Mümince Görüntü.. M.Fethullah Gülen

Kýrýk Testi

Well-known member

Müminler, çok samimi ve yürekten inanmalı, Cenâb-ı Hakk'ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koymalı ve O'nun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşımalı. Hakiki bir müminin, birilerine uzun boylu akıl hileleri yapmaya, mantık oyunları oynamaya ihtiyacı olmamalı; hal ve tavrı yetmeli bir şeyler anlatmaya, muhatabını ikna etmeye. Yatıp kalkması, konuşması, bakışı, duruşu yetmeli.. O'nu görenler 'Bu ciddi adamda ciddiyetsizlik olamaz, bu temiz yüzde yalan bulunamaz.' demeli. İşte, bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi, hem toplum ve hem de fert planında bu tavrı sergileyememe ve içteki olgunluğun dışa yansıması olan bu görüntüyü yakalayamamadır.







Tavırlarımızda inanmış bir insan görüntüsünün olmaması, başkalarını da yanıltıyor. "Acaba bir yalan peşinde miyim?" dedirtiyor İslam'a sıcak duranlara. Sonradan gelen nesiller de önlerinde gönülden inanmış, inancını hal ve tavırlarına içirmiş, ciddi insanlar göremiyor; onlar da ciddiyetsiz yetişiyor.







Mümince tavır, kalblerimizin beslenmesi açısından da çok önemlidir. Ben kendimi vesvese, tereddüd ve şüpheye ait bir boşlukta hissettiğim zaman etrafıma bakmalıyım; Ka'be'ye yönelmiş, bünyân-ı marsus gibi bir beraberlik teşkil etmiş, 'Allah' diyen insanların inandırıcı tavırları beni almalı, kucaklamalı ve sonsuza taşımalı. Ve ben ona dayanmalıyım. Gözümde yaş kalmamışsa, kalbimin katılaştığını hissediyorsam, "Hazreti Muhammed" deyince dudaklarını yalayan "Amaaan, siz ne kadar da tatlısınız, Efendim'in adını andınız." diyen ve yanaklarından domur domur yaş döken bir müslümanı görmeliyim.. görmeli ve kalbim yumuşayana kadar onun seziş, duyuş ve hissedişleriyle yoluma devam etmeliyim. Ama maalesef, koskoca alem-i İslam olarak hepimizde, bir inanmış insan tavrı eksikliği var.







Müslümanları dalalet içinde görme ve "hiç birinde hayır yok" mülahazası içine girme insanı felakete götürebilecek bir günahtır. İnananları beğenmeyen ve onları itham eden birisine, Allah Rasulü aleyhi ekmelüttehâyâ şöyle buyurmuştur; "İnsanlar helak oldu diyen, onların en evvel helak olanı ve en kötü durumda bulunanıdır." Evet, 'İnsanların hepsinin işi bitmiştir' diyenin işi bitmiştir. Dünyanın dört bir yanındaki samimi müminleri kat'iyen ademe mahkum edemeyiz. Fakat, yi bir otokritik olarak kendimizi sorgulamak gerektiğini düşünüyor ve olmamız gerektiği gibi olamadığımızı zannederek bir inkisâr-ı kalble bu sözleri söylüyorum.







Ben hemen her akşam, Ka'be'de kılınan sabah namazını seyrediyorum. Burayla orası arasındaki saat farkından dolayı oradaki sabah namazını biz burada akşamı kıldıktan hemen sonra seyredebiliyoruz. O mükerrem beldede binlerce insanın beraberce secdeye varışını görmek çok hoşuma gidiyor. Fakat, maatteessür, imamından müezzinine, görevlilerinden cemaatına kadar hep gayr-i ciddi görüntüler sergileniyor. Tavaf eden insanların gezişinde, yürüyüşünde, istilamlarında, Safa-Merve arasındaki koşuşmalarında bir laubalilik göze çarpıyor.







