Alçakça ve Vicdansızca Bir Desîse...

Huseyni

Müdavim
Belâ zihniyet… (1)


Birileri, bayat isnatlarla yine Bediüzzaman’a dil uzatmış…

Ülkemizin, İslâm dünyasının ve topyekûn insanlığın mânevî bunalım ve problemlerine,
demokratikleşmeden Güneydoğu meselesine,
din ve fen ilimleri ilişkisinden toplumun ve gençliğin ıslâhına,
çevre konularından en talî içtimaî meselelere
Kur’ânî çözümler getiren çağın tefsiri Nur Risâlelerinin mânevî ve fikrî mesajını,
tıpkı inkârcı zihniyet dedeleri gibi hazmedemeyip,
her dönem ısıtılıp piyasaya sürülen iftiraları tekrarlamış.
Evvela şeytanları dahi inandıramayacak kocaman yalanlarla Bediüzzaman’a ilişme ve ismini çarpıtma cür’etinde bulunmuş.
Milletin başına belâ olan mâlûm dinden bîbehre fitne odakları hesâbına kalemini fitne ateşine odun yapmış.
Yüksünmeden, yalan olduğunu bile bile “iftira kampanyası”na katılmış.
Uydurmalarına, aynen sâkim zihniyet cedleri gibi “Said Nursî’nin isminin ‘Kürt Said’ olduğu bühtanıyla başlamış.


Gerçek şu ki Osmanlı devletinin coğrafî terkibinde ve resmî devlet salnâmesinde, Osmanlı nüfus kayıtlarında Karadeniz bölgesine örneğin “Lazistan”, Gürcülerin yaşadığı bölgeye “Gürcistan” denildiği gibi, Doğu Anadolu’ya “Kürdistan” denilirdi.


İşte buna izâfeten Bediüzzaman, Osmanlı devletinin son döneminde “Kürdî” lâkabını kullanır.
Ancak Osmanlı’dan sonra bu “lâkabı” kullanmaz;
bütün kitaplarını ve mektuplarını bizzat “Said Nursî” diye imzalar.
Eski yazılarında kullandığı “Kürdî” ve diğer lakapları “Nursî” olarak değiştirir…



“SAİD NURSΔ İSMİNE KASDEN “KÜRDΔ İSNADI…

Daha hayatta iken tabettirdiği “Tarihçe-i Hayatı”nda da yer alan 1935’teki Eskişehir Mahkemesi Müdafaasında ismi “Said Nursî” iken kendisine kasden “Said-i Kürdî” diyenlerin sinsî desîselerini deşifre eder.


“Hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürd’ diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hâmiyet-i milliyelerine (milliyetçilik hislerine) ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mâhiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir” açık itirazında bulunur. (Tarihçe-i Hayat, 200-203)


İsminin “Said Nursî” olduğunu bizzat eserlerinde ifâde eder. Osmanlı döneminde doğduğu bölgeye atfen kullanılan “Kürdî” lâkabının ırkî bir anlamın ötesinde, doğduğu bölge adından geldiğini ifâde eder.


Osmanlı döneminde yazdığı, sonradan eline geçen makale ve kitaplarını tashihte “Kürdistan” kelimelerinin çoğunun üzerini çizerek kalemiyle “Şarkî Anadolu” diye değiştirir. Hatta Osmanlı’nın son döneminde Şark’taki aşiretlere verdiği “içtimâ-î hayatımıza nâfî (menfaatli) hürriyet ve meşrutiyet dersleri”nde, “Ey Kürtler!” diye başlayan bazı hitaplarını dahi “Ey bu vatan evlâtları” olarak değiştirir. O gün Doğu’daki Kürt aşiretlerine verilen bu derslere bütün vatandaşları muhatap kılar.


Keza yekûnuna yakını beraatla neticelenen, kendisinin ve Nur Talebelerinin yargılandığı mahkemelerde haklarında hazırlanan iddianâmeler, resmî evraklar üzerindeki işlemler hep “Said Nursî” ismiyledir.


Bunun içindir ki altı bin sayfalık Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nın bütününe ve hatta daha evvel yazdığı “Münâzarât” ve “Sünûhat” gibi “Eski Said Dönemi Eserleri”ne “Said Nursî” imzasını atar; eski mektuplarındaki “Kürdî” kelimesinin yerine “Nursî”yi yazar…



ALÇAKÇA VE VİCDANSIZCA BİR DESÎSE…

Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşleri kitaplarında, mektuplarında ve savunmalarında yer almakta. Bütün beyânlarına mukabil sonradan “bu lâkab”ın kullanılmasının iyi niyetle alâkası olmayan kasdî anlamlar taşıdığını belirtir.


Yargılandığı mahkemelerdeki, resmî-gayr-ı resmî beyân ve belgelerdeki, risale ve yazılarındaki “Said Nursî” imzasına rağmen, “Kürdî” isnadının arka plânını deşifre eder.


“Said Nursî” ismine karşı “Kürt Said” yakıştırmasının, “Frengilik (Batıcılık) hesâbına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş (milliyetçilik taslayan) mütecâviz mülhidlerden (dinsizlerden)” geldiğine dikkat çeker.


Bunu “frenkmeşrep” dediği ecnebi hayranı Batı felsefesiyle dinden kopan ve ırkçılık uğruna birçok mukaddesatı fedâ eden “sahte Türkçüler”in ve “mülhid münâfıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhinde istimal ettikleri bir silâh ve vicdansızcasına bir desise” ve propaganda olarak niteler. (Barla Lâhikası, 149-150; Mektûbat, 407-412; Tarihçe-i Hayat, 200-20; Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186)



MÜFTERİLERİN YÜZLERİNE ÇARPILACAK…

Hakikaten, “Bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı tarafının) etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım” diyen Bediüzzaman’ı, birçok imzasından bir imzası olan ve kısa bir dönem kullandığı “Kürdî” kelimesiyle iftiraya hedef yapmanın, ilim haysiyetiyle ve iz’ânla bir ilgisi yoktur.


Âyet ve hadisle ırkçılığı reddeden risaleleri bir yana. “İslâmiyet ordularının en kahramanı olan Türklerle meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim)” ifâdesine karşı Bediüzzaman’ı “ırkçılık”la ithamın menhus maksadı sırıtmakta.


