Lâfz-ı Celâl Ve Hikmet-i Şuunât...

ebrar172

Well-known member
Zât-ı İlâhi:
“Cenâb-ı Hakk’ın, bütün sıfatları, fiilleri, isimleri
sonsuz kemalde bulunan ve her türlü noksanlıktan
münezzeh bulunan Zâtı.”

“İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları vasıflardan
yücedir, münezzehtir.” (Saffat, 37/180)


Lâfza-i Celâl, Allah...

Semayı direksiz durduran Kayyum.
Küreleri muntazam döndüren Hâkim.
Bütün hayatları bahşeden Muhyi.
Bütün kuvvetleri lütfeden Kâdir.
Sonsuzluk, zâtına has olan Bâki.
Evveli olmaktan münezzeh Kadîm.
Tüm sesleri birden işiten Semi’.
Gizli-âşikârı bir gören Basîr.
Varlığı her şeyden âşikâr Zâhir.
Ne his, ne akılla bilinmez Bâtın.
Allah...

Varlık O’nun varlığını gösterir.
Birlik O’nun vahdetini bildirir.
Şu bütün çekirdekler, yumurtalar, kökler
ve nihayet varlık âleminin ilk mahlûku Nur-u Muhammedî,
bize O’nun evveli olmaktan münezzeh
bir ezelî olduğunu ders verirler.
Şu varlık âleminde bir süre kendini gösterip
sonra gözden kaybolan hadsiz eşya,
onları terhis edip yerlerine yenilerini getiren
bir ebedî kudreti durmadan ilân ederler.

“Şu mevcudat İrade-i İlâhiyye ile seyyaledir.
Şu kâinat emr-i Rabbanî ile seyyaredir.
Şu mahlûkat, İzn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.
Âlem-i gaybdan gönderiliyor,
âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor.
Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.
Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip
hâle uğrayarak teneffüs eder, mâziye dökülür.” (Mektubat)


Allah, başlangıcına hiçbir hayalin erişemeyeceği
o zaman nehrini akıtan Zât.
Onda akıttığı nice maddelerden şu gökkubbeyi çatan Zât.
Bu kâinat sarayını bir süre boş olarak o nehirde akıttıktan sonra,
rahmet hazinelerinden, o akıcı âleme,
fâni mahlûkatını döken Zât.
Bitkileri o arz sahrasında yaratan,
hayvanları o tarlada otlatan ve öldüren,
insanları o gezici imtihan meydanına getiren ve götüren Zât.
Herkes ve her şey O’nun zaman nehrinde akmağa
ve sonunda zevâl ve ölümü tatmağa mahkûm.
Hâkim ancak O. Rahîm ancak O. Bâki ancak O. Kadîm ancak O...

O’nun yarattığı, zaman içinde yüzdürdüğü
ve dünyasında gezdirdiği bir kul olarak,
O’nun kemalini nasıl idrak edebiliriz!..


Mahlûk ve sınırlı olan aklımızla,
bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan
Allah’ın zâtını elbette idrak edemeyiz.
O’nun zâtının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.
Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek
pekçok duygularla, lâtifelerle donatmış.
Bu yaratılışımız sayesinde, pekçok hakikatlara muhatab olabiliyoruz.
Bunlardan birisi de, Allah’ın zâtının bilinmezliği.


Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek insanı şirke götürür.
Yâni, böyle bir düşünceye dalan insan
Allah’a ortak koşma yolundadır.
İnsan, Allah hakkında her ne düşünse,
o kendi fikrinin bir mahsulü olmaktan ileri gidemez.
Akıl mahlûk olduğu gibi, onun düşündükleri de mahlûk.
İnsan, Allah’ın zâtı hakkında her ne düşünse,
mahlûkattan elde ettiği bilgiler ve görgüler çerçevesinde düşünecek
ve mutlaka hataya düşecek, yanlış karar verecektir.
İşte bu noktada, kalbimizi nurlandıran, aklımızı kamaştıran,
fikrimize ufuklar kazandıran büyük bir lütufla karşı karşıyayız:
Kur’an.
Allah’ı, o Allah kelâmı ile bilen insan, hakikata ermiştir.

