Hep birlikte Esmaul Hüsna ile teffekkür edelim ne dersiniz ?

heysem

Well-known member
Ilk ben baslamis olayim devami gelir insALLAH

Bismillahirrahmanirrahim.
ALLAH (CC)



Zât-ı Zülcelâl'in ve Zât-ı Akdes-i İlâhînin en çok bilinen, en has ve mânâ*ca en kapsamlı ismi, Allah'tır. Bütün İlâhî sıfatlan kendisinde toplayan Allah ismi, doğrudan Zât-ı Akdesi ifâde eder. Allah'ın isimleri, sıfatları, fiilleri ve mukaddes halleri Allah lafza-i Celâli ile anlatılır.
Cenab-ı Hakkın Kur'ân'da en çok geçen ve en yaygın ismi Allah'tır. Bedîüzzaman, Kur'ân'da, Allah lafza-i Celâlinin iki bin sekiz yüz altı (2806) defa geçtiğini kaydeder. Allah ismî çoğul eki kabul etmez. Cenab-ı Haktan baş*kasına isim olarak verilmez. Tarihte putlara da isim olarak verilmiş değildir. Müşrikler Allah'ın ismini tanıyorlar ve Allah'ın yerin ve göğün yaratıcısı ol*duğunu biliyorlardı. Ancak onlar putları Allah ile kendileri arasında aracı ola*rak görüyorlar ve putlara tapıyorlardı.
Kur'ân bu hususta söyle buyurur: "Onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güne*şi ve ayı emri altında tutan kimdir?' diye sorarsan, hiç şüphesiz, Allah'tır!' derler. O halde niçin aldatılıyorlar?" Lafza-i Celâl olan "Allah" lafzı doğrudan Allah'ın zâtına delâlet ettiğinden ve sâir isimleri ve sıfatları da ifâde kapsamına aldığından "İsmi Âzam" sayıl*mıştır.
Ulûhiyete mahsus celâli isimleri daha çok lafza-i Celâlin ifâde ettiğini be*lirten Bedîüzzaman, bu ismin Allah'ın zatî sıfatlarına işaret ettiğini vurgular. Saîd Nursî, kâinatta hâkim olan ilâhî saltanatın ve varlık yönetiminin hiçbir şekilde ortaklığı kabul etmediğini; kâinat ağacının en sonunda yer alan ve "insan" denilen şuur sahibi meyvelerin yaratılış vazifelerinin de, bu ilâhî sal*tanata ve varlık yönetimine karşı umûmî bir şükür ve ibâdetle karşılık verme*leri olduğunu ifâde eder. Bedîüzzaman'a göre, şükür ve ibâdet yerine şirk ko*şulması ve Allah'ın mülkünün ortaklara taksim edilmesi ulûhiyetin haysiye*tine ve kutsî maksatlarına öylesine zıddır ki, Kur'ân'ın şiddetle şirki reddet*mesi ve müşrikleri Cehennem azabı ile azarlaması gayet yerindedir.
Öyle ki, Bedîüzzaman'a göre, bu kâinat kitabının bütün yazıları, fasılları, sayfaları, satırları, cümleleri, harfleri, Allah'ın varlığını ve birliğini göstermek*tedir. Yani bu kâinat bütün birimleri ve zerreleriyle, "Allah'tan başka ilâh yok*tur" demektedir. İnsanın ise kalbi ancak Allah'ı zikirle huzur bulmakta; korktuğu şeylerden emin olması, umduklarına kavuşması ve gerçek mânâda kurtuluşu da, ancak Allah'a sığınmakla mümkün olmaktadır.
Saîd Nursî Hazretlerine göre, her an "Allah" kelimesine, her vakit "Bismillâhirrahmânirrahîm" cümlesine, her saatte ise "La ilahe illallah" kelime-i tev*hidine ihtiyaç vardır. Bütün evliyanın bilhassa "La ilahe illallah" tevhidine devam etmeleri, Allah isminin bütün isimler yerine zikredilebilmesine daya*nır. Yani Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler "Allah" isminde mevcuttur.
 