Herkesin bölgesine ve doğduğu yere atfen lâkap kullandığı bir devirde, bir süre istimal ettiği “Kürdî” lakabını dillerine dolayarak Bediüzzaman’ı “ayrılıkçı” gibi gösterme saldırısının, kimi farmason mihraklara, İslâm düşmanı müfsid mihraklara “şirin” gözüküp ecnebî kaynaklı ifsad şebekelerine dalkavukluk amacını taşıdığı ortada…


Ne var ki tarihe, gerçeklere saygısız sakim çarpıtmalar ve menhus iftiralar artık işe yaramıyor. Çünkü bühtanların bütünü çoktan çürütülmüş ve tek tek ibret-i âlem olarak müfterilerin yüzlerine çarpılmış. Yine de çarpılacak…
 

Huseyni

Müdavim
Belâ zihniyet… (2)


Said Nursî’ye “Bediüzzaman” ünvânı…

“Belâ zihniyet”in karalamalarından biri de Said Nursî’nin “Bediüzzaman” lakâbıyla ilgili.

Öncelikle şunu belirtelim ki “zamanın hârikası” ve “çağın eşsiz güzelliği” anlamına gelen bu lakâbı Said Nursî’nin kendisi veya daha sonra Nur Talebeleri vermiş değil; devrinin ilim adamları ve ilmî müesseseleri tarafından verilmiştir.


Görünen o ki hareketli tahsil hayatında ve sonrasında devrin ulemasıyla çeşitli zeminlerde yaptığı hararetli ilmî münâzaralarla ilim dünyasının takdirini kazanmış;
dinî ilimlerle çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle müsbet ilimleri mezcettiren geniş birikimi ve
ilmî üstünlüğünü ispat eden ilmî şahsiyetiyle “Bediüzzaman” ünvânını hak etmiştir.
“Molla Said-i Meşhur” ünvânıyla tanındığı daha gençlik döneminde (1892)
Siirt’te medresesine gittiği Molla Fethullah Efendi’nin medresesinde kendisinden ders alırken
çeşitli kitaplardan sorduğu sorulara verdiği cevaplar üzerine,
“Zekâ ve hıfzın (ezberin) ifrat derecesiyle bir adamda toplanması ender hâdiselerdendir” hayretiyle “Bediüzzamanlık ünvânı”nı verir.


Bediüzzaman’ın 1946 yılında Emirdağı’nda talebesi Re’fet Bey’e yazdığı mektupta, “Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bediüzzaman’-ı Hemedânî’nin üçüncü asırda, vazife ve te’lifatı hakkında malûmat istiyor. Ben o zât hakkında yalnız hârika ve zekâveti ve kuvve-i hâfızası bulunduğunu biliyorum. Elli beş sene evvel, üstadlarımdan Siirt’li merhum Molla Fethullah eski Said’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir” diye bu hususu açıkça belirtir. (Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c.1, 109-110)



OSMANLI’DA “BEDİÜZZAMAN”…

Keza İkinci Meşrûtiyet ve Hürriyetin ilânı esnasında Osmanlı’daki gelişmeleri yakından incelemek için İstanbul’a gelen dünyadaki siyasî ve fikrî akımları vukûfiyetiyle tanınan Mısır’ın meşhur âlimlerinden Ezher Üniversitesi reisi ve Şeyh Bahid Efendi de ilmî şöhretini duyduğu Said Nursî’yle ilmî sohbetler etmiş; aldığı veciz ve keskin cevaplar karşısında, “Ancak Bediüzzaman bu beyânda bulunur” takdirinde bulunmuştur.


Peşinden 1926’da Said Nursî’nin Osmanlı ve Avrupa’nın geleceğine dair görüşlerini, nutuk ve makalelerini tâkip eden Batı felsefesine âşina Mısır’ın meşhur ulemasından Abdulaziz Çaviş’in ülkenin en büyük gazetelerinden “El Ahram”da “Fâtin’ul-asr Bediüzzaman” başlıklı seri makaleleri bunun bir başka delili.


İstiklâl Marşı yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un Mısır’da bulunduğu sırada Said Nursî’nin Osmanlı ve İslâm dünyasının mânevî ve maddî kurtuluşu ve istikbâli hakkındaki düşüncelerini sözkonusu “Bediüzzaman” başlıklı yazılarda okuduğunu Birinci Meclis’in ilk dönem Erzurum mebuslarından M. Salih Yeşiloğlu’na anlatmıştır. (a,g.e., 270-272)


Bütün bunlar bir yana, diğer Osmanlı zâbitleriyle Gönüllü Alay Kumandanı olarak Kosturma’da bulunduğu esâretten firar edip Petesburg’a uğrayarak Varşova ve Viyana’ya varan ve “esir subay” olarak Almanlar tarafından Osmanlı Ordusu hesabına yazılan bir biletle tren yoluyla Sofya üzerinden İstanbul’a gelen Said Nursî’nin İstanbul gazeteleri tarafından duyuruluşu da “Bediüzzaman” ünvânıyladır.


İstanbul’a geldiği 8 Temmuz 1918 tarihli Tanin gazetesinin, “Kürdistan ulemâsından olup, talebeleriyle beraber Kafkas cephesinde muhabereye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi âhiren şehrimize muvasalat eylemiştir (ulaşmıştır)” haberi bunun en bâriz belgesi. Dar’ül Hikmet’ül İslâmiye azâsı olarak Ordu Kumandanı Enver Paşa’nın takdirâtıyla kendisine Osmanlı’nın en yüksek ilmî pâyesi olan “mahreç pâyesi”nin verilmesi resmî devlet yazışmalarında da “Bediüzzaman” lâkabı zikredilir.



MECLİS’TE “BEDİÜZZAMAN” İSMİYLE HOŞÂMEDİ…

Daha Osmanlı döneminde yazdığı makaleler “Bediüzzaman” imzasıyla gazetelerde yer almış. Örneğin, 19 Kasım 1908 tarihli Şurây-ı Ümmet Gazetesi 46. nüshasında neşredilen “Hamidiye Alaylarının lağvının değil, intizamının gerektiği ve bu intizamın zararı defedip büyük menfaati temin edeceği”ne dair “Hamidiye Alaylarına Dair Beyân-ı Hakikat” başlıklı makalesinin altında “Bediüzzaman” imzası var.


