Lâhikalar neden haber veriyor?

FaKiR

Meþveret Bþk.
Yazar: Ahmet Özdemir

Lâhikalar neden haber veriyor?



url



Lâhika sözlükte, ek, ilâve demektir. Lâhika mektupları ise Nur risalelerinin ekleridir. Lâhikalara risâlelerin ilk yazılmasıyla başlanmış ve Bediüzzaman’ın vefatına kadar devam etmiştir. Uygun görülen mektuplar lâhikalara dâhil edilmiştir. Daha sonra bu lahikalar, Risâle-i Nur Külliyatı içine alınmış ve Mektubat’ın Yirmi Yedinci Mektubu olarak isimlendirilmiştir. Muhtevası geniş olduğu için Mektubat’tan ayrı olarak düşünülmüş ve üç ayrı dönemi kapsadığı için de değişik isimlerle basılmıştır. Bunlar; Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarıdır.

Lâhikaların başında “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları Tahirî, Zübeyir, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram” imzalarıyla yer alan takdim yazısında lâhikaların niçin yazıldığı şöyle açıklanmaktadır: “Risâleler Barla’da telif edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risâleleri okumak ve yazmak sûretiyle istifade ve istifâza ettiklerinde, hissiyâtlarını, iştiyak ve ihtiramlarını, bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazreti Üstada mektuplarla takdim etmişler, bazı müşkülâtlarının ve suâllerinin halledilmesini rica etmişler; böylece hem Hazreti Üstadın, hem talebelerin mektupları ile Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhika mektupları vücuda gelmiştir”1

Lâhika mektuplarının yazılmasında talebelerin özel bir gayreti de yoktur. Belki yukarıda belirtildiği gibi “okumak ve yazmak sûretiyle istifade ve istifaza” söz konusudur.

Said Nursî, Barla’da yazdığı bir mektupta bu hususu şöyle açıklamıştır: “Bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için, gayet samimî, tasannusuz, hâlisâne ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir sûrette yazmışlar. Onun için, o takdiratları takriz nev’inden değil, doğrudan doğruya, mübalâğasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.”2

Mektuplar, Bediüzzaman’ın tashih ve tasvibinden geçtikten sonra lahikalara dâhil edilmiştir. Nur talebelerinin, Üstadla ilgili senakâr sözleri bazen tadile uğramıştır. Bazı mektupların tamamı, bazılarının da bir kısmı alınmıştır. Lâhikaların satır aralarında çok ince hakikatler saklıdır. Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lahikalarında görünüşte tarihî bir sıralama vardır. Ancak birbirinin devamı niteliğinde değildir. Çünkü durum oldukça farklıdır. Bu durumu ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu ağır şartları göz önünde bulundurarak açıklamak daha isabetli olacaktır. Malum her zamanın bir hükmü vardır. Her mektubun makamı da farklıdır. Mektuplara yazılış sebepleri açısından bakmak ayrı bir güzellik katacaktır. Lâhikalarda geçen ifadelere bakılırsa Risâle-i Nurlara nasıl muhatap olunacağı görülür. Said Nursî, talebelerine verdiği değeri, değişik kelime ve cümlelerle ifade etmektedir. ((Bunların örneklerini lâhika mektuplarında çokça görmek mümkündür. Mektuplar da bazen birkaç konu işlenebilmektedir. Daha sonra mektup tahlilleri yaparken bunlar üzerinde ayrıca durmaya çalışacağız. Bu bir iddiâ değil, belki bir yol açmaktır. Vazifemizin “şerh, izah ve tanzim”den öte olmadığının da farkındayım. Bunun sözlü yapıldığını biliyorum. Yazılı olmasına gayret edeceğim. Gücümün yettiği kadar, deneme türünden yazılar yazmaya çalışacağım. Duâlarınızla ve desteklerinizle… ))

Lâhikaların kapsadıkları dönemler şöylece özetlenebilir:

Barla Lâhikası:

barla.jpg

“Risâle-i Nur’un Barla’da telif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devre”3dir. Yani 1926-1935 yılları arasında geçen yaklaşık 8.5 yıllık dönemdir.

Kastamonu Lâhikası:

179482_2.jpg


Eskişehir hapsinden tahliyeden sonra Said Nursî Kastamonu’ya sürgün edilmiş, Denizli hapsi zamanına kadar orada ikamete mecbur edilmiştir. 1935-1944 yılları arasını kapsayan yaklaşık 9 yıllık dönemdir. Bu itibarla, Kastamonu lâhika mektupları, özellikle yazıldığı ağır şartlar göz önünde bulundurulursa büyük önem kazanan bir devrin ürünü olması, birçok sosyal meseleleri küllî imanî bir hakîkat nazarıyla mütalâa, mülâhazayla küllîleşmesi gibi cihetlerde büyük kıymete sahiptir.

