Münâkaşa, Münâzara ve Müzâkere

Abdülbâkî1

Active member
Tenkid Meselesi ve Tenkidde Ölçü

Münâkaşa, Münâzara ve Müzâkere
Münâzara başka, münâkaşa başkadır. Müzâkere ve fikir teâtisi ise daha başkadır. Hele ki ölçüsüz ve mizânsız münâkaşa hem söyleyene hem de dinleyene ve de okuyana zarardır.

Münâkaşa; kısaca ölçüsüz ve mizansız tartışmaktır. Sert tartışma ve ağız kavgası şimdilerde ise kalem (klavye) kavgasıdır. Bir konu hakkında, hep kendini haklı göstermek için karşısında konuşan kimsenin kalbini kıracak şekilde sözü uzatmak ve gönül incitmektir. Elhâsıl kötü bir huydur. Münâkaşada devrede hisler ve nefisler vardır. Hak, hakîkat ve insaf münâkaşada devre dışıdır. Çünkü akıl, kalb ve ruh münâkaşa meydanında his, nefis ve şeytana mağlup durumdadır. Neticede kârlı çıkacak olan nefis ve şeytandır. Çünkü münâkaşa hak namına değil his ve nefis namına neticelenir. Bu nedenle olsa gerek İmam-ı Şafi "münakaşa câiz değildir," demiştir. Çünkü münâkaşada kişinin enesi de devreye girip netice menfî olarak sonuçlanacaktır. Böylece münâkaşa bütün fayda kapılarını kapatmaktadır.

Münâzara ise karşılıklı konuşmadır. Bir konuda karşıt görüşleri savunanların fikirlerini çarpıştırdıkları bir tartışma platformudur. Münâzaralar birer fikir ve söz yarışmasıdır. Dahâ sağlıklı ve îtidâllidir. Taraflar karşılıklı olarak fikirlerini ortaya koyar ve neticeye ulaşmak için fikirlerini karşılıklı tartıştırırlar. Bu tartışmada çok ölçüsüz ve mizânsın hâl yoktur. Herhangi bir konu üzerinde zıt düşüncelerin karşılıklı olarak savunulmasıdır. Münâzarada önemli olan savunmadır. Kendi tezini tam ve hakkını vererek savunan çok kişiyi iknâ edebilir ve kendi fikrine taraftar kazanabilir.

Bir de müzâkere vardır. Bir konuyla ilgili görüşme, danışma ve konuşmadır. Müzâkere bir meselenin görüşmeye açılması ve tartışılmasıdır. Taraflar ilmî bilgi ve belgeleri ile meseleyi görüşür, konuşur ve neticeye bağlamaya çalışırlar. Müzâkere dahâ sağlıklı ve sıhhatli bir fikir paylaşımıdır.

Şimdi bu girizgâhtan sonra yazılan yazılar ve özellikle yorumlara gelmek istiyorum. Toptancılık yapmak doğru değil, ancak çok hırpalayıcı ve zararlı yorumlar ve yazılarla karşılaşıyoruz. Hele ki bunları yapanlar Nûra muhatap olanlar ise çok daha önemli bir mesele ile karşı karşıyayız diye düşünüyoruz. Çünkü Nûra muhatap olanların ellerinde İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri gibi çok mühim ve kıymetli eserler var. Bunlardan başka yüzlerce Lâhika mektubu ve hizmet prensipleri mevcut. Buna rağmen hâlen hissî ve duygusal yazılar ve yorumların izahı çok zor. Hiç damarımıza dokundu demeden bir defa dahâ Risâle-i Nûrlarla yüzleşelim. Yazılarımız ve yorumlarımızı Risâle-i Nûr mihengine vuralım. Altın çıkarsa da bakır çıkarsa da ne yapacağımız belli.

Aşağıya alacağım yerde bakınız nasıl bir ölçü veriliyor bizlere.”Risâle-i Nûr, imân ve Kur'ân muhaliflerine karşı mücadelesinde cebir ve münâzaa yolunu değil, iknâ ve ispat yolunu ihtiyâr etmiştir. ” (1). Madem Kur'ân muhaliflerine karşı cebir ve münâzaa yolunu değil, iknâ ve ispat yolunu ihtiyâr edeceksek, ehl-i imân ve Nûr kardeşlerimize karşı hangi yolu ihtiyâr etmeliyiz acaba?