Meselâ 1912’de ikinci tab’ı “Arabî Hutbe-i Şâmiye” eserinin ikinci zeyli olarak İstanbul Matba-i Ebuzziya’da bastırılan ve bilâhare 1920’de Evkâf-ı İslâmiye matbaasında tab’ edilen Sünûhat kitabının sonuna ilâve edilen “Devâ’ül Ye’s” kitabına “Bediüzzaman Said Nursî” imzası atılmış…


Özetle “Eski Said” dediği Osmanlı’nın son döneminde te’lif ettiği “Muhâkemat” ve “Münâzarât”, “Sünûhat” gibi eserlerinin hem Türkçe asıllı Osmanlıca ve hem yeni yazı Türkçe baskıları “Bediüzzaman Said Nursî” imzasıyla yayınlanmıştır.


Ayrıca Said Nursî’nin hayatına dair bütün tarihçelerde, mahkeme iddianâmelerinde, resmî ve gayr-ı resmî belgelerin önemli bir kısmında, “Bediüzzaman” ismi açıkça zikredilir.


Bütün bunların yanı sıra, 9 Kasım 1922’de (9 Teşrin-i Sani 1338) çoğu İstanbul’daki Meclis-i Mebusan mensupları olan eski mücahid arkadaşlarının ısrarlı dâvetleri üzerine Ankara’ya gelip ziyâret ettiği Meclis’te, milletvekillerinin Meclis Başkanlığı’na sunduğu “beyân-ı hoşâmedi (hoşgeldin merâsimi)” teklifinde de Said Nursî “Bediüzzaman” ismiyle anılmakta.


“Riyaset-i Celîleye, Vilâyât-ı Şarkiye ulema-yı benâmından (meşhur âlimlerinden) olup Anadolu gazilerini e Meclis-i âliyi zuyaret etmek üzere İstanbul’an buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâmedi edilmesini teklif eyleriz” takriri (önergesi), Meclis zâbıtlarında açıkça yer alıyor. (Zâbıt Cerîdesi, c.24:457)


Uslanmaz menhus “belâ zihniyet”, Bediüzzaman’a bulaştırmaya yeltendiği yalanların tek tek hesâbını verecek; bir defa daha rezil ve rüsvay olacaktır…


Cevher İLHAN
26-27.03.2010
Yeniasya Gazetesi
 

Huseyni

Müdavim
Çamur, atanı kirletir


Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur eserlerinin geniş kitlelere ulaşmış olması ve her yıl vefat yıldönümlerinde daha kalabalık dâvetlilerle yâd edilmesi bazı çevreleri rahatsız etmiş gibi görülüyor. Bediüzzaman’ın eserleriyle ve fikirleriyle mücadele edemeyenler, onun şahsına hakaret etmeyi deniyorlar.


İsmini zikretmeye bile gerek olmayan bir kişi, güya ona çamur atmayı denemiş. Sıraladığı hakaretlerin en hafifi şu şekilde: “Şu sıralarda onu, ölümünün 50. yılı diyerek tantanalarla anıyorlar.” Diğer hakaretlerini hatırlatmaya bile gerek yok. Baştan aşağı tarihî gerçeklere ve insafa aykırı iddiaların ‘köşe yazısı’ diye sıralanmış olması, Risâle-i Nur’a karşı bir planın habercisi de olabilir. Demek ki aydınların Risâle-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili müsbet görüş bildirmesi, anma toplantılarının bütün Türkiye’de devam etmesi; karanlıktan hoşlananları rahatsız etmiş...


Herkesin Risâle-i Nur eserlerini okumasını ve Bediüzzaman’ı ‘Üstad’ bilmesini elbette beklemiyoruz. Tabiî ki, gönlümüz öyle olmasını arzu eder; ama bunun için sadece dua ederiz. Biliyoruz ki, Risâle-i Nurları okumak da bir nasip işidir. “Nur”dan hoşlanmayanların olması, insanların alçalabilir veya yükselebilir geniş bir fıtrata sahip olarak yaratılmış olmasının bir neticesidir. Risâle-i Nur’da yazılanlara itiraz etmek ayrıdır, onun müellifine hakaret etmek ayrıdır.


Risâle-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı anlamadığı, bilmediği için itiraz edene meseleleri izah etmek mümkün iken,
iftira atan ve hakaret edenleri muhatap almak mümkün değildir.
Çünkü, onların maksadı bir şeyi daha iyi öğrenmek değil,
aksine provokasyon ile ortalığı karıştırmaktır.
Bu tuzağa da düşmemek için, kem sözün sadece ve sadece sahibine ait olduğunu bilmekte fayda var.


Aslında bu iddialara ve hakaretlere en büyük tepki, bu yazıyı yayınlayan gazetenin dahil olduğu medya grubunun içinden gelmelidir. İnsaflı olan herkes bu hakaretlere karşı çıkar ve çıkmalıdır. Hakaret ederek bir yere varabileceklerini düşünüyorlarsa hata ediyorlar. Nasıl ki güneş, üflenmekle sönmez; aynı şekilde milyonların okuduğu ve istifade ettiği Risâle-i Nur’a ve müellifine hakaret ederek hiç kimse bir yere varamaz, ona karşı duyulan sevgi ve hürmeti sarsamaz. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur muhabbeti köklü bir sevgidir ve bunu sarsmayı deneyenlerin gayreti boşa gitmeye mahkûmdur.


Bugün bu hakarete imza atanların ‘ağa-babaları’ da geçmiş yıllarda bunu denemiş,
ama Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a atılan çamurlar, atanların yüzüne dönmüştü.
Hiç şüphemiz yok ki, bugün çamur atanlar da millet nezdinde kınanmayı hak ediyor.
Ve yine hiç şüphemiz yok ki bu hakaretler, hakaret eden ve ettirenlerin rağmına Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’a duyulan sevgi,
saygı ve muhabbeti kamçılayacak..


Faruk ÇAKIR
26.03.2010
YeniAsya Gazetesi
 
esselamüaleyküm
Geçen yüzyılın önemli mütefekkirlerinden Bediüzzaman[Rha]hazretlerini vefat yıldönümünde anıyoruz.
Tabiki sütü bozuklar din düşmanları bu devirdede mevcut.Önemli alimlere baktığınızda devirlerinde eğer o çarka uymuyorsa onların dümen suyunda gitmiyorsa lekelenmeye çalışılır.Çamur at izi kalsın sistemi yürürlüktedir.
Nasısa inançları olmadığı için Benim dostlarıma savaş açana Ben harb ilan ederim uyarısı onları ilgilendirmez!!
O devirde yine önemli mütefekkiri Efendi Babamız Ali Haydar Ahıskavi[ksa]hazretleride zulme uğramış zindanlarda tutulmuştu.
Yine İskilipli Atıf Efendi[Rha]de öyleeğer o pis düzene alet olsalardı gereken fetfaları desteği veselerdi her biri devlet ricalinde bir kapı sahibi olurdu.
Şimdi o yazıyı yazan yaratığa gelince tanıtıldığı gibi a....olduğuna inanmıyorum çünki alevilik edeb üzerine kurulmuştur edebten yoksun kişiler o camianın içinde olamaz
 

Huseyni

Müdavim
Belâ zihniyet… (3): Bediüzzaman, Kürdistan Teâli Cemiyeti’ne karşı


Bediüzzaman’a “Kürdistan Teâli Cemiyeti üyeliği” iftirası, menhus maksatlı câhilce bir bühtandır.


