sadakata bakın ki, iki-üç saat evvel ahd ü peymanını yeniledi, uykuya girdi. Kalkarken de ilk iş olarak yine ahd ü peymanını yeniliyor. Çünkü uykuda gezip dolaştığı âlemlerden, şehadet âlemine yeni dönmüştür ahd ü peymanın da yenilenmesi gerekir.
Ardından da aynı duâyı şu şekilde devam ettirir: “Sana hamdolsun, Sen Hakk’sın. Va’din haktır. Sana kavuşmak haktır. Senin sözün haktır. Cennet de, cehennem de haktır. Nebîler ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm haktır. Kıyamet günü de haktır.
Allahım Sana teslim oldum. Sana îman ettim. Tevekkülüm Sana’dır ve bütünüyle Sana yöneldim. Yalnız Sen’in inâyetinle mücâdele ettim, yalnız Sen’in hakemliğine başvurdum. Sen benim geçmiş ve gelecek hatalarımı bağışla. (Gelecekte bana günah işletme ve benim için günah kapılarını kapat). Gizli işlediklerimi de açık işlediklerimi de affet. Ve bunlardan da öte Sen’in benden çok daha iyi bildiğin günahlarımı da bağışla. (Çünkü ben kalbimden geçeni bilebilirim; fakat sır, hafî ve ahfamdan geçenleri bilemeyebilirim. Eğer ben bilmeden bu duygularımda bir kopukluk oldu ise, Sen ondan dolayı da beni affet). Öne geçiren de geride bırakan da Sensin. Senden başka İlâh yoktur. Havl ve kuvvet sadece Allah’ındır.”511
“Hakk” deyince “mutlak zikir, kemâline masruftur” gerçeğine binaen akla ilk gelen Allah (cc)’tır. Ve Efendimiz, Hakk olan Allah (cc)’tan gelen her şeyin, hak olduğunu, bu duâsında gürül gürül dile getirmektedir.
Yatmadan evvel teslimiyetini Cenâb-ı Hakk’a arzetmişti, daha uykudan kalkar kalkmaz yine teslimiyetini arz ve îmanını ilân ediyor.. ediyor ve bir yeni hayata böyle bir îman ile böyle derin bir teslimiyet şuûruyla başlıyor. Ve, bu duâsını O, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” diyerek bitiriyor. Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın güç ve kuvvetine dehâlet etmezse, omuzuna yüklenen ağır yüklerin altından kalkamaz; îman, tevekkül, teslimiyet, hep Allah (cc)’ın dilemesiyle olur. O dilemedikçe ve yardımcı olmadıkça, kim O’nu bulup, O’na vasıl olabilir ki? Öyleyse herkes, kendi seviyesi ölçüsünde, Allah (cc)’ın havl ve kuvvetine sığınmak zorundadır.
Efendimiz, bu duygu ve düşünce içinde, işte böyle manevî bir atmosfer meydana getirdikten sonra, namaza duruyor ve gecenin siyah zülüfleri, O’nun gözyaşıyla ıslanıyordu.
O, bilhassa tek başına kıldığı nâfile namazlarda, duâyı çok yapıyor ve namazı da uzattıkça uzatıyordu512. Namaza durunca Fâtiha’dan önce şu duâyı okuyor.. zaman zaman daha başka ilavelerde de bulunuyordu: “Allahım Sen’in ihsân ettiğine mâni olacak yoktur. Sen’in mâni olduğuna da lütfedecek yoktur. Sen’in verdiğin hükmü ne geri çevirebilecek ne de değiştirebilecek yoktur. Sana karşı, hiçbir şeref sahibine şerefi fayda vermez.”513
Bu duânın arkasından ilâveten bazen şunları okurdu: “Allahım benimle günahlarımın arasını, doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır.”“Allahım beyaz elbisenin kirlerden temizlendiği gibi Sen de beni günahlardan temizle.”514
Bunlardan sonra da “Sübhâneke”yi okur ve bunca tesbih ve takdisten sonradır ki, Fâtiha’ya geçerdi. Gerçi daha Allah Resûlü’nün, bu arada okuduğu birçok duâlar vardır ama, biz, yine okuyucumuzu, duâ macmualarını tetkike havale ediyor ve bu kadarla yetiniyoruz.