İhtimal, şuurlu namaz kılan, tavafı meleklerle ve peygamberlerin ruhlarıyla beraber yapan insanlar da vardır; ama arada kalıyordur onlar; kameramanların veya otomatik kameraların azizliğine uğruyorlardır. Makam-ı İbrahim'de, Hicr'de başını yere koymuş, gözyaşlarıyla içini döken hassas ruhlar veya Hacerü'l-Esved'i öperken hakikaten kalbinin sadakatini haykıran gönül erleri vardır.. maalesef, o tür görüntüleri vermiyorlar. Halbuki, öyle manzaralarla beslenmeye hepimizin ihtiyacı var. Ka'be'nin etrafından alın da, bizim evlerimize kadar her tarafta, müminlerin ihsan şuurlu bir duruş ve samimi bir tavır sergilemesine dünyanın ihtiyacı var.. ihtiyacı var; zira, yeryüzü asıl ses ve sadasını, gökte meleklerin duruşunun ve mele-i âlânın sakinlerinin yüreklerinin çarpışının aks-i sadası olan "mümince tavır"da bulabilecektir. Zaten, Müslümanların inandırıcılığı da ancak o zaman gerçekleşebilecektir.







Ne yazık ki, bu görüntü bozukluğu her tarafı sarmış durumdadır. Siz, dinimizi ve milli ananelerimizi merak eden birisini Türkiye'ye götürecek olsanız; gitsin bir Türkiye'yi görsün.. camileri, camide tek vücut olmuş cemaati, cemaatin yaşaran gözlerini görsün.. görsün de kafasına takılabilecek şüphelerden sıyrılsın, vehimlerden kurtulsun deseniz; ben buna cesaret edemiyor ve gönül rahatlığıyla "çok iyi olur" diyemiyorum.. Fakat yine de, bizim milletimiz pek misafirperverdir ve ülkemizde misafir kabul etmenin kendine göre bir azizliği vardır. Anadolu insanı, tavırlarını yeniden gözden geçirir, bir misafiri ağırlamanın ve misafire açık bulunmanın havasını biraz sun'î de olsa sergiler. Genel durumu istenilen seviyede olmasa da, evsahipliği avantajıyla ve biraz muvakkat ruh haletiyle, biraz da tabiatındaki misafirperverlik mülahazasıyla ciddi bir görünüm sergileyebilir ve bu, misafire bir şeyler ifade edebilir.







Evet, onbir havarinin bütün dünyayı sarsmalarındaki büyü, samimiyetleridir, hallerindeki inandırıcılıktır. Sahabe efendilerimizin kısa zamanda bütün dünyaya iman nuru götürebilmelerinin ve gittikleri her yerde hüsn-ü kabul görmelerinin en önemli sebebi mümince tavırlarıdır. Asırlar sonra, Üstad'ın talebeleri de ihsan duygusuyla yaşama, ihlas ve samimiyetle dopdolu olma örneği sergilemişlerdir. Fakat günümüze doğru gelindikçe müslümanlarda kemmiyet planında bir genişleme olmuş; ama içteki mana ve ruh korunamamış, aynı seviyede götürülememiştir.







Bugün bizde de akıl var, mantık var; ilim, fen ve teknoloji açısından eskilerden çok daha ileriyiz. Fakat eskilerin taşıdığı yürek yok bizde. "Kalbin her atışında Allah'ın duyulması ve o duyuşun bizim çehremize aksetmesi" nimetinden mahrumuz. Oysa kalb atışlarımız; tıpkı bir saatın iç hareketi ve çalışmasının dışarıya aksetmesi; akrep ve yelkovanın salise, saniye ve dakikayı "burada bir takvim işliyor" diyerek göstermesi gibi dışa aksetmeliydi. Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir, gönlüdür.. latîfe-i Rabbâniyesidir, sırrıdır, hafîsi, ahfâsı ve iç derinlikleridir. Bunlar dışa aksedince, saatin iç dinamiklerinin akrebi ve yelkovanı harekete geçirdiği gibi kendilerini hissettirir. İşte, İslam dünyasının eksiği, ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir. İtiraf etmeliyim ki, bunların hepsinin kendilerine göre birer tesiri vardır; fakat, müessir diyebileceğim ölçüde, -diyebileceğim ölçüde diyorum çünkü hakiki müessir Allah'tır- tesirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir, engin bir gönül dünyasının oturuşa-kalkışa, yürüyüşe- duruşa yön vermesidir.. bizim eksiğimiz mümince görüntüdür.







