Risale-i Nur´dan Kelimeler

topraktoprak

Well-known member
Ahsen-i takvîm, Alâ-yi illiyyîn ve Esfel-i sâfilîn
Ahsen-i takvîm, “kıvama koymanın, biçimlendirmenin, mânen ve maddeten doğrultmanın en güzeli” demetir.

Alâ-yi illiyyîn; “yücelerin en yücesi; en ileri nokta.; cennetteki üstün makam”, esfel-i sâfilîn ise “aşağıların aşağısı, sefillerin en sefili, cehennemin en derin azap mahalli” şeklinde tarif edilmiş.

Âlemlerin Rabbi,Tin Sûresi, 4. ayet-i kerime de: “Muhakkak biz insanı ahsen-i takvîmde yarattık” buyuruyor. Ve insan, bu üstün yaratılışıyla, nice güzelliklerin tohumunu saklıyor. Anlamağa, inanmağa, amel etmeğe, sevmeğe, şefkat etmeğe, feyz almağa aday.

Peygamberlik bu ulvî mahiyetten çıkıyor. Evliya, asfiya bu mahiyetin meyveleri. Âlimler, ârifler, muttakiler, sâlihler, cömert simalar, âdil hükümdarlar hep bu ulvî mahiyetin değişik sahalardaki farklı meyveleri.

Yine Nur Külliyatında, “küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş.

Buna göre,

Ahsen-i takvim, “ömür sayfasına en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”

Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”

Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşüdür,” diyebiliriz.

Nur Külliyatında insanın iman nuruyla alâ-yı illiyîne çıkacağı, küfür zulmetiyle de esfel-i safilîne düşeceği kaydedilir. O halde, insan bu iki makama da bu dünyada eriyor yahut düşüyor. Dünya ahiretin tarlası olduğu için de, ahirette de buna göre cennetin en yüce mertebelerine çıkıyor, yahut cehennemin en derinliklerine iniyor.
 

topraktoprak

Well-known member
Gaibane, Hazırane ;bu kelimeler özellikle ayetül kübrada ve 23.sözde geçiyor.

Bir zatın kemalatını "o şöyle alimdir, böyle cömerttir.." şeklinde ifade edersek "gaibane" methetmiş oluruz.
Ama onun huzuruna çıkıp "efendim, siz şöyle alim, böyle cömertsiniz.." şeklinde ifade edersek "hazırane" methetmiş oluruz.

Fatihanın ilk kısmı Cenab-ı Hakkı gaibane methetmektir:



"Her türlü hamd o âlemlerin Rabbi,
O Rahmân ve Rahim,
O, din gününün maliki olan Allah'adır.."



Bundan sonrası ise hitap makamına bir yükseliştir:


"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
Bizi doğru yola hidayet eyle, o kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. O gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil."
 

topraktoprak

Well-known member
Adem âlemleri
“Yokluk alemleri; müspetlerin terk edilmesiyle ortaya çıkan menfî sonuçlar.”
“Yokluk ve mahrumiyet gibi menfi sonuçlar.”


“Vücud” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına gelir. Aslında bu âlemde yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Varlığın terki, bir yokluğu netice veriyor. Aydınlık müsbet ve vücudidir. Ama karanlığın bir varlığı yoktur. Karanlık, aydınlığın olmama halidir. Nitekim her tarafı kaplamış görülen karanlık, güneş doğduğunda ortadan kaybolur gider.

Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk denilir.

Namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Doğru söylemek vücut âlemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil.
Görmek vücut âlemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem âlemleri hesabına çalışmış demektir.

Bir insan tevhid hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş olur. Ama şirk ademdir. Allah’ın şeriki olmadığından ona koşulan şirk de adem âleminden çıkamaz. şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O müşriklerin vücudu vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur.
 

topraktoprak

Well-known member
Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi
Tahayyüz; “bir mekânda bulunmak, yer tutmak.”, adem-i tahayyüz ise "bir mekânda bulunmamak” demektir.



Tecezzi; “bölünmek, parçalara ayrılmak,” adem-i tecezzi de “bölünmemek, parçalara ayrılmamak” demek olur.