Bir meselede haklı olmak kadar o meseleyi anlatma zemin ve şartlarımızın da haklı olması gerekir. Hiç bir kimse haklı dâvâsını haksız metodlarla neticeye ulaştıramamıştır. Eğer bir meselede kendimizi haklı addediyor ve hak aramaya başlayacaksak o meseleyi neticeye götürecek olan vasıtalarımızın ve metodumuzun da haklı olması gerekir. Meşrû zeminlerde meşrû dâvâmızı savunmalı ve hakkımızı meşrû yerlerde ve zeminlerde aramalıyız. Yoksa haklı iken haksız ve neticesiz bir sonuca ulaşırız.

Münâkaşa dostlukları öldürür ve kalbleri kırar. Zarar verir zarar eder. Hiçbir kimse münâkaşa ile sonuç alamamıştır. Zahiren aldım sanmıştır ancak zımnî bir kin ve adâvete sebep olmuştur. Bir gün mutlaka karşısına çok daha şiddetli olarak çıkacaktır. Allah muhâfaza, belki de telafisi mümkün olmayan bir noktaya gidebilecektir.

Bu mânâda Risâle-i Nûrlardan bir kısım yerler ekleyelim. Bedîüzzamân münâkaşa ve müzâkere ile ilgili şöyle açıklamalar yapmaktadır.
“Eğirdir'de bir münâkaşa -i ilmiye işittim. O Münâkaşa, hususan şu zamanda yanlıştır… Bu çeşit mesâili münâkaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzâkeresi câiz olabilir. O müzâkere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muârızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var. …Avâm içinde müşkülât-ı hadisiyeyi münâkaşa etmek, izhâr-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enâniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak câiz değildir. ” (2)

Böylece müzâkere-i ilmiyenin şartlarını Üstad Bedîüzzamân ne kadar güzel izah etmiş. Münâkaşanın ise bu zamanda zararlarını da şöyle ifade etmiştir.“Hâlbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münâkaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruâttaki ihtilâfı bırakmaya ve medâr-ı münâkaşa etmemeye mecburuz. ” (3)

Bizleri tenkit edenlere kaşı ise Üstad Bedîüzzamân şu ifadelerle yol göstermiş.”O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münâkaşa ve münâzaraya sevk etmeyiniz.

Hattâ tecavüz edilse de bedduâyla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imânı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, dahâ müthiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nûr var, topuz yok. Nûr kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enâniyeti de varsa, enâniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhâfaza ederek oradan geçip giderler. " (4) düsturunu rehber edininiz. ” (5)

Ayrıca Üstad Bedîüzzamân gelen ifadelerle talebelerine ne kadar istikametli ve muhâkemeli yol göstermiş.“Hem münâkaşa, münâzaa ve mesâil-i dînîyede damarlara dokunacak tarafgirane mübâhese etmemek lâzımdır ki, Nûr aleyhinde garazkârlar çıkmasın. ” (6)

“Meşrebimiz münâkaşa ve münâzara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan,… ” (7)

Şimdi hâl böyleyken Nûr’un şakirtleri çok dahâ müteyakkız olmalı. Yazdıklarına, konuştuklarına ve yorumlarına âzamî dikkat etmeli. Münâkaşaya sebep olabilecek ve dahâ ileri hak ve hukûka girebilecek söz ve fiillerden kaçınmalıdır. Meselelerini ise müzâkere yaparken “insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan” devam ettirmeli ve zarar vermeden neticelenmesine gayret göstermelidir.