Ülkenin ve insanlığın başına “belâ zihniyet” nâdânlarının, hâricî inkârcı odaklara, bozguncu ifsad şebekelerine dalkavukluk hevesiyle yeltendiği bu yalan da diğer isnadlar gibi yüzlerce makale ve ilmî cevapla çoktandır çürütülmüş.


Bir kere Bediüzzaman’ın biblografyasına bakıldığında iftirada sözü edilen Kürdistan Teâli Cemiyeti’yle hiçbir alâkasının olmadığı,
asılsız iddianın aksine,
asla kurucuları arasında yer almadığı,
daha sonra da hiçbir suretle çalışmalarına katılmadığı;
tam tersine Cemiyet’e ve Cemiyet’in “Kürdistan’ın kurulması”na fikrine şiddetle muhalefet ettiği, tarihin tevsikinde.
Kaldı ki sözkonusu Cemiyet’in kurulduğu 6 Kasım 1917’de Bediüzzaman, İstanbul’da ve hatta Anadolu’da değil, Rusya’da esârette.


Başbakanlık Osmanlı Arşivleri yayınlarından “Arşiv Belgelerine Göre Kafkasya’da ve Anadolu’da Ermeni Mezâlimi” kitabında da yazıldığı üzere,
Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle Rus ve Ermeni işgalcilerle çatışan Bediüzzaman,
Bitlis müdafaası esnasında,
4 Mart 1916’da yaralı olarak Ruslara esir düşmüş;
1 Nisan 1916’da da Van, Culfa, Tiflis, Kologrif yoluyla nihayet Sibirya’daki Kosturma esirler kampına götürülmüş ve
Bolşevik İhtilalindeki kargaşadan istifade ile firar ederek Petersburg, Varşova, Viyana ve Sofya yoluyla ancak 1918 Temmuz ayı başında İstanbul’a dönmüştür.
Başta “Tanin” olmak üzere Bediüzzaman’ın İstanbul’a “muvâsalatı”nı yazan 8 Temmuz tarihli İstanbul gazeteleri ve
1 Temmuz 1918 tarihli “Esâretten Vatana Avdet” resmî belgesi, bunun bâriz belgesi…



“YAPTIĞINIZ, MİLLETİ PARÇALAMAKTIR!”

Esâreti esnasında kurulan Cemiyete üye olması garip yalanının yanısıra,
Bediüzzaman’ın “Cemiyet’te önemli görevler üstlendiği” ve
“Kürdistan projesi” için -daha sonra-
“Tükürün İngiliz lâininin (lânetlisinin) hayâsız yüzüne!” diye “Hutûvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması) isimli eserini el altından bastırıp
bütün İstanbul’da dağıttığı işgalci İngiliz, Amerikan ve Fransız komiserliklerini ziyaret ettiği de kocaman bir yalan olduğu tarihin arşivinde.


Zira Bediüzzaman, İstanbul’a döndükten sonra da Kürt Teâli Cemiyeti’nde asla yer almadığı gibi,
Mevlânzâde Rıfat’ın teklifiyle kurulan Cemiyet’in çalışmalarına hiçbir surette katılmamış.
“Kürdistan kurma fikri”ne şiddetle karşı çıkmış.
Cemiyet üyesi ve sonradan 150’liklere dahil edilen Mevlânzâde Rıfat’ın,
“Cemiyetin reisliği” teklifine,
“Yaptığınız, milleti parçalamaktır, millete ihânettir. Ben sizin cemiyetinize giremem” diye şiddetle reddetmiş.
Bu “red mektubu”, döneminde “Şeyhül-muharririn” olarak bilinen gazeteci Konsolidçi Âsaf Bey’in arşivinde yer almakta. (Mülâkat, Nurculuk Hakkında, İstanbul, Yeni Asya Yayınları 1976)


Başmuharrir Kosolidçi Âsaf Bey, Mevlânzâde Rıfat’ın Divanyolu’ndaki matbaada Bediüzzaman’ı, “yüzyılımızın âlimlerinden” tavsifiyle kendisine tanıttığını,
sık sık matbaayı ziyaretlerinde yüksek ilmî münâzâralardan çok müstefid olduğunu anlatır.


Osmanlı’nın parçalandığı, vatanın her parçasında yeni devletçiklerin kurulduğu süreçte Mevlânzâde Rıfat’ın kendisine,
“Ermenistan hükûmeti kuruluyor; filhakika Kuvayı Millîye var ama ümit pek zayıf, onların Ermenistan kurmalarına karşılık, İmparatorluk dağıldığına göre biz de Kürdistan kuralım”
fikriyle Bediüzzaman’a bir mektup yazıp teşrik-i mesâî ister.


On gün sonra devrin Bahriye Nâzırı Cakalı Hamdi Paşa ile Divân-ı Harb-i Örfî Reisi Mustafa Paşa’nın da matbaada bulunduğu bir sırada Bediüzzaman’dan gelen mektupta,
“Rıfat Bey, Kürdistan teşkil etmek değil, Osmanlı devletini ihya edelim. Bunu kabul edersen canımı bile fedâ ederek çalışım” cevabının geldiğini belirtir.
Bunun üzerine Mustafa Paşa’nın Mevlânzâde’ye, “Rıfat Bey, sen yanlış düşünüyorsun, Bediüzzaman doğru söylüyor. Kürdistan kurmak değil, Osmanlı devletini yeniden kurmak lâzımdır” dediğini aktarır. (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 226-228)



“KÜRDİSTAN KURMAK DEĞİL, OSMANLIYI İHYA EDELİM”

Keza mütârekenin acı günlerinde Kürt Teâli Cemiyeti Reisi Abdülkadir’in “Kürdistan kurma teklifi”ne mukabil söyledikleri, bir asra yakındır Bediüzzaman’ın yazılarında belgeleriyle sabit.