d. Sabah Kalkınca

O’nun sabah olunca dudakları şu duâ ile ıslanırdı: “Allahım ben, şunu ikrar ederek sabahladım; Seni, arşının hamelelerini, meleklerini ve bütün mahlûkâtı şahid tutuyorum ki, Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah’sın ve Muhammed Aleyhisselâm Senin kulun ve resûlündür.”515
Şahid tutuyor ve onları konuşturuyorum. Ağaçların hemhemesini, yaprakların demdemesini, suların şırıltı, şakırtı ve çağlamasını, kendi şehadetime katıyor, senfoniden yükselen bir ses gibi gürül gürül bütün bunları sana takdim ediyorum.
Efendimiz’in bu takdimi, şuûr ve idrakinin vüs’ati, derinliği ve hakla olan münâsebeti ölçüsündedir. Aynı cümleleri söylemiş olsa da bir başkası aynı keyfiyeti aynı derinliği yakalayamaz.
Efendimiz, bütün varlığı, husûsiyle Allah (cc)’a en yakın melekleri ve varlığa nezaret eden sekene-i semavatı kendisine şahid tutmakta.. ve Cenâb-ı Hakk’a takdim edeceği hamdini, onların soluklarına katıp öyle takdim etmektedir. Biz, Efendimizin duâsına, meleklerin soluklarıyla girmesinden şunu anlıyor ve şunu hissediyoruz ki, büyüklerin kapıları çalınırken, evvela tokmağa dokunacak bir el aranmalıdır.. O’nun içindir ki, büyük feraset adamı Hz. Ömer (ra), Medine’de kıtlık olunca, Hz. Abbas (ra)’ı elinden tutup bir tepeye çıkarmış ve o elleri havaya kaldırarak duâ etmişti.. Duâsında da şöyle yalvarmıştı: “Allahım şu Sana kalkan eller, Senin Habibinin amcasının elleridir. Bu el hürmetine yağmur ver!” Ve daha el aşağıya inmeden şakır şakır yağmur inmeye başlamıştı.516 Bu bir Ömer (ra) ferasetidir ve dersini, Efendimiz’in duâsına ve yakarışlarına meleklerin soluklarını katmasından almıştır.
Asrımızın Büyük Çilekeşi de aynı şuûrla şöyle duâ eder:
“Allahım, günahlar dilimi tuttu, ma’siyetimin çokluğu beni hacil etti. Ve ben, Senin rahmet kapını, Şeyh Abdülkâdir Hazretleri’nin sesi ve soluğu ile çalıyorum..”517
Allah Resûlü’nün sabah yaptığı duâlar arasında şu da vardır: “Ey semâvât ve yeri yaratan, gayb ve şehâdet âlemini bilen, celâl ve ikram sahibi Allahım. Sana şu dünya hayatında bağlılığımı ilân ediyor ve Sen’i buna şahit tutuyorum, Sen şahit olarak yetersin.”518
Bu duâda “Fatır” isminin kullanılması mânidardır. Çünkü aynı kelimenin müradifi olan: gibi kelimeler de vardır. “Fatır” denmekle şu ma’nâlar kasdolunmuştur:“Gökleri ve yeri fıtrata göre yaratan, onları fıtrat kanunlarına açık hâle getiren Sensin. Bu fıtrat kanunları içinde, tıbbın, fiziğin, kimyanın, astrofiziğin, astronominin, hep kendilerine göre kanunları vardır. Sanki her sabah bu kanunlar yenileniyor ve varlığa açık hale geliyorlar. Bunlara, bu düzeni ve bu temiz çehreyi veren Sensin!”

e. Akşam Olduğunda

Güneş doğarken, sabahın ilk vakitlerini bu ve benzeri yüzlerce duâ ile süsleyen Allah Resûlü, güneş batarken ve ortalığa karanlık çökerken de şu duâyı okur.. okur da, âdetâ bu dualar O’nun gündüzünün, gecesinin güneşi olurdu. Efendimiz’in geceleri de, gündüzleri kadar aydındı. Duâlar, O’nun gecesinin semâsında âdetâ nurlu kandillerdi. Ve O, bu kandilleri yakmayı hiç mi hiç ihmal etmezdi: “Allahım, Sen’den başka ilâh olmadığına birliğine ve şerîkîn olmadığına ve Hz. Muhammed (sav)’in Sen’in kulun ve Rasûlün olduğuna, Sen’i, hamele-i arşını, meleklerini ve bütün mahlûkâtını şahit tutarak ak-şamladım.”519
O’nun namazının her rüknü, Arşa yükselen nûrânî bir merdiven gibidir. Onun basamakları da duâdan inşa edilmiştir.
Namaza hazırlık safhasında teşekkül eden nûrânî atmosferin de, namaz içindeki nûrâniyetle sıkı bir münasebeti vardır.
O, helaya girerken duâ ederek girer, çıkarken duâ ederek çıkar. Abdeste başlarken yaptığı bir duâ, uzuvlarını yıkarken de yaptığı ayrı duâlar vardır. Abdest almayı tamamladığında, yine ayrı duâlar okur. Ezandan sonra okuduğu bir duâ vardır. Namaza başlayacağı sırada da ayrı bir duâ, mescide giderken, içeriye girerken, mescidden çıkarken hep okuduğu duâlar vardı.
Namaza durunca, hemen iftitah tekbirinden sonra duâ okur. Rükûsunda, secdesinde, kıyamında, iki secde arasında, oturduğunda, selâm verdikten sonra ayrı ayrı duâları vardı ve Allah Resûlü, elden geldiğince bu duâların hiçbirini ihmal etmezdi...