Dipnotlar:
1-Tarihçe-i Hayat - Barla Hayatı,2006,s:246
2-Mektubat,2004,s:586
3-Şualar,2005s:633
4-Furkan Sûresi, 25:72.
5-Kastamonıu Lâhikası,2006,s:357
6-Emirdağ Lâhikası,2006,s:468
7-Emirdağ Lâhikası,2006,s:726

 

Hakikat

Well-known member
Ayrıca Üstad Bedîüzzamân gelen ifadelerle talebelerine ne kadar istikametli ve muhâkemeli yol göstermiş.“Hem münâkaşa, münâzaa ve mesâil-i dînîyede damarlara dokunacak tarafgirane mübâhese etmemek lâzımdır ki, Nûr aleyhinde garazkârlar çıkmasın. ” (6) EMIRDAG LAHIKASI



Meselelerini ise müzâkere yaparken “insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan” devam ettirmeli ve zarar vermeden neticelenmesine gayret göstermelidir.
 

Abdülbâkî1

Active member
Cevap: Tenkid Hastalığı

Tenkid Hastalığı

Tenkid, ölçüsüz ve menfî eleştiridir. Münekkid de tenkidkâr olandır. Nedir bu tenkid ki insanları hop oturtup hop kaldırıyor. Tenkid kolay kolay hazmedilemiyor. Kimsenin hoşuna da gitmiyor. Tenkid edilmekten çoğu insan hoşlanmıyor. Çünkü tenkid insanları hırpalıyor. İnsanın kimyasını bozuyor. Tenkid karşısında insanlar bütün savunma mekanizmaları ile harekete geçebiliyor. Bazı insanları küstüren ve kendi alemine hapseden de insafsız tenkitler gözüküyor.

Tenkid eden müsbet hareket de edemiyor. Hele bazı mizaçlar tenkidler karşısında dişlerini gıcırdatarak dudaklarını ısırıyor. Fırsatını bulanlar da kalemi ve çenesi ile mukabele-i bilmisil kaidesi gereğince tenkitçilerin kendince hakkından geliyor. Veriyor ve veriştiriyor. Bazen de Lem’a-yı İhlâsda buluna bir cümleye hemen atıfta bulunuluyor. ”Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.” Buradan “Beni tenkid edemezsiniz bakınız burada ne yazıyor?” Savunması devam ederken ancak “Ben tenkid etmeye devam edebilirim” hastalığı da devam edebiliyor. Yani ben tenkid edebilirim ancak beni tenkid edemezsiniz. Yoksa…!” Bu hallerle de karşılaşmıyor değiliz çoğu zaman. İşte nefsin halleri ve hileleri devam ediyor böylece.

Nefis bu tür mukabelelerden elbette çok zevk alıyor olmalı. Hele ki şeytanın keyfine diyecek yoktur bu gibi menfî tenkid durumlarında. İnsan tenkidden daha ziyade övülmekten hoşlanıyor. Alkışlanmak ve pohpohlanmak nefs-i insânın en matlub arzusu olarak görülüyor. Tenkidin adı bile sevimsiz geliyor insan nefsi için.

Niçin bu kadar sevimsizdir tenkid acaba? Yoksa nefis tenkid karşısında noksanlığını mı görüyor? Feveranı bu yüzden midir? Bilemiyoruz. Herkes kendi âleminde bunun muhakemesini yapabilir.

Asrın Sahibi ve son müceddidi olan Bediüzzaman elbette ki her konuda çıkış yolu gösterirken bu konuda da Risale-i Nur külliyatında gerekli izahları yapmış ve uyarılarda bulunmuştur. O’na kulak vermek ve O’nun reçetesi ile tenkid meselesine bakmanın en isabetli bakış açısı olacağı kanaatindeyim. Öncelikle Bediüzzman’ın tenkid konusunda talebelerine uyarıları ile karşılaşıyoruz Risale-i Nurlarda. İşte birkaç numune; ”Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz. (On Üçüncü Şua, 2006,s:518)”

Öncelikle birbirimizin kusuruna bakmayacağız. Kusur arayan değil kusura bakmayan olacağız. Çünkü “İnsan kusurdan, nisyandan hâli değil.” der Bediüzzaman.

Hiddet yerinde hürmet edeceğiz. Belki karşılaştığımız davranış ve fiil hiddeti gerektiriyor olabilir. Ancak yine de hiddet etmeyip yönümüzü ve niyetimizi hürmete ve hizmete çevireceğiz. Maharet burada başlıyor. Zaman hiddeti değil hürmeti zaruri kılıyor. Bizler de hürmette ileride olmakta yarışacağız.