Rabb'imizin zâtı mukaddes olduğu gibi, şuunatı da mukaddes.
Yâni, beşer aklı bu hususta ne düşünse, ne tahmin etse,
ne hayaller kursa Allah’ın zâtı ve şuunatı
bunların hiçbirine benzemez;
hepsine benzemekten münezzehtir.


Şuunat, şe’n’in çoğulu.
Şe’n için Türkçe'mizde tam bir karşılık bulamıyoruz.
En yakın mânâ olarak “hal, kabiliyet” denilebilir..

Hâlık (yaratıcı) Allah’ın bir ismidir.
Hâlıkıyet ise şe’nidir.
Yâni, yaratıcı olmak Allah’ın şânındandır.
Bu hâlıkıyetini icra etmek diledi mi bu dilemeği,
yâni bu iradeyi, ilim, kudret gibi sıfatlar takib ediyor
ve halk (yaratma) fiili icra ediliyor.
Böylece yaratılan o mahlûkta Hâlık ismi tecelli ediyor.
Rab, yâni terbiye edici demek.
Rububiyet (terbiye edici olmak) ise Allah’ın bir şe’ni.

işte Bütün İlâhî isimler böylece düşünüldüğünde
herbirinin şuunât-ı ilâhiyyeden bir şe’n’e dayandığı anlaşılır.

Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’n.
Allah da mahlûkatını sever ama,
bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil.
İşte bu İlâhî muhabbeti, mahlûkatın sevgilerinden ayırmak için
“mukaddes” kelimesi kullanılır.
Allah da kulunun ibadetinden memnun olur.
Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine itaat eden
bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir.
İşte bunu zihinlere yerleştirmek için
“memnuniyet-i mukaddese” tabiri kullanılıyor.

Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte
bir lezzet-i mukaddesesi vardır.
Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten
yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir.
“Her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır”
hakikatından hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde,
Cenâb-ı Hakk’ın herbir fiilini icra etmekte,
herbir ismini tecelli ettirmekte
bir lezzet-i mukaddesesi olduğu aklımıza görünür.
Bu lezzetin keyfiyetini ise akıl idrak edemez.
Zira, akıl ancak mahlûkat sahasında düşünebilir.
Hâlık, düşünme sahasına -hâşâ- girmez.
O’nun zâtına ve şuunatına akıl değil kalp teveccüh edebilir;
iman ile, marifet ile, muhabbet ile, haşyet ile...


Esma-i İlâhîyeden Rab ismiyle meselemize bir derece ışık tutmağa çalışalım:

Her mahlûku O terbiye ediyor.
Bunların herbirisiyle hususî alâkadar oluyor;
bir lezzet-i mukaddese ile.


Güneşi yandırmak, arzı döndürmek, yumurtayı uçurmak,
nutfeyi gezdirmek birbirinden çok ayrı harika birer terbiye.
Hayvan nev’ilerinin herbirinin de nice cinsleri var.
Her nev ve her cins değişik özelliklere sahip.
Herbirinin bütün ihtiyaçlarını gözeterek
terbiyesine bakmak Allah’a mahsus.


Şu dünya kafesindeki kuş nevilerine bakalım.
Ruhunda tereddüt ve korkunun hükmettiği serçeden,
heybet ve ihtiras timsali kartala kadar
bütün kuşları aynı kafeste ne kadar mükemmel besliyor.
Herbirinin ihtiyaçlarını ne kadar muntazam görüyor.
Bir kuş nev’inde birbirinden bu kadar farklı terbiyeleri
birlikte icra eden Allah, aynı anda,
denizlerde ve okyanuslarda o kadar farklı balık çeşitlerini
ayrı ayrı terbiyeden geçiriyor, besliyor, büyütüyor, idare ediyor.
Herbirinin hertürlü ihtiyacını görüyor.
Ömrü dolan bir balık başkasına yem oluyor.
Böylece sanki, “Ne zamandan beri rızıklanarak
Rabbimin Rezzak ismine ayine oldum,
şimdi de aynı vazifeyi rızık olarak göreyim
ve bu dünyadaki son tesbihimi de böylece yapayım.” diyor.

