Sünnete İttibadaki Hassasiyet

mihrimah

Well-known member
İşte bu büyük mantığın, büyük ferasetin, büyük kıyâsetin ve büyük dehânın temsilcisi zat, bir gün el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihadda bulunmuştu. Sahâbeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Rasûl-i Ekrem’den (sav) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer. Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa dönmüştü ve: “Ey Hattaboğlu! Rasûl-ü Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihad edersin?” demişti. Evet sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlıyla hissettiriyordu.
Sahâbe’nin, İbn Ümmü Mektûm gibi, Sevbân gibi, binek üstündeyken ellerinden kamçı düştüğünde dahi, “ver” dememek için inip kendileri alacak kadar istemekten hayâ ve hazer eden fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: “Ey emîre’l-mü’minin, beni bu mevzûda zorlama” dedim. Bana dedi ki: “Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Rasûlü (sav), bana bir şey vermek istediğinde istiğnâ gösterdim. Buyurdular ki: “Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur”. Ben, sana Resûlullah’ın sözünü tekrar ediyorum. Onun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”
Yine bir defasında, Hz. Ömer (ra), şerefli sahâbi Zeyd İbn Halid el-Cühenî’nin mescidde ikindi namazından sonra namaz kıldığını gördü. Namaz mü’minin miracıdır, nurudur, sefine-i dinin direğidir. Namazla nâmütenâhiye yürünür, namazla sonsuzluklara yelken açılır. Ama, namazın da kılınacak vakti vardır, kılınamayacak vakti vardır; o, sünnete uygun kılındığında ibadet olur. Yoksa bid’at olur. Cumhûra ve cumhûru sahâbeye göre ikindiden sonra nâfile namaz kılınmaz; bu yüzden Ömer, elindeki kılıçla Zeyd İbn Halid el-Cühenî’ye vurur ve sünnet mevzûundaki hassasiyetini ortaya koyar. O’nun bu hassasiyetine karşı, Hz. Zeyd de aynı hassasiyetle cevap verir: “Başımı parça parça da etsen, Allah Rasûlü’nü ikindiden sonra nâfile namaz kılarken gördüğüm için, bu iki rekâtcığı asla terketmeyeceğim.”
Bu mevzûda Ümm-ü Seleme Vâlidemiz’den gelen bir rivayet vardır: Efendimiz, evrâdını, nâfilelerini, hatta âdet edindiği ibadetlerinin hiçbirini terketmezdi. Şayet geceyi ihyâ edememişse kalkar, namazla niyazla gündüzü nurlandırırdı. Bu cümleden olarak, bir gün misafir heyetler bastırdı ve öğlenin son sünnetini kılamadı. Derken ikindi oldu ve mescidde ikindi namazını edâ ettikten sonra hücre-i saâdete çekilip, öğlenin geçen son sünnetini kıldı. Ümmü Seleme Validemiz: “İkindiden sonra namaz var mı?” diye sordu ve şu cevabı aldı. “Gelen heyet, beni meşgul etti. Öğlenin son iki rekatını kılamadım; eksik kalmasın diye şimdi kıldım. İhtimal, Zeyd İbn Halid el-Cühenî’nin, Efendimiz’den gördüğü de, bu veya buna benzer bir vakaydı. Evet, bu fıkhî mes’elenin menşei her ne olursa olsun, önemli bir hususu hatırlatmakta ki o da, sahâbe-i kirâmın her ferdinin sünnet mevzûunda gösterdiği derin hassasiyettir.
Sünnet mevzûunda son derece hassas olan Hz. Ömer (ra), secdedeyken hançer yemiş ve öyle bir yolla Rabbisine yürümüştü. Son dakikaları ki O’nun o vaziyetini en iyi anlatan “Nabzıma el vurdu binbir tabîbân/ Dediler, derman yok buna, ne çâre?” mısralarıydı. İşte, o esnada: “Yâ emîre’l-mü’minin, yerine birini tavsiye eder misin?” dediklerinde, verdiği cevaplar, onun nasıl bir sünnet kahramanı olduğunu göstermesi bakımında çok manidardır: “Eğer yerime birini bırakacak olursam, gerçek şu ki, benden hayırlı olanı da bırakmıştı; bırakmayacak olursam, benden hayırlı olan da bırakmamıştı.” Rasûlullah Efendimiz’in (sav) bırakmadığını, Hz. Ebû Bekir’in (ra) ise bıraktığını ve her ne şekilde davranırsa davransın, sünnete muhalefet etmiş olmayacağını ifade ediyordu. Ancak, Rasûlullah’la (sav), Hz. Ebû Bekir de olsa bir başkası bahis mevzûu edildiğinde, tercih, Rasûlullah’ın sarîh yolu istikametinde olacaktı. İşte, Hz. Ömer de böyle yapmakla beraber, ümmetin salâhı adına orta bir yol tutmuş: Efendimiz’in (sav) vefat ederken kendilerinden râzı olduğu cennetle müjdelenmiş on sahâbîden altısı o gün henüz hayattaydı ve oğlu İbn Ömer’i hakem, Ka’ka’ayı da kapılarında nöbetçi yaparak: “Daha benim cenazem kalkmadan bu işi aranızda halledin” deyip, mes’eleyi onlara havâle etmişti. Zira, Ümmet-i Muhammedin çok kısa bir süre için bile olsa, başsız kalmasını istemiyordu.