İtiraz yerinde yardım edeceğiz. Öyle diyor Nur Üstadımız. Belki de itiraz edecek öyle haklı yönlerimiz ve gerekçelerimiz var ki! Yine de itiraz etmeyeceğiz. Bu durumda haklı da olsa kusur arayan, hiddet eden ve itiraz eden Üstadın yanında haksız duruma düşüyor. İşte bunun delil; “Sakın, sakın münakaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.( On Üçüncü Şua,2006,s:508)”Anladığım hakikatler bunlar bu cümlelerden.

Bediüzzman’dan uyarılar devam ediyor.” Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı."(Yirmi Sekizinci Lem'a-2005, s.642)”

Öncelikle birbirimizi tenkid etmeyecekmişiz. Yani menfi tarzda ve insafsızca eleştirmeyeceğiz. Niçin eleştirmeyeceğiz acaba? Çünkü bu asır helâket ve felâket asrı, fitne ve fesâd asrı. Hem “Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş.(Şualar,2006,s:913)” Bu nedenle de bu asırdaki cereyan-ı nemrûdâneler ehl-i imanın arasındaki en küçük tenkidi ve eleştiriyi dahi kendi lehlerinde istimal edecekler ve bununla darbeler vuracaklar. Buna işareten Bediüzzaman Uhuvvet Risalesi’nde şöyle demektedir. “Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.( el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530 )" İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman en küçük menfî tenkid ve eleştiriyi dahi kabul etmemiş ve özelde talebelerini genelde de ehl-i İslâmı tenkid hastalığından kaçınmaya ve azami olarak dikkat etmeye davet etmiştir.

Bediüzzaman insanın kusurdan hali olamayacağını ve hatalı olabileceğini söylüyor. Bu manada tarihlere ve zamanlara hatta kıyamete kadar ışık tutabilecek çok önemli prensipler sunuyor.” Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sûiistimâlât olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i a'mâl düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat râcih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder, affettirir. Madem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür. (Mektubat,2005,s:753)” Öyleyse bizlere de düşen bu ölçülerle hareket etmek ve muamele yapmak. Bundan ilerisi zarar ve hata olacaktır.

Asrın Sahibi uyarılarına devam ediyor. Çok önemli ve bir o kadar da dikkat edeceğimiz hakikatleri sunuyor nazarlarımıza. Zamanın tahlilini yapıyor ve bütün dikkatleri oraya yöneltiyor. Ve şöyle diyor.” "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder." (Yûsuf Sûresi, 12:53.) âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında, müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir.( Emirdağ Lâhikası,2006,s:732)”.

Şimdi bu zamanda hücum ve tahribatı yapanlar ejderhalar ve ifritler hükmünde olan dinsizlik komiteleridir. Böyle bir zamanda birbirimizde görünen hakikatte sinek kanadı kadar kusurları büyütmek ve tenkid etmek o hücum eden ejderhalara ve ifritlere yardım hükmüne geçecek ve bizleri de mes’ul edecektir. Bu mes’uliyete bile bile ortak olmamak için azami derecede dikkat etmek zarureti ile karşı karşıyayız. Bu imtihanı kazanmak için Bediüzzman’a kulak vermek ve onun uyarıları ile tahrip edici tenkidlerden kaçınmak zorundayız. Bu manada yine Bediüzzaman’ın uayarılarına kulak verelim ve yazımızı onun Kur’andan aldığı edviye-i Kur’âniye reçetesini istimal ederek bitirelim.

Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer'iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur'a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de, Emin de biliyorlar ki, mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi, size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. "Acaba yeni bir taarruz mu var?" diye muzdarip idim.