Günümüzde bir Sadreddin Konevî yok, bir Mevlana yok, Nakşibendi Hazretleri, Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, İmam-ı Rabbâni, Mevlanâ Halid ve bir Bediüzzaman yok.. yok.. yok.. dolayısıyla manevî heybet ve ağırlığı olan büyüklerin insibağından mahrum yaşıyoruz. Genelde, kendi değerlerimize karşı bir kopukluk içindeyiz. Kopuğu, Türkçe'de kullandığımız manada da ele alabilirsiniz. Umumiyetle, bir kopukluk yaşanıyor. Şirazesi kopmuş kitap sayfalarının, bağı kopmuş tesbih tanelerinin dağınık hali gibi bir kopukluk.. merkeze sımsıkı tutunmamız, ile'l-merkez gücü kendi lehimizde kullanmamız gerektiği yerde, ani'l-merkez bir hareket görüntüsünde bir kopukluk yaşıyoruz, kendi özümüzden kaçıyoruz. Tabii ki, bu kaçış dışa da aynen aksediyor.







İslamın yorumlanması biraz bizim tavırlarımızla alakalıdır. Muhyiddîn ibni Arabî, "İlahî tecellilerin kendisini göstermesi için, bu varlık ve eşyanın varlığına ihtiyaç vardır." der. Fakat İbni Arabî Hazretleri bunu adeta bir zaruret gibi, uluhiyete isnad edilen bir ihtiyaç gibi ortaya koyar: "Allah'ın (celle celaluhu) görünmesi için bunlar lazımdı. Bu ayna, yani insanlar, eşya ve hadiseler olmasaydı, O kenz-i mahfî olarak kalırdı." der. (Bunlar onun sözleri de olsa temkinli konuşmaya çalışıyorum.)







Biz, meseleleri o büyük insanların seviyesinde değerlendiremeyiz. Aklımızın almadığı ve bize kapalı kalan yerler olabilir. Fakat, fakir, onun bu düşüncesine iştirak edemiyorum. Ehl-i sünnet çizgisinin düşünce ve hareket adına ortaya koyduğu çerçeve, düşüncelerimi de, beyanımı da bağlayıcıdır benim. Ne var ki, Hazret-i Zat hakkında söyleyemediğim bir sözü Kur'an hakkında söylemek istiyor ve bunun doğru olduğuna da inanıyorum: "Biz Kur'an-ı Kerim'e muhtaç olduğumuz kadar Kur'an da kendisini ifade etme adına samimi ve gönlü Kur'anlaşmış insanlara muhtaçtır." Bütün ihtişamıyla yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde muhafaza edilen Kelam-ı İlâhî, öpülüp başlara konan bir Kitap olsa da, eğer onu temsil eden insanlar yoksa, o kendini anlatamıyor demektir. Kur'an her zaman vardı ve indiği andan itibaren de mücessem bir ruh halinde insanlara rehber oldu. Fakat gördüğünüz gibi, O'nun sesi bazen gürül gürül çıktı, kevn ü mekanı inletti, çınlattı; bazen de ağzına fermuar vurulmuş gibi sustu, harem odalarına kilitlendi, kadife mahfazalar içinde hep bağlı kaldı.







Evet, bizim Kur'an'a çok ihtiyacımız var; biz Kur'ansız edemeyiz. Hayatımızın programıdır O. Düzenli yaşamamız adına bizim için bir katalog mahiyetindedir. Bizi yaratan ve mahlukatını en iyi bilen Allah, doğru dürüst kendimizi idare edebilmemiz ve fıtratımıza uygun yaşayabilmemiz için Kur'an kılavuzunu göndermiştir. Bu unutulmaması gereken bir hakikattir. Fakat şunu da unutmamak lazımdır ki; kataloğu değerlendirecek, makinayı işlettirecek, bir sistemi tertip ve düzen içinde çalıştıracak, nazari bilgileri hayata geçirecek canlı, şuurlu ve iradeli varlıklara ihtiyaç vardır.







Ve işte Kur'an, bu canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır/yaşamaktadır. O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini-soluğunu duyurabilir. Eğer, O'nun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı, ilk nefeste onu duyar, ikinci nefeste de seslerini tâ göklerin ötesine duyururlardı. Ve melekler "meğer yerde ne gönül erleri, ne kahramanlar varmış" derlerdi.