Bediüzzaman’ın, “Allah-û Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerimde
‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’
diye buyurmuştur.
Ben bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm,
bu kavmin Türk milleti olduğunu anladım.
Bu kahraman millete hizmet yerine,
dörtyüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline
birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” cevabı, “Kürt Teâli Cemiyeti” bühtanına açık bir cevaptır. (Mülâkat, 38)


Kısacası, bundan bir asır önce Şarktaki aşiretlere, “Türkler bizim aklımız,
biz onların kuvvetiyiz;
mecmuumuz (bütünümüz) bir iyi insan oluruz.
Hodserâne (dikbaşlılık, başı buyrukluk) yapmayacağız.
Bu azmimizle başka unsurlara da ders-i ibret vereceğiz” tembihiyle kopmaz-kuvvetli mânevî ve millî birlik-bütünlük halatına sarılmanın zarûretini ders veren Bediüzzaman’ı,
bütün eserlerinde ifâde ettiği vatanperver görüşlerinin zıddıyla itham etmek,
tarihî gerçekleri, ilim nâmusunu ve hakikati hiçe saymaktır.


(Eski Said Dönemi Eserleri,2009, İstanbul,
185-186)


Cevher İLHAN
28.03.2010
YeniAsya Gazetesi
 

Huseyni

Müdavim
Bediüzzaman, ayrılıkçıları ikaz eder… (4)


Bediüzzaman’la ilgili araştırma ve incelemelerde bulunan tarihçiler ve araştırmacılar, Said Nursî’nin Kürt Teâli Cemiyeti üyesi olduğu, bu Cemiyet bünyesinde ya da başka bir zeminde ve zamanda ayrılıkçı-siyasî faaliyetlerde bulunduğuna dair hiçbir delili bulamadıklarını açıkça ifâde etmekteler.


II. Meşrûtiyet yıllarından hayatının sonuna kadar Bediüzzaman’ı tanıyan ve yakından tâkip eden Sebilürreşâd Sahibi Eşref Edip Fergan, Bediüzzaman’ın Şeyh Said hareketiyle olduğu gibi Kürt Teâli Cemiyeti’yle bir ilgisi ve ilişkisinin olmadığını, her iki hareketi de doğru bulmadığını, Cemiyet reisi ve üyelerini “ayrılıkçılık”tan ve “Kürt devleti” düşüncesinden men’edip açıkça ikaz ettiğini bildirir.


1949’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığını yapan Fuat Sirmen, Adalet Bakanı Vekili sıfatıyla Millet Meclisi kürsüsünde: “Hüviyetleri siyasî olmayan, faaliyetleri siyasî olmayan Said Nursî” tesbitiyle bütün bunlarla alâkasının olmadığını resmen tescil ettirdiğini belirtir. Bu konudaki isnadların tamamıyla hilâf-ı hakikat bir iftiradan ibaret olduğunu nazara verir. (Eşref Edip, Risâle-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmi Bir Tahlil, s. 21, İstanbul: Sebilürreşad Neşriyatı, 1965)


Yine o zamanda şimdiki menhus “belâ zihniyet” cedlerinin yaptığı iftiralara karşı, “Umumî Harpte (I. Dünya Savaşı), Şark Cephesinde, Kafkas Cephesinde Milis Alay Kumandanı olarak Enver Paşa, Van Valisi Cevdet Bey, Kumandan Kılıç Ali, Bitlis Valisi Memduh Bey gibi kumandan ve valilerin takdirkâr nazarları önünde cepheden cepheye harp ettiğini, üç mermi yarası aldığını, birçok Müslüman’ın ve şehirlerin kurtulmasına vesile olduğunu görüyoruz” diyen Eşref Edip, “Bediüzzaman’ın Milis Alay Kumandanı olarak Büyük Harpteki mücadele ve yararlıkları görülmek istenirse, Genel Kurmayda Harp Tarihi Şubesi’ndeki dosyasına da bakılabilir” diye bu hususta referans gösterir.



“SAİD NURSÎ DE ‘KÜRDİSTAN’ FİKRİ YOK”

Özetle “gerek umumî emniyet, gerek umumî emniyette yapılan araştırma ve soruşturmalarda; otuz yedi yılda yüzlerce mahkemelerin, “kavmiyetçilik” ve “Kürtçülük” fikrine dair en ufak bir sızıntı ve ipucunu bulamadığına ve bu hususta hiçbir mahkûmiyet vermediğine dikkat çeker (a.g.e., .68-71)


Bu etraflıca tesbitlerinin Bediüzzaman’ın talebelerinden Said Özdemir tarafından hazırlanıp o yıllardaki “Maarif Din Plânlama Komisyonu’na verilen rapora dayandırıldığı da bu konuda belirtilen bilgiler arasında…


Keza “Kürdistan Teâli Cemiyeti” kitabını yazan İsmail Göldaş’ın Cemiyete üye 167 ismi tek tek sıraladığı uzun listede Bediüzzaman’ın ismine rastlamaması; bu çerçevede “Said Nursî’nin Kürdistan fikri, Kürt hareketlerinin içinde olma düşüncesi yoktur; ‘Kürt ve Kürdistan’ düşüncesinde, eylem bilincinde ve politik söyleminde var olduğunu ileri sürmek gerçeği pek yansıtmaz” tesbiti, bunlardan biri.


“Said-i Nursî’nin düşüncesinde bağımsız bir Kürdistan (fikri) yer almadığı”, aksine “O “Ben, milliyetimizi (yalnız) İslâmiyet bilirim” kanaatini açıkladığı, bütün belge ve bilgiler incelendiğinde, Bediüzzaman’ın esas olarak İslâma bağlı biri olduğu görüleceği” görüşü, bu hususta kayda değer (İsmail Göldaş, Kürdistan Teâli Cemiyeti. İstanbul: Doz Yayınları, 1991, 32, 33, 36)


Yine, “Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi” isimli kitabın yazarı Rohat,
Bediüzzaman’ın Kürtlere yönelik eğitim,
sosyal ve kültürel gibi daha çok insanî hizmetlerin üzerinde durduğunu,
Osmanlı hükümetlerinin Ermeni tehlikesine karşı bu tür faaliyetleri teşvik edip desteklediğini yazar.
Bediüzzaman’ın kendisini hep dinî bir figür olarak gördüğünü,
halk arasında taraftar bulduğunu,
ilişkilerini bu temel üzerine geliştirdiğini ve
hiçbir zaman ulusal bir figür olarak politik kavgada yer almadığını ortaya koyar.

