Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faydasız kalır?

Turab3

Well-known member
Sözler, Sayfa 587

Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faydasız kalır?


İşte, böyle hayret verici muhît bir intizam ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Küll-i Şeyden başka bu san’ata, bu tedbîre, bu rubûbiyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir, hangi sebep müdâhale edebilir?

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:
Diyorsun: "Benim taamlara, nefsime, refîkama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyâya, enbiyâya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin, Kur’ân’ın emrettiği tarzda olsa, neticeleri, faydaları nedir?"

Elcevap: Bütün neticeleri beyân etmek için büyük bir kitap yazmak lâzım gelir. Şimdilik, yalnız icmâlen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyân edilecek; sonra, âhirette tezâhür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyân edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesâbına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur; muhabbet, firâk yüzünden belâlı bir hırkat olur; lezzet, zevâl yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesâbına olmadıkları için, ya faydasızdır veya azabdır (eğer harama girmiş ise).

Suâl:
Enbiyâ ve evliyâya muhabbet, nasıl faydasız kalır?

Elcevap:
Ehl-i Teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallâhü Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur’ân’ın irşâd ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesâbına ve muhabbet-i Rahmân nâmına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.

Ammâ dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni’met ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men etmektir. O vakit, nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez; belki sen nefsine binersin, onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin.

Refîka-i hayatına muhabbetin mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna binâ edilmiş, o refîkaya samimi muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddi hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça, o hal ziyâdeleşir, mesûdâne hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü sûrete muhabbet, nefsânî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muâşereti de bozar.

Peder ve vâlideye karşı muhabbetin Cenâb-ı Hak hesâbına olduğu için, hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyâdeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdâne bir himmet ile onların tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekàlarına duâ etmek, tâ onların yüzünden daha ziyâde sevap kazanayım diye samimi hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktır. Yoksa nefsânî, dünya itibâriyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en​

süflî ve en alçak bir his ile, vücudlarını istiskàl etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhânî bir elemdir.

Evlâdına muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın senin nezâretine ve terbiyene emânet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise, saadetli bir muhabbet, bir ni’mettir. Ne musîbetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me’yusâne feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi, onların Hàlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, "Onlar hakkında o mevt, bir saadettir" dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün, firâk eleminden kurtulursun.

Ahbablara muhabbetin ise, mâdem lillâh içindir; o ahbabların firâkları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhânî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkàt lezzeti dâimî olur. Lillâh için olmazsa, bir günlük mülâkàt lezzeti, yüz günlük firâk elemini netice verir.

Hâşiye

Enbiyâ ve evliyâya muhabbetin ise, ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları sûretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil, belki, bilakis temâyül ve iştiyak hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşâhir-i insaniyeye muhabbeti nevinden olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevâllerini ve mâzi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani, "Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim" diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbâl salonu olan berzah âleminde kemâl-i rahatla ikàmetlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârâne bakar.
Hem, güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni’leri hesâbınadır, "Ne güzel yapılmışlar" tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde hüsünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel âsârdan ef’âl-i İlâhiyenin güzelliğine intikal ettirir; ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet, bu sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.

Gençliğe muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir ni’meti cihetinde sevmişsin, elbette onu ibâdette sarf edersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede, "Eyvah, gençliğim gitti" diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:

Hâşiye

Lillah için bir sâniye mülâkàt, bir senedir. Dünya için olsa, bir sene, bir sâniyedir.

b788.gif

Yani, "Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini, şekvâ ederek haber verecektim."

Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise, mâdem san’at-ı İlâhiyeyi seyran itibâriyledir, o baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zâil olmaz. Çünkü bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği mânâları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o temâşâ lezzetini idâme ettirmekle beraber, o baharın mânâlarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz; lezzetli, safâlı olur.

Dünyaya muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın nâmınadır, o vakit, dünyanın dehşetli mevcudâtı sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraâ-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, herşeyinde âhirete fayda verecek bir sermâye, bir meyve alabilirsin; ne musîbetleri sana dehşet verir, ne zevâl ve fenâsı sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhânede müddet-i ikàmetini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki, sıkıntılı, ezici, boğucu, fenâya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur gidersin.

İşte bâzı mahbubların, Kur’ân’ın irşâd ettiği sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik; Kur’ân’ın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarrâtına işaret ettik. Şimdi, şu mahbubların dâr-ı bekàda, âlem-i âhirette, Kur’ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinâtıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini, bir Mukaddime ve Dokuz İşaretle, yüzden bir faydasını icmâlen göstereceğiz.

Mukaddime

Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havâss ve hissiyât ile, bu derece cevârih ve cihazât ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi’ letâif ve mâneviyât ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi’ ve pekçok âlât ile, hadsiz enva-ı ni’metini, aksâm-ı ihsanâtını, tabakàt-ı rahmetini o insana ihsâs etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyâtlarını, insana o âlât ile bildirsin, tattırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Meselâ, göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu’cizât-ı kudretin envaını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.
Meselâ, kulak sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmûât âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.

Meselâ, kuvve-i şâmme kokular tâifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette, mükâfatı dahi vardır. Meselâ, dildeki kuvve-i zâika

bütün mat’umâtın ezvâkını anlamakla, gayet mütenevvi’ bir şükr-ü mânevî ile vazife görür.

Ve hâkezâ, bütün cihazât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte, Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazâtın, elbette herbirerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ı muhabbetin sâbıkan beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sâdık ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise, katiyen vücudları ve tahakkukları, icmâlen Onuncu Sözün on iki hakikat-i kàtıâ-i sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Sözün altı esâs-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsîlen
b789.gif
olan Kur’ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinâtıyla tasrih ve telvih ve remz ve işârâtıyla katiyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zâten başka Sözlerde ve Cennete dâir Yirmi Sekizinci Sözün Arabî olan İkinci Makamında ve Yirmi Dokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiştir.

Birinci İşaret

Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur’ân’ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve ni’mette ve taam içinde in’âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur’ân’ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir.

İkinci İşaret

Dünyada meşrû bir sûrette nefsine muhabbet, yani, mehâsinine binâ edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil etmeye binâ edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi, o nefse lâyık mahbubları Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istimâl etmiş, cihazâtını, duygularını hüsn-ü sûretle istihdam etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârâne muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letâfetinin numûneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hûrileri o dâr-ı bekàda vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.

En doğru söz ve en beliğ nizam, hakîki mülk sahibi ve sonsuz ilim sahibi olan Allah’ın kelâmıdır. (Hadîslerden derlenmiştir. Meselâ Feyzü’l-Kadîr, 2:175.)

 
Üst