Orman ayrı bir âlem...
Nice farklı terbiyeler de orada birlikte
ve aynı anda gerçekleşiyor.
Arslanın, kaplanın, parsın, sincabın,
ceylanın, tilkinin, tavşanın terbiyeleri hep ayrı ayrı veriliyor.
Rızıkları ayrı ayrı hazırlanıyor.
Bütün bu milyonu aşan hayvan nev’inin terbiyesi yanında,
aynı anda yine milyonu aşkın da bitki nev’i terbiye görmekte.
Yoncasından kavağına, domatesinden baklasına,
gülünden lâlesine, goncasına kadar...

işte Rabb-ül Âlemin,
melekler âlemini, sema âlemini, arz âlemini
ve onlardaki bu milyonlarca ayrı âlemi
birlikte tanzim ve idare etmekten,
onlarda san’atını, ilmini, kudretini, ihsanını, keremini sergilemekten,
beşerî ölçülere gelmez ulvî bir lezzet alır.
İşte bu İlâhî lezzet, “lezzet-i mukaddese” tabiriyle ifade edilir..


“İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i gibidir.” (Mesnevî-i Nuriye’den)
hakikatının penceresinden meselemize nazar ettiğimizde
bambaşka bir tabloyla karşılaşırız.

imanın, ihlâsın, havfın, muhabbetin,
güzel ahlâkın sonsuz dereceleri,
muhtelif fertlerde ve ayrı ayrı mertebelerde,
kendilerini gösteriyorlar.
Her peygamber (a.s.), her sahabi, her veli
ve nihayet her mü’min ayrı bir âlem.

Büyük insanların hepsinde her güzel ahlâk mevcut.
Ama, farklı derecelerde, ayrı seviyelerde.
Kimi muhabbette daha ileri, kimi Allah korkusunda,
kimi ilimde umman, kimi cömertlikte.
Biri cihatta önder, beriki tefekkürde.
Bütün bu güzelliklere, insanlar arasında,
en ileri seviyeyle sahip olan bir tek zât var:
Resulûllah (a.s.m.) Efendimiz.
Allah’ın, insan terbiyesinden aldığı lezzet-i mukaddesenin
en ileri seviyesi işte Habibullah’ın terbiyesinde saklı.


“Kulum bana adım adım gelirse, ben ona koşarak gelirim.”
Hadis-i Kudsîsini bu yönüyle şöyle anlayabiliriz:
Biz Allah’ı sevme vadisinde bir adımlık yol alsak,
Allah’ın bize göstereceği mukaddes sevgi
bunun on, yüz, bin, milyon katı kadar olacaktır.
Çünkü, biz O’nun kuluyuz,
O’nun san’atı, O’nun mahlûkuyuz.
Bir baba bile evlâdından gördüğü bir sevgiye
on belki yüz katıyla karşılık veriyorsa
Hâlık’ın, kendini seven bir mahlûkuna muhabbeti nasıl olur..

Ve Cenetteki sonsuz ihsanlar
Rabb'imizin lezzet-i mukaddesesinin en ileri mertebesi.
Ve Cennet...
Allah’ın saadet yurdu olarak yarattığı mukaddes belde...
Sevdiği kullarını ebediyyen sevindirmenin
İlâhî sürûru ve mukaddes lezzetleriyle
Rabbimiz o âlemde mü’minlere sonsuz ikramlarda bulunacak.

Esma-i İlâhiyyenin bütün tecellileri
Rab ismiyle birlikte düşünüldüğünde,
Allah’ın lezzet-i mukaddesesinin
ilmi ve kudreti gibi sonsuz olduğunu görürüz...


Subhâneke lâ ilmelenâ illema allemtene inneke entel alîmul hakîm
ve ahiru de'vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin,

El fatiha...




























 
Üst