heysem

Well-known member
Ferd


Allah (c.c.),Ferd'dir. Yani tek, bir tek, yektâ, biricik, izzette ve azamette eşsiz, üstünlükte ve yücelikte misilsizdir. Şân, şeref ve ulviyette benzersiz, bütün kemâl sıfatlarda tektir. Zâtında birlik sâhibidir, soyuttur ve teklikte benzersizdir. İstiklâl ve ferdiyet sahibidir, varlığında ve sıfatlarının tecellîlerinde birlik esastır.
Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği Ferd ismiyle Cenâb-ı Hakkın Vahid-i Ehad, Ferd-i Samed, ferdiyet ve ferdâniyet sahibi olduğunu anlıyoruz.
Her şeyin her şeyle bağlı bulunduğunu beyan eden Saîd Nursî Hazretleri; bir şeyin her şeysiz yapılamayacağını, bir şeyi halk edenin her şeyi halk edenden başkası olmadığını; binâenaleyh, kâinatta tek bir şey bile olsa, yapan ve yaratan zâtın Vâhid, Ehad, Ferd ve Samed olmasının zarûrî olduğunu belirtir. Bedîüzzaman, Ferd isminin Hazret-i Ali (r.a.) hakkında İsm-i Âzam olan altı isimden birisi olduğunu kaydeder ve yedi işâretle Ferd isminin gösterdiği hakîkî tevhidi beyan eder. Bunlara kısaca işâret edelim:
Birinci İşâret: Ferd İsm-i Âzamı bir bütün olarak azâmî bir tecellî ile kâinatın her bir birimine birer tevhid imzâsı ve vahdâniyet mührü koymuştur...
İkinci İşâret: Ferd isminin vahdet cilvesi, bütün kâinatı bir birlik içine almıştır. Her şey o birliği îlân etmektedir...
Üçüncü İşâret: Ferd isminin âzamî tecellîsi ile kâinatın her bir ferdi, bir biri içinde, bir gül goncasının iç içe girmiş yaprakları gibi, hadsiz mektup sayfaları hükmündedir...
Dördüncü İşâret: Ferd isminin yüksek cilvesinin vücudu hem güneş gibi net ve açık, hem de vücub derecesinde zorunludur. Bu cilvenin zıddı ve muhâlifi olan şirk ise, sonsuz derece akıldan uzak ve imkânsızdır...
Beşinci İşâret: Hâkimiyetin en esaslı vasfı istiklâl ve infiraddır, yani tekliktir. Zayıf ve âciz insanlar bile hâkimiyet sahibi olduklarında başkalarının müdâhalesini reddetmektedirler. Bazı pâdişahların mâsum evlâtlarını ve çok sevdikleri kardeşlerini merhametsizce idamları, bu müdâhaleyi reddetme haysiyetine dayanmaktadır. İşte rubûbiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlâhiye gayet şiddetle şirki, iştirâki ve başkalarının müdâhalesini reddetmektedir. Kur'ân, "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, ikisi de harap olurdu" (Enbiyâ Sûresi: 22) âyetiyle bu sırra işâret etmektedir...
Altıncı İşâret: Cenâb-ı Hakkın ferdiyeti, beşerin bütün istek ve arzûlarının meydana gelmesi için yegâne çâredir. Beşerin çok şiddetli beka arzûsu buna misaldir....
Yedinci İşâret: Hakîkî tevhîdi bütün mertebeleriyle en mükemmel bir sûrette ders veren, ispat ve îlân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın 'peygamberliği', elbette o tevhîdin kat'iyeti derecesinde sâbittir. Çünkü tevhîdi bütün hakîkatiyle, o ders vermektedir. Onun ulviyetini ve büyüklüğünü idrâk etmek için üç esasa dikkat etmek lâzımdır:
1. Bütün ümmetin, bütün asırlarda işledikleri hayır ve hasenâtın bir misli, "Sebep olan yapan gibidir" sırrınca Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) hasenât sayfasına geçmektedir...
2. İslâmiyetin kaynağı, çekirdeği, hayatı ve modeli olan Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) mâhiyetinin fevkalâde istidadı ve kâbiliyetleri ile, İslâmiyetin mübârek kelimelerini, kutsî zikirlerini ve yüksek ibâdetlerini en evvel, bütün mânâlarıyla hissedip yapmaktan gelen rûhî terakkisi, her velâyetin üzerindedir. Çünkü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Zât-ı Akdesten tâze ve turfanda olarak aldığı bütün tesbîhleri ve zikirleri önce bizzat kendisi fevkalâde istidâdıyla emmiştir.
3. Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) zâtını bütün beşeriyet namına, hattâ bütün kâinat hesabına Kendine muhatap alan Zât-ı Ferd-i Zülcelâl, elbette onu hadsiz yüksek ahlâka ve sınırsız feyzine mazhar kılmıştır.
İşte, Hazret-i Muhammed (a.s.m.), kâinatın mânevî bir güneşi olduğu gibi, aynı zamanda kâinat denilen Kur'ân-ı Kebîrin en büyük âyeti ve İsm-i Ferdin yüksek cilvesinin bir aynasıdır.