Bediüzzaman’ın bakışını, “Onun mücadele yöntemleri, Kürt sorununa bakış açısı ve dünya görüşü, büyük ölçüde dini temeller üzerinde biçimleniyordu” cümlesiyle özetler. (Rohat. Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi. İstanbul: Fırat Yayınları, 1991, s.62)



KAVMİYETÇİLERİN UYDURMALARI…

Bediüzzaman, kavmiyetçiliğe ve tefrikaya hep karşı çıktığı ve ikaz ettiği, hayatıyla, eserleriyle, resmî ve gayr-ı resmî belgelerle meydanda.


Hiçbiri orijinal belge göstermeyen bu ilmî ciddiyet ve haysiyetten yoksun iddiaları, Tarık Zafer Tunaya da yalanlamakta. Kürt Teâli Cemiyeti’nin kurucuları ve üyeleriyle ilgili yaptığı çalışmalarda hiçbir surette Said Nursî ismine rastlamadığını belirtmekte. (Tunaya, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler c. II, s. 187, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986)


Buna rağmen kimi nâdânların bir tek “Zınar Silopi” adlı kendileri gibi bir “kavmiyetçi”nin uydurmasıyla bu tür isnadlarda bulunulup yakın tarihin tevsikindeki hakikatleri çarpıtmaları, menhus maksadı su yüzüne çıkarmakta.


Bin sene Kur’ân’a hizmet eden ortak tarihi ve inancı ıskat ettirmek ve
“milliyetçilik” perdesinde “ırkçılığı” din yerine ikame etmek amacındaki mihraklar,
buna dayanarak Bediüzzaman’a iftiralar savurmaktalar.
Neticede dinden tecrid zihniyete medhiyeler dizen bir kısım dalkavuk
“İnkılâp Tarihi” sözde yazarlarının,
kimi masonik mahfillerin ve şebekelerin gözüne girmek hesâbına,
bile bile hiçbir vesika niteliği taşımayan bu uydurmaları ileri sürdükleri anlaşılmakta…


Said Nursî’nin aleyhinde kullanılabilecek geçerli bir tek belge bile Şark İstiklâl Mahkemesine intikal etmiş olsaydı,
muhakeme edilip idama sevk edileceği gerçeğine karşı,
her tarafta araştırıldığı halde Bediüzzaman’ın “zararlı cemiyetler”e ve
Kürt Teâli Cemiyeti’ne ilgisine ve desteğine dair hiçbir belge bulunmaması,
bühtanları peşinen berhava etmekte.


Ve diğer isnadlarda olduğu gibi müfteriler iftiralarıyla kala kalmaktalar…


Cevher İLHAN
29.03.2010
YeniAsya Gazetesi
 

Huseyni

Müdavim
Kürtler, iftirakı asla istemezler… (Belâ zihniyet… (5)

Gerçek şu ki Said Nursî, hayatının başından sonuna kadar her vesileyle “Kürdistan” düşüncesini reddetmiş.

Meşrutiyet yıllarından gazetelere yazdığı makalelerden Şark’ta aşiretlere verdiği “Meşrutiyet ve hürriyet dersleri”ne,
İstanbul’daki hitap ve nutuklarından, mahkeme müdafaalarından te’lif ettiği risalelere ve
lâhika mektuplarına kadar bütün beyânlarında ve yazılarında
vatanın ve milletin birliğini esas almıştır.


Bundan 90 yıl önce Kürt Şerif Paşa’nın
Ermeni Boğos Nubar Paşa ile 20 Aralık 1920’de Paris’te Osmanlı’ya karşı ecnebilerin uhdesinde
Kürdistan ve Ermenistan kurulmasına dair “muhtıra”ya şiddetle karşı çıkmış.


Sadât-ı Berzenciye’den Dâvâ Vekili Ahmet Ârif, Hizan Sadât-ı Kirâmından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık’la birlikte 7 Mart 1920 tarihli ve 8273 sayılı İkdam Gazetesine “Kürt efkâr-ı umûmiyesi” adına “Kürdler ve Osmanlılık” başlıklı bir tavzih göndermiş; kargaşa içinde Kürtlerin ırkî emellere, tefrika fitnesine âlet edilmesini önlemeye çalışmıştır.


“Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hizmetkârları ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî an’ânesine sadâkati gâyeyi hayat bilmiş Kürtler”in, beş yüz bine varan şühedâsının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hâtıralarını teessürlerle anarken, İslâmiyet zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla anlaşma akdedemeyeceklerini bildirmiş. “Kürtler, dinî salâbetleri hilâfında iftirak-cûyane (ayrılıkçı) âmâl (emeller) tâkib edemezler” ihtarını iletmiştir.


Ardından 17 Mart 1920’de 461 sayılı Sebilürreşâd’da yazdığı “Kürdler ve İslâmiyet” başlıklı makalede, bu “muhtıra”nın menhus maksadına da dikkat çekmiş. (Eski Said Dönemi Eserleri, 106-110, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009)



“KÜRTLÜK DÂVÂSI PEK MÂNÂSIZ BİR İDDİADIR”

İslâmiyet nâm ve şerefi için beş yüz bin kişi fedâ eden Kürtlerin İslâm câmiasından ayrılmaya asla tahammüllerinin olmadığını ve
bu maksatla hareket edenlerin Kürtlük nâmına söz söylemeye selâhiyettar olmadıklarını belirtmiş.
Kürtlerin bu “muhtıra”ya yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını ifâdeyle,
Kürd aşiretleri reisleri tarafından İstanbul’a çekilen telgrafları dinî ve millî birlik ve bütünlük belgesi olarak nazara vermiştir.


Şarkî Anadolu’daki “iftirak (ayrılıkçı) projeleri”nin arka plânındaki komployu nazara vermiş;
ta o zamandan bu desisenin Kürtleri bir “millet-i tâbie” dediği ecnebilerin sömürgesi haline getirmek olduğunu deşifre etmiştir.
Ve yapılması gerekenin, “Kürtlerin serbesti-i inkişâfı” dediği maddî ve mânevî kalkınmanın yollarının açılması,
demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi olduğunu kamuoyuna ısrarla anlatmıştır.


“Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır, çünkü her şeyden önce Müslümandırlar” diyen Bediüzzaman, “Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor, Kürtler ecnebî himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler” ifâdesiyle, muhtariyetin (özerkliğin) ayrılığı ve bölünüp parçalanmayı getireceği ikazında bulunmuştur. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.105-109)


Keza yine daha o dönemde Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyet”le Osmanlı’yı bölgelere ve kavimlere göre “özerk idâreler”e ayırma önerisini uygun bulmamış;
bunun Osmanlılığı ve meşrutiyetteki hürriyet perdesini yırtıp “muhtariyet”e,
sonra “istiklâliyet” görüntüsünde bağımsızlığa ve
peşinden de “tavâif-i mülûk”la ülkenin küçük devletçiklere parçalanması fitnesine sebebiyet vereceğini açıklamıştır.
“Adem-i merkeziyet”e mukabil, “hayat ittihattadır” temel tesbitiyle,
maddî ve mânevî dengeli kalkınma için
“usûl-ü merkeziye” dediği demokratik hürriyetlerle “merkezî sistem” bütünlüğünü esas almıştır. (a.g.e., 183,184)



İSNADLAR, İFSAD ODAKLARININ İŞİ…

Bediüzzaman’ın menfi cereyanlarla alâkasının olmadığı ve Nur Risalelerinin Müslümanların İslâm kardeşliğini ve hürriyetini müdafaa ettiği, esaslı delilleriyle ortada.


Bediüzzaman, “Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır.
Böyle ebedî bir uhuvveti (kardeşliği) tesis eden ve
duâlarıyla bana yardım eden ve
içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi,
unsuriyet (ırkçılık) ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve
o mübârek hadsiz kardeşlere bedel,
Kürt nâmını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz
bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum (sakınıyorum)” der.


Asılsız iddialarla Bediüzzaman’ı Kürdistan Telâli Cemiyeti’yle ilişkili göstermek ve
“Kürtçülük”-“Kürdistan kurmak” iftirasında bulunmak,
yine Bediüzzaman’ın nitelemesiyle, olsa olsa
“Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş
(milliyetçilik taslayan) mülhidlerin (dinsizlerin) işi” olabilir.


Bu durum, benzerî bühtanlarda, Bediüzzaman’ın tâbiriyle
“Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla (şaşırtmasıyla) yapılan propagandalar” olduğu her haliyle sırıtmakta.


“Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet (kardeşlik) ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım”;
“Türklere hizmet ettim ve
yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve
en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve
en sâdık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış” diyen;
Türk milletini “İslâmiyet ordularının en kahramanı” olarak tavsif eden Bediüzzaman’ın
beyânlarının aksine iddialarla karalamaya yeltenmek,
ifsad odaklarına dalkavuklukla zındıkların maşası olmaktır. (Mektûbat, 407-412; Barla Lâhikası, 149-150)


Sonuçta sözkonusu iddialar ayaklarına dolanmakta. Son isnatta olduğu gibi…


Cevher İLHAN
30.03.2010
YeniAsya Gazetesi
 

Huseyni

Müdavim
“Câzibe-i umûmî-i vatanî…” (6)

Bediüzzaman’ın bütün beyânları ve yazıları, birliğe ve bütünlüğe dâvet eder.


Daha sonra, “Ey eski çağların, cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı (torunları) olan vatandaşlarım ve kardeşlerim!” ibâresiyle bizzat değiştirdiği,
“Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanından pişdâr (önder) kahraman askerleri olan arslan Kürtler!” hitâbesinde,
İslâmiyetten ve Osmanlıdan ayrılmama çağrısında bulunur.
Hitap, Kürtlerden topeyekûn millete umûmileşir;
lâkin “ittihad-ı millî” mesajı değişmez.
Zira “hürriyet, hakikat, milliyet, meşrutiyet, hamiyet” öğretisine bütün milletin ihtiyacı vardır.


Hakikat şudur ki Bediüzzaman’ın,
“Beşyüz sene yattığınız yeter, artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahrayı vahşette vahşet ve gaflet sizi yağma edecektir” hitabıyla,
Kürtleri meşrûtiyet, hürriyet ve medeniyete teşvik etmekte.
Bazı nâdânların ileri sürdüğü gibi “ayrılıkçılığı”,
bölünüp parçalanmayı yahut Kürtlerin kavmiyetçiliğini değil,
vatan ve milletin birlik ve bütünlüğünü ders vermekte.
“Tefrika (ayrılık) ile katre katre (damla damla)
müteferrik (parçalanmış, dağılmış)
su gibi zayi’ olan (kaybolan)
hâmiyet (millî onur ve haysiyet) ve
kuvvetinizi fikr-i milliyetle –yani İslâmiyet milliyetiyle-
tevhid (birleştirip) mezcederek (kaynaştırarak)
zerratın (atomların) câzibe-i cüz’iyyeleri (aralarındaki küçük çekim gücü) gibi tedvir ederek (çevirip idâre ederek)
câzibe-i umumî-i vatanî (vatanın bütününde oluşan millî câzibe) teşkili”ni hedef gösterir.


“Kürt gibi bir kütle-i âzimi (büyük bir kitleyi)-
‘Türk- Kürt gibi bir kütle-i azimi- (büyük kütlenin birliğini)
küre gibi tedvir ederek (çevirerek)
şems-i şevket-i İslâmiye (İslâmiyetin muhteşem görkemli güneşi) ve
—cemâhir-i müttefika-i İslâmiyenin (İslâm cumhuriyetleri birliğinin)
—ve Osmaniyenin mevkebinde (topluluğunda, sisteminde) bir kevkeb-i münevver (nurlu parlak yıldız) gibi
câzibesine ittiba’(tabi olma) ile müvâzene ve aheng-i umumiyeyi (milletin genel uyumunu, barışını ve dengesini)
muhâfaza ediniz” sözünde ayrılık değil, vatanî millî birlik ve bütünlük dersi verilmekte.
(Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.161-162)



“MEVCUDİYETİNİZİ İTTİHADLA GÖSTERİNİZ”

Kürtleri, İslâmiyetin muhteşem görkemli güneşi ve Osmanlı topluluğundaki beraberlik ve ahenk içinde parlayan bir ışıklı yıldız olmaya çağırmak, hamiyet ve kuvvetlerini umumî câzibe ile millî birliği teşkiline dâvet etmektir.