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risale-i Nur'un kahraman şakirtleri her müşkilâta galebe ettikleri gibi; inşaâllah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler. (Kastamonıu Lâhikası,2006,s:340)

FEYZ-İ NÛR: Tenkid Hastalığı
 

Abdülbâkî1

Active member
Cevap:Sâik-i Tenkid

Sâik-i Tenkid

Tenkit meselesini farklı açılardan değerlendirmeye devam ediyoruz inşaâllah. Risale-i Nur satırları arasında her meselede olduğu gibi tenkit meselesinde de menfî ve müsbet iki cihet olduğunu görüyoruz. Hatta Bediüzzaman’a “Tuluât” adlı eserinde özellikle dini işlerde tenkidi nasıl gördüğü soruluyor. Bediüzzaman ise bu soruya çok önemli ve bir o kadar da ilginç cevaplar veriyor. Birlikte takip edelim.

S - Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umur-u diniyede.
C -Tenkidin sâiki, ya nefretin teşeffisidir, veya şefkatin tatminidir. (Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi.) Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde kabule temayül ve tercih şefkatten; redde temayül ve tercih-vesvese olmazsa-nefretten geldiğine ayardır.” Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." (Dîvânü'ş-Şâfiî, s.91.) ”Sâik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i Salihînin tenkitleri gibi…(Eski Said Eserleri, Tuluât–2009, s:581)

Burada öncelikle tenkidin sâikinin yani eleştiriye yönelten ve götüren duygunun ya nefretin rahatlaması ve öç alması veya şefkat duygusunun tatmin edilmesi olduğu belirtiliyor. Öyleyse menfî tenkidin öncelikli sâikinin altında insan nefsinin nefret duygusunun tatmin edilmesi olduğunu anlıyoruz. Müsbet tenkidin sâikinin altında ise insanın şefkat duygusunun ve acıma hissinin tatmininin yattığını görüyoruz. “Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır.(Mektubat–2005,s:444)” hakikati de müsbet tenkidin sâikinin şefkatin tatmini olduğuna güzel bir misaldir.

Tenkidin sâikinin şefkatten ve nefretten kaynaklandığına dair yukarıdaki Tuluât’ta geçen cümleyi incelemeye devam edelim.

Sıhhat, doğruluk, gerçek veya ifsad, karışıklık, fenalığa ihtimal olan durumlarda bunları kabule meyletmek ve tercih etmenin şefkatten kaynaklandığını anlıyoruz. Çünkü şefkat duygusu nur-u îmânla bir mü’minin diğer mü’mine faydalı ve yararlı işlerde yardımcı olmayı ve o mü’min için sıhhatli işleri onun lehinde istemeyi gerektirirken, o mü’minin fesadına vesile olan bir fiilî de şefkati gereği istemediğini anlıyoruz. Bu durumun tam tersine işleyen bir halin de nefis ve nefretten geldiğini öğreniyoruz.

Öyleyse mü’min mü’minin iyiliğini isteyecek ve iyiliği için ona dua edecek, onun hataları için ise şefkat edecek ve o hata ve kötülükten kurtulması için uyarısını ve yardımını Allah için yapacaktır. Çünkü “Allah için sevmek, Allah için buğz etmek." (Buharî, Îmân: 1).“ Peygamberimiz (asm)’in emridir. Ayrıca “Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır.” sırrınca bir mü’minden Allah için razı isek onun ayıplarını aramak ve yaymak değil ıslâhına çalışmak ve yardımcı olmak imânımızın gereği olan şefkatin yansıması olmalıdır. Eğer mü’min kardeşimize nefis ve insafsız nazarımızın hatırı için nefret duygusu ile bakar ve hareket edersek o zaman gizli kusurlarını da açığa çıkarmaya çalışırız, zarar ederiz ve zarar veririz.

Allah kusurları açığa çıkarandan değil affedici davranandan razıdır. Kazanan affeden olacaktır. Çünkü ” Allahü teâlâ affedicidir, affedenleri sever. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:”Affet, marufu emret ve cahillerden yüz çevir! (Araf:199) Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: Affedin ki, Allahü teâlâ da sizi affetsin ve şerefinizi yükseltsin! (İsfehani)Allah rızası için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Müslim)”