Mekân ve bölünme kelimelerini işittiğimizde fikrimiz ve hayalimiz hemen madde âlemine yönelir. Zira, bunlar ancak madde için söz konusudurlar.



Birisinin ameliyat olduğunu duysak, hangi organından ameliyata alındığını sorarız; ruhu aklımıza bile gelmez. Çünkü çok iyi biliriz ki, ruh bölünmez, parçalanmaz ve bedenin herhangi bir yerinde mekân tutmaz.



Kesif olan insan bedeninde vazife gören o latîf ruh için, mekân ve bölünme düşünülmeyince, melekler âlemi için de bu kavramların geçerli olmayacağı kesinlikle bilinir.



ıman da nur sınıfına girer. Ve bu nur, insanın bedeninde değil, manevî kalbinde yerleşir. Her nuranî varlık gibi o da tecezzi kabul etmez, yani parçalara ayrılmaz.



Okuduğumuz surelerin sevapları da öyledir. Onlar da nur gurubuna girerler ve binlerce insana bağışladığımız bir Fatiha, her birinin ruhuna, bölünmeden intikal eder.



Allah’ın bir ismi Nur’dur, bütün isim ve sıfatları da nuranîdir. Latîf varlıklardaki nuraniyet ile Allah’ın Nur ismi arasında, asılla gölge arasındaki farktan çok daha ileri bir farklılık vardır.



Bütün nurlar, ilâhî isimlerin nurlarına göre kesif bir zılal, yani koyu ve katı bir gölge gibi kalıyor.



Allah’ın birer mahluku olan bütün nuranî varlıklarda geçerli bulunan “adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi,” yani bir mekânda bulunmama ve bölünüp parçalanmama gerçeği, O’nun bütün isimleri ve sıfatları için de geçerlidir. Bundandır ki, bu isim ve sıfatların mahlukatta tecelli etmeleri, onların bölünmeleri mânâsına gelmez. ılâhî sıfatların her biri her bir varlıkta icraat yaparlar, ancak bu faaliyet o mahlukun kabiliyeti kadar gerçekleşir:





“Madem Sani’-i Kadîr mekândan münezzehtir, elbette kudretiyle her mekânda hazır sayılır. Ve madem tecezzi ve inkısam yoktur; elbette her şeye karşı, bütün esmâsıyla müteveccih olabilir.” (Mektubat)





Allah, her şeyi ve her hadiseyi o sonsuz kudretiyle yaratır, ama kudretinin sonsuzluğu hiçbir şeyde tecelli etmez. Yapılan işlerin az veya çok olmasında bu kudretin bölünmesi, parçalanması söz konusu olmaz.



Bir çiçek de o sonsuz kudretle yaratılır, bir yıldız da. Yani, çiçeğe az, yıldıza çok kudret sarf edilmesi söz konusu değildir, zira bu bir tecezzi olur ve ilâhî kudret tecezziden münezzehtir. Ancak kudretin çiçekteki tecellisiyle yıldızdaki tecellisi bir değildir.



“Adem-i tecezzi” cihetiyle, Allah her şeyi aynı sonsuz ve mutlak sıfatlarla yarattığı ve terbiye ettiği içindir ki, O’nun icraatlarında az ile çoğun, fert ile nev’in, atomla güneş sisteminin farkı yoktur. Bu kolaylığın bir diğer sebebi de adem-i tahayyüz, yani Allah’ın mekândan münezzeh olması, dolayısıyla da her mekânda, sıfatlarıyla hazır bulunmasıdır.



Mekânla kayıtlı olan insanoğlu, kendisini ve çevresindeki diğer varlıkları ölçü alarak, mekândan münezzeh olan Allah’ın icraatını anlamaya kalkıştığında iki yoldan birine girmeye mecbur kalacaktır:



Birisi, “hayret” yoludur ki bu yol onu “tekbir”e götürür. Diğeri ise, kendi sınırlı aklına sığmayan hakikatleri inkâr etmektir; bu yol, ebedî azap beldesine çıkar.
 

topraktoprak

Well-known member
Âlem-i berzah
Alem-i berzah, bu dünya ile âhiret âlemi arasındaki geçiş âlemidir, köprüdür. Mü’min için dünyadan güzel, kâfir için de Cehennemden ehvendir.