Yine, Hz. Ömer, devr-i hilâfet penâhîlerinde Kâbe’yi tavaf ederken geçmiş peygamberlerin bûselerine mazhar olmuş bulunan Hacerü’l-Es’ad’e (Saâdetli Taş) yaklaştı. Bu her ne kadar Allah’ın sırrını ve nûrunu ihtiva ediyor da olsa bir taştır. Cihanı idare eden o muhteşem dimağ, yaklaştı ona ve şöyle dedi: “Biliyorum ki, sen bir taşsın; fayda da vermezsin, zarar da. Eğer, Rasûlullah’ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim.” Evet, Hz. Ömer’in o mübarek taşı öpmesine sebep, sünnete olan bağlılığıydı.
Sünnet, sahâbe-i kirâm için mukaddes bir emanetti ve ona riayet ölçüsünde Allah’a ve Rasûlullah’a kurbiyet kazanacaklardı.Allah korusun riayet etmezlerse, belki de hain muamelesi göreceklerdi. İşte, Hz. Ali (ra), Meysere İbn Yakub’un rivayetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem Rasûlullah’ı(sav) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içer-sem, Rasûlullah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.” Sınırları korumak gerekiyordu; evet o nasıl yapmışsa öyle yapmak ve aynı şekilde gelecek nesillere intikal ettirmek iktiza ediyordu. Gerçi, Efendimiz’in oturarak içme husûsunda tavsiyeleri ve buna terettüb eden birtakım faydalar varsa da, bu bir vecibe değildi ve “ayakta hiç su içilmez” diye, âdâb-ı nebevî’yi farz yerine koyup herkesi bir noktaya zorlamanın mânâsı da yoktu.
Abd İbn Hayr naklediyor: “Hz. Ali, mestlerin üstünün meshedilmesi mevzûunda şöyle buyurur: “Rasûlullah’ı mestlerin üstünü meshederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altını meshetmek daha uygun olurdu.”Onun bu ferdî görüşü sünnete teslim olmanın ve sünnetin olduğu yerde içtihâda tevessül edilemeyeceğinin ifadesiydi; ve, işte onlar, sünnet mevzûunda bu kadar hassas idiler.
Hz. Ali olsun, Hz. Osman olsun, Hz. Ebû Bekir veya Hz. Ömer olsun, ya da bütün sahabiler olsun, ne zaman kendi görüşlerinin aksine sünnetten bir hüküm rivayet edilse, hemen o anda sünnete ittiba eder ve çevreye yayılmış da olsa, kendi görüşlerini derhal terkederlerdi. İşte, yine Hz. Ömer; İslâm’da bilhassa hatâen öldürmelerde diyet, âkıleye düşer; yani, bir kişi hatâen birini öldürse, öldürülenin diyetini vermek, öldürene değil: ‘borç ve harç ölçüsünde fayda’ kaidesi gereği, öldürenin mirasçılarına düşer ve bunlara ‘âkıle’ denir. Hz. Ömer Efendimiz, bu mevzûda kadının kocasının diyetine mirasçı olamayacağı kanaatinde idi. Fakat, Dahhâk İbn Ebî Süfyan kendisine: “Yâ emîrelmü’minîn, siz böyle hüküm veriyorsunuz ama, Eşyem İbn Dıbâbî vefat edince, Allah Rasûlü (sav) onun diyetinden zevcesine miras verdi” deyince, Hz. Ömer kararını değiştirmiş ve: “Bundan sonra, kadınlar kocalarının diyetinden miras alacaklardır” diye ilânatta bulunmuştur.
Ümmetin emîni Ebû Ubeyde İbn Cerrah (ra), Hz. Ömer’in en çok sevdiği dostlarından biriydi. O kadar ki, ölümle pençeleştiği demlerde: “Ebû Ubeyde hayatta olsaydı, yerime onu tavsiye ederdim” buyurmuştu. Evet, onca sıkıntıdan sonra Müslümanlara yönelen dünya, Ebû Ubeyde’de en ufak bir değişiklik yapmamıştı. Bir defasında, Hz. Ömer, bu şerefli sahâbenin çadırına girdiğinde, fatih ordulara kumanda eden bu büyük zâtı, kumların üzerinde okunu hazırlayıp, yayını gererken bulmuş ve: “Dünya herkesi değiştirdi ama, seni değiştire-medi yâ Ebâ Ubeyde” diyerek ağlamıştı. Evet, Hz. Ömer onu o kadar seviyordu. Ebû Ubeyde (ra) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hz. Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebu Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ emîre’l-mü’minîn, ben Rasûlullah’tan şunu işittim, buyurdular ki: “Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.” Hz. Ömer Efendimiz (ra), Yezîd İbn Ebî Süfyan (ra) ve Muaz İbn Cebel (ra) gibi sahâbenin büyüklerinin de içinde bulunduğu, o güzîdeler güzîdesi kudsîler ordusundan pek çoğunu önüne katıp götüren vebâlı şehre girmedi ve sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.
İşte sünnet, bu hassas ruhlar meşcereliğinde, şok seviyesindeki hadiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadis muhakkiklerinin kitaplarına aktı... Ve gelip bize ulaştı.

M.Fethullah Gülen
 
Üst