Burada tenkit meselesinde çok önemli bir noktayı daha inceleyelim.” Sâik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i Salihînin tenkitleri gibi…( Eski Said Eserleri, Tuluât–2009, s:581)” Bu cümlede bizleri müsbet tenkide sevk eden muharrik duygunun aşk-ı hak yani hakka ve gerçeğe duyulan şiddetli sevgi ve hakikati kusurdan koruma, tenzih etme ve uzak tutma arzusunun yatığını anlıyoruz. Bu tenkidin ise ehl-i sünnet ve cemaatin ilk rehberleri, İslâm’ın ilk dönemlerinin sâlih insanları olan Selef-i Salihînin tenkitleri gibi olması gerekiyor. Çünkü Selef-i Salihîn sadece aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat noktasında sâik-i tenkid yapmışlar ve bu tenkitleri Allah için olmuş, mü’min kardeşlerine şefkatten ileri gelmiştir.

Cerbeze hakkı batıl, batılı hak görecek kadar aldatıcı bir halin ve zekânın (kuvve-i akliyenin) ifrat derecesidir. Bir hastalık olan gururla da “insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur sâikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. (Mesnevî-i Nuriye-2006,s:106)“ Böylece cerbeze ve gurur en müthiş iki dehşetli hastalıktır ve menfi tenkid ise bu iki hastalığa dayanmaktadır.

Öyleyse menfî tenkidi besleyen sâikler nefretin teşeffisi (rahatlaması ve öç alması),cerbeze ve gururdur. Bu manada Hutbe-i Şâmiye’de “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir.” denilmektedir. Devam eden cümlelerde ise tenkidi insafın işletmesi halinde o tenkidin müsbet netice vereceği ve hakikati parlatacağı söylenirken; eğer gururun tenkidi işletmesi durumunda ise menfî netice vereceği ve tahrip edip zarar vereceği belirtilmektedir. Bu manada” Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.( Hutbe-i Şâmiye –1996, s:147)” denilmektedir.

Evet, hakikat budur. Bu hakikate gözümüzü kapamak sanırım büyük vebâl olur. Bizler hem ehl-i İslâm hem de Nur Talebeleri olarak nefretin, cerbezenin ve de gururun işlettiği bir tenkidden, îmânın, şefkatin ve de insafın işleteceği bir tenkidi istimal edenlerden olmamız elzemdir. Bunu hayata şamil yapmak boynumuzda bir vecibedir.

Acilen Selef-i Salihînin tenkitleri gibi sâik-i tenkit noktalarına sarılmak durumundayız. Aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olan ve Risale-i Nur mesleğimizin de dört esasından biri olan şefkat düsturunun bir izdüşümü ve tatmini olan müsbet tenkidi istimal etmeliyiz. Çünkü “Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder.(Sözler–2004,s:773)” bir hakikattir.

Şimdi bizler ehl-i îmân olarak enfüsî bir muhasebe ve murâkabe yapabilecek miyiz? Yoksa yine nefsî, hissî ve vehmî davranmaya devam mı edeceğiz? Yıpratıcı, menfî, zararlı, yıkıcı, negatif bir yaklaşım olan menfî tenkidden; yapıcı, müsbet, faydalı ve pozitif olan müsbet tenkit yaklaşımına geçebilecek miyiz? Evet, ”Sâik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı.” ve “Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler.” prensiplerini hayatımıza mihenk yapmayı başarmalıyız. Yoksa “Saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz. (Lem’alar–2005,s:390)” Vesselâm.

 

Abdülbâkî1

Active member
Zihniyet-i İnhîsar
Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor. (1) Yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyeti temsil eden zihniyet-i inhisar, nefsini ve kendini sevmekten kaynaklanmaktadır. Bütün içtimaî ve sosyal hayatın hastalıkları nefsin bu haletinin ürünüdür. Bu anlayışta tekelcilik ve tek tip düşünce hâkimdir.

Çünkü nefsi ona öyle söyletmektedir. Senin fikrin en güzeli, hak sadece senin yolundur dedirtmektedir. Nefisten, sadece senin düşüncelerin iyidir, diğerleri iyi değildir fısıldamaları vardır.