Mevlanâ Hazretleri'nin ne Mesnevî'sinde ve ne de Divan-ı Kebîr'inde aklı ikna etmeye matuf ifadeler çok yoktur. Fakat onda eşsiz bir hal derinliği vardır. Mesela, birgün, Mevlanâ'nın şöhretini duyan bir rahip Konya'ya gidiyor. Mevlanâ'nın bulunduğu yere varıyor, talebeleri arasında onlara bir şeyler anlatırken onu seyrediyor. Mevlanâ'nın oturup kalkması, yürüyüşü, adımlarındaki vakar ve o keskin bakışları yetiyor rahibe. Allah'la çok kavî irtibat içindeki bu insanın yüzüne ve tavırlarına aksetmiş gönlündeki imanı. Rahip hemen koşuyor, elini öpmeye çalışıyor Mevlanâ'nın.. o rahipten hızlı davranıyor ve onun elini öpüyor. Görüntüsündeki ihtişama bu tevazuu da katılınca rahip daha fazla dayanamıyor ve Hazretin ayaklarına kapanıyor, "Senin dinin haktır." diyor. Mevlanâ eve dönünce Sultan Veled'e, "Oğlum, adama bak! Benim tevazumun önüne geçmeye çalışıyor; gerçek manasını dinimde bulan tevazuyu verir miyim ben başkasına?" diyor. (Mümin, imansız birinin elini öper mi? Eğer, o mümin Mevlanâ ise, dünya için edânîye baş eğmeyecek izzetli bir insansa ve bu hareketinde sadece muhatabının hidayeti için her şeye katlanma duygusu varsa, evet, öper.)







Cenâb-ı Allah'ın, hakkım olmadığı, liyakatım da bulunmadığı halde tanıma lütfuyla serfiraz kıldığı çok kıymetli insanlardan birisi de Üstad'ın ilk talebelerinden Re'fet Ağabey'di. Bir ziyaret esnasında şunu anlatmıştı: İstanbul'da, mezardaki ölüler vaazını anlasalar, onları bile diriltecek gibi, çok etkili konuşan bir hoca vardı. Görkemli, mehib ve halkın da çok itibar ettiği bir adamdı. "Bediüzzaman diye biri gelmiş, otelde kalıyormuş, nasıl bir adam olduğuna bir baksanıza." demişlermiş kendisine. Üstadımızın yanında olduğum bir sırada geldi. İçeriye girerken, başı üst eşiğe değecek gibiydi. Üstad'a yaklaşınca Üsdadımız hemen kalktı, misafirin eline yapıştı ve öptü. Vaiz Efendi çok şaşırmıştı. Biraz sonra Üstad konuşmaya başlayınca şaşkınlık ve hayreti iki kat arttı, Bediüzzaman'ın ilmi, hali, büyüklüğü ve gösterdiği bu tevazu karşısında daha fazla dayanamayıp kalktı ve Üstad'ın dizlerine kapandı. O uzun boylu, o edalı ve çalımlı vaiz iki büklüm olmuştu.







İşte ölçüler, kaynaklar bir olunca ses ve görüntü de aynı oluyor. Farkları yok birbirlerinden. Mevlanâ gönlü ummanlar gibi bir insadır ve almıştır herkesi sinesine, Bediüzzaman da bir bahr-i bîpâyândır, o da açmıştır gönlünü herkese. Ve her ikisi de gönüllerinin dışa aksetmesiyle, bakanlara Allah'ı hatırlatan canlı ayetler gibi yaşamışlardır.







Kimbilir o koca İmam-ı Rabbânî Hazretleri de Hindu bir dünyada, Brahmanist bir dünyada nice insanı karşısında dize getirmiştir.. büyüklüğüyle, tevazuuyla, siretinden suretine yayılan nurla ve mümin duruşuyla. Öyle tesirli olmuş ki, Şahın oğlu Alemgir bile onun büyüsüne kapılmış. O devirde hükümdar, Sanskritçe gibi bir din teklif ediyor; yani, biraz Hinduizm'den, biraz Budizm'den, biraz Hristiyanlık'tan, biraz Yahudilik'ten ve biraz da İslam'dan aldığı şeylerle bir bulamaç yapmak istiyor. Müslümanlara zulmediyor. Ve işte böyle bir adamın oğlu, İmam-ı Rabbanî'ye hayran kalıyor ve diyor ki, "Ya imam, babamla alakamı kesmeme ne dersin? İsterseniz bir daha görüşmeyeyim onunla." O günlerde, Ekber Şah İmam-ı Rabbânî'yi hapse atmıştır; ki bunun gibi şeylerden dolayı İslam dünyasında ona "Ekfer Şah" derler. Hapiste olan Hazreti İmam kendisine yöneltilen soru karşısında "Hayır; O, senin babandır. Kur'an, ne olursa olsunlar valideyne iyilikle muamelede bulunulmasını emrediyor." diyor. Ve kavî imanı, aşkın heyecenı, bir de mümince tavrıyla o çevreyi fethediyor.