f. Namazın İçinde

İftitah tekbirinden sonra: “Ben yüzümü yeri ve gökleri yaratan Zât’a, O’ndan başka her şeye sırt dönerek ve O’na teslim olarak çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim. Muhakkak ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hep Âlemlerin Rabbi olan Allah (cc) içindir. O’nun şeriki yoktur. Ben bununla emrolundum. Ve ben müslümanlardanım. Allahım Sen Melîksin. Senden başka ilah yoktur. Sen, benim Rabbimsin, ben de Senin kulunum. Ben nefsime zulmettim. Günahlarımı itiraf ediyorum. Sen, benim bütün günahlarımı affet. Senden başka günahı affedecek yoktur...”520
Ve, rükûda okunan duâlardan biri: “Allahım Sana rükû ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliklerim, kemiğim ve sinir sistemim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş ve itaat etmiştir.”521
Rükûdan doğrulunca (Kavemede): “Allahım, hamd Sana mahsustur. Semâvat, yer ve ikisi arasını dolduracak kadar hamdolsun Sana. Ve bundan sonra dileyip (yaratacağın) her şeyin dolusu kadar Sana hamdolsun...”522
Secdede: “Allahım, Senin için secde ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana secde etti. Takdir edenlerin en güzeli Allah ne yücedir. Allahım benim günahlarımın hepsini, küçüğünü, büyüğünü, evvelini, âhirini, gizlisini, açığını, hepsini affet...”523
Bir insan ibadetin dışında neler yapar? Yer-içer.. yatar-kalkar.. güler-ağlar.. üzülür-sevinir.. evlenir, çocuk sahibi olur.. yeni bir elbise giyer.. yolculuğa çıkar veya yolculuktan döner.. cihad eder, savaşır, savaştan döner.. birinden acı veya tatlı bir haber alır.. sevdiği bir dostuyla karşılaşır.. hastalanır, hastalıktan kurtulur.. uyur.. sevindirici veya korkulu bir rüya görür ve daha yüzlerce iş yapar, yüzlerce hâle girer. İşte Allah Resûlü, böyle durumların hemen her birinde, o hâle mahsûs olmak üzere duâ okur ve beşeriliğini böylece âdetâ lâhûtîleştirirdi.
Bir de insanın kendi dışında cereyan eden hâdiseler vardır. Bu hâdiseler, onu dolaylı olarak ilgilendirmektedir. Meselâ, kıtlık, kaht u galâ, yağmursuzluk, yangın, sel, kasırga gibi bütün âfetler, doğrudan ferde mahsus zararları olmasa bile, dolayısıyla yine zarardırlar. İşte hem cemiyetle bütünleşme hem de bu durumlarda Rabbe yönelme adına, Efendimiz’in okuduğu duâlar.
Ayrıca Ehl-i Beyt kanalıyla geldiği için, sünnî imamlar tarafından pek iltifat görmeyen; fakat bütün büyüklerin kendilerine vird edindikleri ve okumayı asla terketmedikleri Cevşen.. evet, Cevşen’e bakan bir insan, Allah Resûlü’nün duâdaki derinliğini orada çok daha net görebilir.
Sözün başında dediğimiz gibi, Allah Resûlü’nün duâlarını aktarma gayesiyle bu mevzuya girmedik.. maksadımız, duâda dahi, O’nun eşimenendi olmadığını ve hayatının her ânını duâ ile geçirdiğini göstermek idi. Elbette ki, o duâların hepsine bakmadan, bu neticeye hakkalyakîn muttali olmak mümkün değildir. Fakat bir fikir vermesi bakımından, o duâların binde birkaçını sunmaya çalıştık. Bizim yaptığımız, su sızıntısının, su menbaına delil olması şeklinde kabul edilmelidir.
Evet, tasdik ediyor, inanıyor ve îman ediyoruz ki, hiçbir faziletin, hiçbir bölümünde O’nun eşimenendi yoktur. Ve, O, bütün yüce hasletlerin en zirvesinde bir zirve insandır. Biz de bu eserin ta başından buraya kadar, bu îmanımızı isbata ve yenilemeye çalıştık. Kusur varsa, o bizim anlayış ve anlatışımızla ilgilidir. O ise kusurdan ve noksandan münezzeh ve müberradır. Çünkü O, Hz. Muhammed Mustafâ (sav)’dır.