İnsanın en büyük düşmanıdır nefis. Nefsini seven başkasını sevemez. Nefsine muhabbet ve itimat eden başkasına muhabbet ve itimat da edemez. Çünkü nefis avukat gibi kendini savunur ve hep kendine yontar. Kendi söylediği hep doğru başkalarının söylediği hatalıdır ona göre. Çünkü bir defa kişi tekelci ve inhisar zihniyeti ile nefsinden ders almışsa netice sosyal bir hastalık olan bencillik ve gurura kadar gidecektir. Bu hal toplumsal bir marazı netice verecek ve bütün nizânın kaynağı da buradan çıkacaktır ve de çıkıyor.

Hâlbuki asrın sahibi olan Bediüzzaman reçeteyi yazmıştır. Âlem-i İslâmın hayatının ittihatta olduğunu söylemiştir.Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı.demiştir.

Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."demiştir.

Sonra;Dememeli: "Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir. (2) "demiştir.

Ancak nefis söz dinlemiyor. Çünkü nefis dersini şeytandan alıyor. Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibi çalışmaktadır. Dersini şeytandan almaktadır. Bize en yakın olan nefsimizdir. Ancak ona itimad edilmez ve edilmemelidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister. Bir peygamber dahi ona itimad etmemiştir. Kuranın lisanıyla şöyle demiştir. "Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka. (3) "

Ancak insan aldanır. Kalb iman ile kuvvetlenmezse fena meyelanlar nefisten ve histen çıkar ve insanı aldatabilir. Nefis insanın en büyük imtihanı ve düşmanıdır. Ondan gelen fena meyelanlara karşı iman kuvveti ile dayanmak gerekir.

Nefis en yakın iman kardeşine karşı su-i zanna bizi itebilir. Kendi fikirlerini daha isabetli başkalarının ise isabetsiz görebilir. Çünkü tekelci zihniyete meftundur nefis. Hem kendini kusursuz addeder, başkalarını ise kusurlu görür.

Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi(iman edilmesi zaruri olan dinin esaslarını), mesail-i cüz'iye-i fer'iye-i hilâfiyeyle(şeriatın itilaflı bulunan teferruata dair cüzî meseleleriyle) mezc edip(karıştırıp), ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar vardır.

Zira Musavvibenin ( Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder" diyenlere ilm-i usul ıstılahınca Musavvibe denir.) muhalifi olan Tahtiecilerden(hatalı görmeyi meslek edinenlerden) biri der ki: "Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var."

Halbuki cumhur-u avam(halkın çoğunluğu), mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden(içtihada konu olan ispatlanmamış esaslardan) vâzıhan(açık şekilde) temyiz etmediğinden(dikkatle ayırmadığından), sehven veya vehmen Tahtieyi (kendi dışındakileri hatalı görmeyi) filcümle(tamamına) teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir(büyük tehlike ve zarardır).

Bence, Tahtîeci (kendi dışındakileri hatalı gören), hubb-u nefisten (nefsini sevmekten) neşet eden inhisar zihniyeti(yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyeti) illetiyle malûldür(hastalığyla özürlüdür). Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden (Kuranın toplayıcılık ve evrenselliğinden) ve umum tabakat-ı beşere(insan tabakalarına) şümul-ü hitabından(söz söylemenin kapsamlı olmasından) gafletle mes'uldür.

Hem Tahtîecilik fikri(kendi görüş ve mezhebinin dışındaki her şeyi her fikri hatalı görmeyi meslek edinme mesleği), sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah(ruhların dayanışma içinde olması), tevhid-i kulûb(kalblerin ve gönüllerin birlik içinde olması), tehâbbüb(sevgi göstermek ve muhabbet etmek) ve teâvüne (yardımlaşmaya)büyük rahneler(yaralar) açmıştır.
Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz. (4)

Bediüzzaman başka ne desin? İşte reçete ortada. Bu Kuranî reçete,okumak, anlamak ve kabul ederek yaşamak için ehl-i İslâmı bekliyor.

Dipnot:
1-Lemeât, 2006,s:1170
2-Sözler,2006,s:1170
3-Yusuf Sûresi, 12:53.
4-Sünuhat,2007,s:112-113

FEYZ-İ NÛR: Zihniyet-i İnhîsar
 
Üst