Emirdağ Lâhikasının birinci kısmı: 15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraat ile tahliyeden sonra bakanlar kurulu kararıyla Emirdağı’nda ikamete memur edilen Said Nursî 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağı’nda ikamet etmiştir. Burada kaldığı sürede Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve üniversite talebeleriyle Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır. Bu da yaklaşık 3 yıllık bir dönemdir.

Emirdağ Lâhikasının ikinci kısmı ise:

84.jpg


1948-1949 Afyon Cezaevinde yirmi ay mevkufen kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağı’na dönmüştür. Orada bir süre kaldıktan sonra, 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakip, oradan da Gençlik Rehberi mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağı’nda iken talebelerine yazdığı mektuplar ve mahkemelere ve dâvâlara temas eden meselelere dair değişik konulardır. Yaklaşık 4 seneyi kapsar.

1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon cezaevlerinde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek değerli hapishane mektupları ise, Şuâlar adlı eserde aynen neşredilmiştir. Ayrıca Mektubat ve Lem’alar adlı eserlerde nur talebelerinin sordukları sorulara verdiği cevapları bu mânâda düşünmek de mümkündür.

Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektupları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, ihlâs ve sadâkatlerini, şehamet-i imaniyelerini ifade ile Üstadlarına arz etmek ve teşekküratlarını bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’âniyenin muhatapları olduklarını izhar ediyor. Ve Risâle-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazreti Üstadın dâvâsına birer şahit hükmünde bulunuyor.4

Onun vefatından sonra yurt içi ve yurt dışı nur hizmetleriyle ilgili neşredilen mektuplara da lâhika mektubu denmiştir. Bunlar ders aralarında okunmak sûretiyle cemaatin şevklenmesine vesile olmaktadır.

Risâle-i Nurların hayatımızdaki yerini merhûm Zübeyir Ağabey şöyle özetlemiştir: “İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, dâvâsının müdafaasıyla mücehhez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında nasıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.”5

Nur talebeleri günlük sosyal hayatta hareket tarzlarının nasıl olacağını, daha çok lâhikalardan öğrenmektedir. Çünkü lâhikalar, yukarıda belirtildiği gibi okuyanlara istikamet vermektedir.

Lâhikalar, Risâle-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstadın davasına birer şahit hükmündedir. Risâle-i Nur’un telifi ve neşriyle beraber bu lâhika mektuplarının ortaya çıkması, devamı ve neşri, bizzat yazarı tarafından yapılması, tensip edilmesi ve müteaddit mektuplarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların önemini açıklamaya yeterlidir.6

Hem bu lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları kapsamaktadır. Nitekim yüzlerce olay, hadise ve meseleler bu ihtiyaçları kendiliğinden ortaya çıkarmaktadır.Geçen yıl 22 bin 852 otomobil çalındı. 2007’de 4 bin 530 kapkaç, 22 bin 649 yankesicilik, 722 büyük ve küçükbaş hayvan hırsızlığının meydana geldiği kayıtlara geçti.7

Lâhika mektupları “bir meclis-i nurânî” olarak kabul edilmekte ve meclisin özellikleri şöyle açıklanmaktadır: “Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risâlelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor.”8

Bediüzzaman, “hayatının gayesi” olarak kabul ettiği, fen ve din ilimlerinin birlikte öğretileceği Medresetü’z-Zehrayı belki resmen gerçekleştirememiş; ama lâhika mektuplarıyla yurt sathını açık bir halk üniversitesi hükmüne getirmiş ve uzaktan eğitim vermiştir. Bugün her bir medrese o açık üniversitenin bir şubesi gibi çalışmaktadır. Bu üniversitede yaş sınırı yok, cinsiyet farkı yok, dil farkı yok, ülke farkı yok, kaydı yok, ücreti yok, süresi yok, yoklaması yok, diploması da yoktur. O kalbe ve akla hitap etmekte; gönüller üzerinde hizmet vermektedir. Öğrenilen bilgiler dünyada da, ahirette de geçerlidir.

Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s.7
2- A.g.e., s. 20
3- A.g.e., s.7
4- A.g.e., s.8
5- İhsan Atasoy, Nurun Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp, s. 370
6- Barla Lahikası, s.8
7- A.g.e., s.8
8- A.g.e., s. 54
 

Gül-i İkra

Well-known member
Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!

Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?

Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.

“Amma manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın istedikleri nuranî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen reddedilmeyecek derecede senedler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?”

Elcevab: Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhâssa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi’ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.


Elhasıl: Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.


Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünki mes’ele şaşaalandığı için, doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye, dedim: “Ya Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın.” Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektubları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektub gördüm; belki Lâhika’ya girmiş. Risale-i Nur’un şakirdlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şübhe kalmamış; beş adam, aynen burada da tokat yediler. (*)

Risale-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”


Elcevab: Memur olmayan veya hususî, şahsı itibariyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te’hir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta’cil edilmez.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî
 
Üst