ALINTI
 

duygu_bulut

Well-known member
KUDDÜS
"Yeri de döşeyip düzenledik. Biz ne güzel donatıcıyız!" Zâriyât Sûresi, 51:48.
âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Kuddûs isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi kemâl-ı zuhurla, hem vahdet-i Rabbâniyeyi kemâl-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:
Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.
Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece parlak, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz.
Zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.
Demek bu fabrikaya bakan Zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.
Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semâvâtın fezasında tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvânâtın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak, yalnız birkaç semâvî taşlar düşmüşse de, hiç kimsenin başını kırmamış.
Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, ber ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.
Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sayfaları da öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddûs'ün bir cilve-i âzamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü'l-lâhm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.
Belki o kudsî evâmir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ dahi dinleyip bedenin hüceyrâtında tanzifat yaptıkları gibi, nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.
Ve o emri, gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava, zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemâl-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor.
Ve o evâmir-i tanzifiyeyi, yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri, en güzel, en sâfi, en lâtif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar.
İşte bu tek fiil, yani, birtek hakikat olan tanzif, ism-i Kuddûs gibi bir İsm-i Âzamdan, kâinatın daire-i âzamında görünen bir cilve-i âzamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbâniyeyi ve vahdâniyet-i İlâhiyeyi, Esmâ-i Hüsnâsıyla beraber, güneş gibi, geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.
30.LEM'A BİRİNCİ NÜKTE, ALINTI
 

duygu_bulut

Well-known member
Bu kelâm, acz-i beşer marazına ve fakr-ı insan hastalığına mücerreb bir devadır. Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.

O Mûcid, Mevcud-u Bâkî olduğundan, mevcudatın zevâlinde bir beis yoktur. Çünkü mahbubun vücudu daimîdir.

O Sâni ve Fâtır-ı Bâkî olduğundan, masnuâtın zevâli hüznü mucip değildir. Çünkü medâr-ı muhabbet olan, onların Sâniinin esmâ ve sıfâtı bâkîdir.

O Melik ve Mâlik-i Bâkî olduğundan, mülkün zevâl ve gidiş gelişlerle yenilenmesinde mucib-i teessüf bir hal yoktur.

O Şâhid ve Âlim-i Bâkî olduğundan, sevilen şeylerin dünyadan kaybolup gitmeleri tahassüre sebebiyet vermez. Çünkü o mahbubatın vücudu, Şahid-i Ezelînin daire-i ilminde ve nazarında beka bulmaktadır.

O Sahib ve Fâtır-ı Bâkî olduğundan, güzel şeylerin zevâli keder vermez. Çünkü onların güzelliklerinin menşei olan Fâtırlarının esmâsı bâkîdirler.

O Vâris ve Bâis-i Bâkî olduğundan, ahbâbın firakından âh ü vâh etmek gerekmez. Çünkü bütün onlar kendisine dönen ve onları tekrar diriltecek olan Zât Bâkîdir.

O Cemîl ve Celîl-i Bâkî olduğundan, güzel şeylerin zevâliyle mahzun olmak gerekmez. Çünkü o güzeller, güzel olan Esmânın aynalarıdırlar; Esmâ ise, aynaların zevâlinden sonra, kendi güzellikleriyle beraber bâkîdir.

O Mâbud ve Mahbub-u Bâkî olduğundan, mecazî mahbupların zevâlinden elem çekilmez. Çünkü Mahbub-u Hakikî bâkîdir.

O Rahmân, Rahîm, Vedûd ve Raûf-u Bâkî olduğundan, zâhirî nimet verici ve şefkat edicilerin zeval bulmasının ehemmiyeti yoktur; onlar için gam çekilmez ve ye'se düşülmez. Çünkü rahmet ve şefkati herşeyi ihâta eden Zât bâkîdir.

O Cemîl, Lâtif ve Atûf-u Bâkî olduğundan, lütuf ve şefkat sahiplerinin zevâli azap sebebi olmadığı gibi, ehemmiyet dahi verilmez. Çünkü onların hepsine bedel olan ve bütün bunlar, Onun tecelliyâtından birtek tecellînin yerini tutamayan Zât bâkîdir.

Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın -alıntı
 
Üst