Görülüyor ki, bu insanlar kendilerini yüce hakikate bağlamış, nefislerini tamamen nefyetmiş ve yok saymışlar. Onlardaki bu adanmışlık ruhu da yeryüzündeki bütün isbatların doğmasına vesile olmuş. Onlar sayesinde insanlar her yerde Cenâb-ı Hakk'ın azametini müşahade etmişler. O büyükler birer ayna olmuş ve etraflarına sürekli rahmet tecellileri yansıtmışlar.



Bu hal ve tavır, her devirdeki zirveleşmiş ruhların şiarıdır. Onlar, oturur-kalkar Rabb-i Kerîm'lerini zikreder.. her hâdise, her düşünce ve her mülâhazayı O'nu anmanın birer bahanesi, hattâ mukaddimesi sayar ve âdetâ, kendileri olarak kendilerinden kaçar, kendilerini duymaz ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden saklama mülâhazaları içinde dolaşır ve vicdanlarında sürekli "araya girme"lerin ızdırabını duyarlar.. yer yer kendilerine takıldıkları olsa da, bunu bir kâbuslu rüya telâkki eder ve bir an evvel ondan kurtulma yollarını araştırırlar...







Maalesef, günümüzde İslam'ı araştıran, dinimize sıcak bakan insanlar bize takılıyor. Kendimizi, Cenâb-ı Hakk'ın adını yüceltmeye tamamen adasak, dinin bir aksesuarı haline gelsek ve insanlar bize takılmasa, onların hakikatle buluşmaları daha kolay olacaktır. Ve esas olan da; aradan çekilmek, aradaki engelleri bertaraf ederek insan gönlüyle Allah'ı buluşturmaktır. Ama biz arada olunca, düşüncelerimiz, tavırlarımız, hallerimiz araya bir engel gibi girince insanlar bize takılıyor; haylulet oluyor, hüsuf-küsuf yaşıyorlar.







İnsanları sıfatlarıyla, ahlakî değerleriyle tartsalar, inanmayanların yüzü güler ve hakiki müslümanlar mahcup duruma düşer, çok utanırlar. Çünkü inançsızlar derler ki, "Hayret! İslam topluluğunda bile bizim sıfatlarımızdan ne kadar çok var!.." ve sevinirler bu kadar nüfuzlarına. Yalan var, dalavere var, sözünde durmama var.. yani İslam dünyası bâtılın alfası değilse betası, betası değilse gaması tesirindedir.. ve maalesef, müslümanların hali iç açıcı değildir, durumumuz yürek kanatıcıdır.







Şu teessür, üzüntü ve gözyaşlarımız kendimizi sorgulamaya bizi sevkederse, ben de abes konuşmadığıma inanacağım. Okuduğum, dinlediğim ve konuştuğum şeyler bana hayat vermiyorsa onların size tesir etmesini bekleyemem; çünkü, meyyit hayat veremez. Elinde hayat kasesi taşıyanlar, bir ayakları her zaman Hızır çeşmesinin başında olanlardır. Onlar dipdiri oldukları içindir ki, söyledikleri her şarkıda hayat nağmesi vardır.







İşte, siz bana bir cümle söylediniz, ben de onu vesile bildim ve bir sürü baş ağrıtacak söz savurdum. Fakat, siz kusura bakmazsınız. "Dertli söylegen olur" derler. İnsanın sıkıntısını, dert ve ızdırabını başkalarıyla paylaşması da bir ihtiyaçtır. Ben halimi, duruşumu, görüntümü beğenmiyorum. İstiyorum ki, halimizle yüksek hakikatlere ayna olalım. Sizlerin de benimle aynı kanaatte olduğunuzu düşünerek bu kadarcık bir dert paylaşımını mahzursuz gördüm. "Neden İslam'a yönelme istenilen seviyede olmuyor?" mülahazasının verdiği inkisarla nefsimi muhatap alıp dertlerimi sayıp döktüm. Fakat, bu arada genel durumu da arzetmiş oldum.







Hasılı, her birimiz Rabbimiz, Efendimiz, din ve milletimiz hatrına bize bakanlara "Yalan yok çehresinde." dedirtmeli; ve muhataplarımızı "Eğer bu insanları böyle yüksek bir karakter ve ahlaka ulaştıran sâik dinleri ise, onların dini de yalan olamaz" hakikatine ulaştırmalıyız.

 
Üst