Hayatının her anını, Rabb’e teveccühle nurlandıran bu Zât’ın hayatında, karanlık ve zulmetli bir ânın bulunması mümkün değildir. O’nun hayatı, bütünüyle bir duâ ve yakarıştır. Doğduğu gün “ümmetî, ümmetî” demiş, mahşerde de yine öyle diyecektir524. Evet, O’nun bütün derdi “ümmeti”dir.
Efendimiz’le alâkalı bu mevzûyu bitirmeye gönlüm hiç razı olmuyor.
Sanki O’ndan bahsederken, O’nunla beraber olmanın havasını yaşıyor gibiydim. Böyle mukaddes bir beraberliği bırakmaya da şimdi razı değilim. Fakat elden ne gelir? Gelip sözün sonuna dayandık.. ve artık sükût düğümünü bağlamak zorundayım. Sözümü, sonu güzel olsun, güzel koksun diye, bir Söz Sultanı’nın şu nur ve ma’nâ yüklü ifadeleriyle bitirmek istiyorum:“Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber.. O, Rabbini apaçık gösteren ve Rabbine delil olan Peygamberimiz Alayhissalâtü Vesselam, bütün ehl-i îmana imam; bütün insanlara hatip; bütün nebîlere reis; bütün velilere seyyid.. ve nebîlerden, velilerden meydana gelmiş zikir halkasının serzâkiri..
O, öyle nuranî bir ağaçtır ki, nebîler o ağacın hayat fışkıran kökleri, veliler ise, ter ü tâze meyveleridir. Her bir da’vâsını, mu’cizelerine istinad eden bütün nebiler ve kerâmetlerine itimad eden bütün veliler tasdik edip imza basıyorlar. Zira O, “Lâilâhe illallah” der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yâni mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan, o nûrânî zâkirler, aynı cümleyi tekrar ederek, icmâ ile mânen “Doğru söyledin ve hakkı konuştun” derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla te’yîd edilen bir dâvaya parmak karıştırsın.
O nûrânî tevhid delîli, nasıl ki, iki tarafın icmâ ve tevatürüyle te’yid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi, semavî kitaplarda yer alan yüzlerce işaret, peygamberliğinden evvel vâki olan bir o kadar beşâret, gaybtan haber veren hâtif ve kahinlerden gelen nice şehadet ve binlerle ancak ifade edilebilecek sayıdaki mucizelerle de teyid ve tasdik edilmektedir. Bunun yanında getirdiği dinin hakkâniyeti de O’nu teyid eden başka bir delîldir. Ayrıca, Zâtında gayet kemâldeki övünülecek ahlâkı; vazifesiyle alâkalı o güzellerden güzel seciye ve karakteri, bu cümleden olarak, kuvvetli îmanını, sağlam itmi’nânını ve son derece güvenilirliğini gösteren fevkâlâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvasında son derece sadık olduğunu güneş gibi ve apaçık göstermektedir.
İstersen gel, Asr-ı Saadet’e, Arap Yarımadası’na gidelim. Hayâlen olsun O’nu vazife başında görüp, ziyaret edelim... İşte bak: Fizyonomisiyle, yaşantısıyla, güzelliğin doruk noktasında seçkin bir Zât’ı görüyoruz ki, elinde mu’cizeler gösteren bir kitap, lisanında hakikatleri açıklayan bir hitap, bütün insanoğluna, belki cin, melek ve daha başkalarına belki bütün varlığa karşı ezelî bir hutbeyi tebliğ ediyor. Âlemin yaratılış sırrı olan acîp muammayı, hall ve şerhedip, kâinatın sırrı olan kapalı tılsımı açıp, keşfederek, herkese sorulan, bütün akılları hayret içinde meşgûl eden üç müşkil ve müthiş büyük sual olan: “Necisin?”, “Nereden geliyorsun?” “Nereye gidiyorsun?” suallerine ikna edici, makbûl cevap veriyor...
İşte bak: Şu geniş adada vahşi, âdetlerine mutaassıb ve inatçı çeşitli kavimleri, ne çabuk o kötü âdet ve vahşî ahlâklarını onlardan söküp atarak, ne kadar güzel ahlâk varsa onları böyle güzel ahlâkla donatıp, medenî milletlere ve bütün âleme muallim ve üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu!.”
Ey Ruhlarımızın Sultanı! Sen ruhlarımıza sultan oldun, ruhlarımız da Sana kurban olsun! Lütfeyle, kabul buyur...!


M.Fethullah Gülen
 
Üst