Bu âleme kabir âlemi de diyoruz. Ruhlar haşre kadar bu âlemde kalıyorlar.

Resulûllah Efendimiz (asm.) kabri, cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bin çukur olarak tasvir ediyor.

Bu alem, mü’min için dünyadan cennet’e köprü, imanla göçen ruhlar o âlemde Cennet bahçelerini seyrediyorlar.

Küfür ehli için ise cehennem azabının ilk numunelerinin tadıldığı azap karakolu. Bu azap dünya azabından daha şiddetli, ama cehennem azabından daha hafif. Bu yönüyle kabir küfür ehli için dünyadan cehenneme köprü.

Bu alemin küçük bir numunesi rüya olayıdır.
 

topraktoprak

Well-known member
Ahlâk-i ılâhiye
Ahlâk-i ilâhiye denilince, ılahi Ferman olan Kur’an’ın tarif ettiği ve insanlara öğüt verdiği ahlâkı anlamak gerekiyor.

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğuludur; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara gelir. ınsanın fıtratıyla, yaratılışıyla yakın alâkası vardır.

şems Suresinde bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. Bu âyet-i kerime, “her çocuğun ıslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren peygamber kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacaktır.

ınsanın bedeni ılâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve takdiriyledir; o da ılâhîdir.

Buna göre, lügat mânâsından hareketle, ılâhî ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde fıtratın bozulması ve yanlış kullanılması söz konusudur.

Meselenin mühim bir yönü ise Allah'ın isimleriyle alakalıdır. Allah'ın isimleri, Üstadın nazara verdiği gibi, “kemalat-ı ılahiyenin ünvanlarıdır.” ınsan, şuuri bir şekilde bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîm'dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, mükemmel yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir.
 

topraktoprak

Well-known member
Risalet ve velâyet kavramlarını açıklar mısınız?
Velayet; iman, salih amel, takva ve güzel ahlakta yüksek mertebelere çıkmak, Allah’ın sevgili bir kulu olmak demektir. Buna göre, her peygamber aynı zamanda en büyük bir velidir. Yani, Allah’a en yakın, onu en çok seven kuldur.
Terim olarak, Risalet, Allah tarafından bir tavzif, velâyet Allah’a bir yükseliştir. Yani, Allah bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir.

“Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir”

ayetinin hükmünce, bu göreve en layık kişiler getirilir. (En’am, 124)
ılk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir.
“Her ümmet için bir resul vardır”

(Yunus. 47) ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (a.s.m.), son peygamberdir (Ahzab, 40). Risaleti bütün insanlığa şümullüdür.
Risalet, Peygamberimizle noktalanmıştır. Fakat velayet devam etmektedir.
Hiçbir veli, nebi mertebesine ulaşamaz.
Velayet, risaletin bir delilidir. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını velayet bir nevi kalbî müşahede ve ruhanî zevk ile, aynelyakîn derecesinde görür, tasdîk eder.
Resullere risaletlerine delil olarak mucizeler verildiği gibi, velilere de kerâmet verilmiştir Keramet, Allah’ın veli kullarında görülen harikulade hallerdir. Mesela, gönüllerden geçeni bilmek, tayy-ı mekan etmek gibi.
Velayet için mutlaka keramet şart değildir. Bütün evliyalardan daha üst mertebede yer alan sahabilerde kerametin fazla görülmemiş olması bunu ispat eder. Asr ı saadeti anlatan kitaplarda zikredilen kerametlerin sayısı, üç-beş tanedir. Bunlardan en meşhuru, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir gün hutbede iken “Ya Sariye! Dağa, dağa!” diye bağırmasıdır. Sariye, Hz. Ömer’in komutanıdır. O esnada ıran’da Mecusilere karşı savaşmaktadır. Hz. Ömer’in sesini duyar. Ordunun sırtını dağa yaslar ve galip gelir.
Allah’ın veli kulları her devirde olmuşlardır ve kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir.
“Veli, görüldüğünde Allah hatıra gelen kimsedir.”
Böyle insanlar,
“Dikkat edin! Allah’ın evliyası için ne bir korku vardır. Ne de onlar üzülürler”

(Yunus 62) ayetinin mazharıdırlar. ıç alemleri çalkantılardan uzaktır. Huzur ve itminana ermişlerdir. Onları görmek, insana huzur verir, mukaddes şeyleri hatırlatır.
 

topraktoprak

Well-known member
BERZAH

“Ara âlem.” “Perde.”
“ıki şey arasındaki engel.”
“Kabir hayatı.”



Ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âleme alem-i berzah denilir.

Berzah, kelime mânâsıyla; “perde” demektir. Bu perdenin bir yüzü dünyaya bakar, diğeri âhirete.
Allah Resulünün (asm.) bildirmesiyle; “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur..” Dünya bağlarından güzel, cennet bahçelerinden geri, ikinci halde ise dünya azabından ileri, cehennem ateşinden geridir. Her iki halde de berzah alemi bir perdedir, bir geçit alemidir.
ınsan, rüya aleminde eski dostlarıyla görüşür. Ölüm olayıyla, yani ruhun bedenden ayrılmasıyla bu görüşme çok daha ileri seviyede gerçekleşir. Ölüm, insanın berzah alemine doğumudur. O halde, berzah, ölümle diriliş arasındaki perde âlemdir. Bu âlem, her mekâna ve zamana eşit mesafededir. ınsan, dünyanın hangi bölgesinde ölürse ölsün, gözünü o âlemde açar.

Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçer.

"ıki denizi kavuşmaları için salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında bir perde (berzah) vardır, karışmazlar. "(Rahman, 19-20) (Furkan, 53).

"Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: ‘Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım.’ Hayır onun söylediği bu söz, boş bir laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır. " (Mü'minun, 100).

Bu ayetten anlaşıldığı üzere ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar.

Berzah âlemine bir yönüyle “kabir âlemi” denilebilirse de aralarında şöyle bir fark vardır: Kabir, cesedin bırakıldığı yer iken, berzah ruhun gönderildiği âlemdir. Bizler, berzaha göçmüş insanları kendi âlemlerinde ziyaret edemediğimizden buna alamet olmak üzere kabirlerinde ziyaret etmekteyiz. Yoksa vefat edenin ruhu o kabirde değildir.
 

topraktoprak

Well-known member
ıhsan-ı ilahiden fazla ihsan, ihsan değildir.” ne demektir?
Allah’ın verdiğinden daha fazlasını vermeye çalışmak boşunadır. Mesela insana bir burun daha ilave etmeğe çalışmak veya hayvanlara akıl verilse daha iyi olacağını düşünmek abesle iştiğaldir, tenasüp ve dengeyi bozmaktır.
Benzeri bir şekilde dinin hükümlerinde Allah’ın koyduğu sınırlarda durmak lazımdır. "şu helal, bu haram" şeklinde hüküm verme yetkisi insanlara bırakılmamıştır.
Durum böyleyken bazı insanlar Allah’ın koyduğu sınırlarda durmayıp kendi dar ölçüleriyle hareket ederler, faraza mirasta kadına erkeğin yarı hissesi verilmişken tam hisse verirler, dinin mekruh kabul ettiğini haram derecesine çıkarırlar. Ayın bölünmesi mucizesi gibi bir olayı anlatırken sahih hadislere kanaat etmeyip abartılı anlatmayı tercih ederler.

Konun bir yönü de şudur: Cenab-ı Hakkın insanlara ihsan ettiği manevi makamları olduğu gibi kabul etmek, üzerine kendi hayalimizden yahut hevesimizden yeni makamlar eklememek gerekir. Eklenirse ihsan-ı ılahiden fazla ihsan yoluna girilmiş olur. Mesela, bir kişi salih bir mümin ise onu öylece bilmek ve sevmek gerekir; bununla yetinmeyip kendisine asrın kutbu, müceddidi gibi rütbeler ilave itmeğe gerek yoktur. Keza, Hazreti ısa’yı (as.) dört büyük kitaptan birinin kendisine inzal oluğu büyük bir peygamber olarak tanımak ihsan-ı ılahiye uygun bir inançtır. Ona ibnullah (Allah’ın oğlu) demek, ihsan değildir.
 
Üst