Cehâlet ve fakirliğe karşı terakki ve medeniyeti hedef gösteren metindeki, “Türk-Kürt tam birleşmiş İslâmî ve dinî milliyetin galeyanıyla ahlâk da tekemmül ve teâli eder” ibâresinin anlamı da budur.
Kürtlere, “Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve
hâmiyet-i millî ile fikir ve
vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz.
Yoksa sıfır çekecek,
şehâdetnâme-i hürriyeti (hürriyet diplomasını) elinize vermeyecektir” izâhı da
bunu bâriz bir biçimde ortaya koymakta. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.161-162)


Bediüzzaman’ı, eserlerinde açıkça yazılı “ittihad-ı millî ve muhabbet-i millî” mânâlarının aksiyle karalamaya yeltenmek, açık ibâreleri eğip bükerek saptırmaktır. Tıpkı Bediüzzaman’ın karşı olduğu ve vazgeçirmeye çalıştığı “Şeyh Said harekâtı”yla karıştırmak ya da ismini karıştırmak gibi derin bir cehâlet ya da kasdî bir ifsaddır.


Sahi, askerleri, atları, silâhları, cephaneyi hazırlayıp Şeyh Said kalkışmasına katılmak için izin taleb eden Kör Hüseyin Paşa’yı, “Askerler bu vatanın evlâdlarıdır, senin ve benim akrabalarımdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrâk et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?” telkiniyle vazgeçiren Bediüzzaman’ın ismini bu hâdisede menfi bir tarzda gündeme getirmenin, iyi niyet ve ilmî haysiyetle ne alâkası var?



“KUR’ÂN VE İMANLA TENVİR VE İRŞAD”

Gerçek şu ki, Şeyh Said’in hârekata iştirakini isteyen mektubuna,
“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır.
Çok veliler yetiştirmiş ve şehidler vermiştir.
Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez.
Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayız.
Bu şer’an câiz değildir.
Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir.
Dahilde kılıç kullanılmaz.
Bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz
Kur’ân ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir.
En büyük düşmanımız olan cehli izâle etmektir.
Teşebbüsünüzden vazgeçiniz,
zira akım kalır.
Bir câni yüzünden binler mâsum kadın ve erkekler ölebilir” cevabıyla ikaz eden Bediüzzaman’ı,
Şeyh Said hareketi ile ilişkilendirmek nasıl kasıtlı bir iftira ise,
Bediüzzaman’ın serâpa maddî ve mânevî ittihadı tavsiye eden sözkonusu hitabından
menfî anlam çıkarmak da o denli çirkin bir iftiradır.


Keza kuruluşu esnasında esârette bulunduğu ve başta “Kürdistan” olmak üzere amaçlarına hep karşı çıktığı “Kürd Teâli Cemiyeti” ile ilgisini kurmak da o denli maksatlı bir çarpıtmadır.


Yine Bediüzzaman’ın “Binler mâsumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması” olarak tel’in ettiği “dünyada emsali hiç vuku’ bulmamış bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık” olarak gördüğü 1938’deki Dersim fâciasına ülkenin diğer köşesinde mevkuf bulunan Bediüzzaman’ın ismini karıştırmak,
o denli iz’ânsızca ve vicdansızca bir bühtandır.


İslâm dünyasının ve Anadolu’nun dört bir yandan ecnebilerin işgaliyle bölüşülüp paylaşılmasından şiddetle muzdarip olan Bediüzzaman’ı,
cansiperâne mücâhedesinin,
maksad ve gayesinin zıddıyla itham etmek,
tarih ve haysiyet cellâtlığından başka bir şey değildir…


Bu cellâtlar, cevaplarını da yine tarih ve belgelerden alacaklardır…


Cevher İLHAN
31.03.2010
YeniAsya Gazetesi
 

Huseyni

Müdavim
Bediüzzaman’ın vatanî ve millî hizmetleri… (7)

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle “Gönüllü Alay Kumandanı” olarak Ermenilere ve Ruslara karşı talebeleriyle cansiperâne çarpışıp çetin muharebeler yapar. Bunun içindir ki 1918 yazında İstanbul’a geldiğinde Harbiye Nâzırı (Genel Kurmay Başkanı) Enver Paşa’nın takdirâtıyla Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarından dolayı Harbiye Nezaretine davet edilen Bediüzzaman, bizzat Enver Paşa tarafından karargâhtaki subaylara “Şarkta Rus Kazaklarına karşı koyan Hoca” olarak takdim edilir, “Harp madalyası” takılır. (Sâdık Albayrak, Daru’lHikmetü’l-İslâmiye, 186)


Harp cephesinde yazmış olduğu İşârâtü’l-İ’câz tefsiri ve ilmî çalışmaları Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından takdir edilerek,
Meşihat’ın kararıyla Sultan Vahdettin’e Osmanlı’nın en üstün ve yüksek ilmî pâyesi olan “mahrec mevleviyyeti” verilmesi Padişah tarafından (26 Ağustos 1918’de) tasdik edilir.


Bediüzzaman’ın ehemmiyetli ve tesirli vatanî ve millî hizmetinden bir diğer örnek, işgalcilerin ahlâkı tahrip kargaşasına neşriyatla, konferanslarla, toplantılarla mücadeleye başlamasıdır.


Yine İngiliz Anglikan Kilisesinin Meşihât-ı İslâmiyeden sorduğu altı suale, “altı tükrük”le cevap vererek, mağrur ve gaddar zâlimlere karşı İslâm’ın izzetini ve milletin şerefini muhâfazasıdır…



“CİHAD FETVASI”NA KARŞI…

İşgal kuvvetlerine karşı neşredip el altından dağıttığı “Hutûvat-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” adlı eseriyle mücahede eden Bediüzzaman’ın hâmiyetverperliğine saptırmamalarla dil uzatmak,
tek parti zihniyetinden kalma “sureten medenî, dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanlar”ın harcı olamaz.


İstanbul’un kurtarılmasına paralel olarak kendisi gibi düşünen
Osmanlı münevverleriyle birlikte Anadolu’yu destekleyenlerin başında gelen Bediüzzaman’ın vatanperverliğini sorgulamak,
sapıtmış mezhepçi dönek Marksistlerin haddi değildir.


Yine bu süreçte İngilizlerin baskısı ile Şeyhülislâm Dürrizâde Efendi’nin Anadolu kurtuluş mücadelesini “âsîlik” ve “bâğilik”le suçlamasına mukabil “cihad fetvası”nı verir. İşgal altındaki Şeyhülislâmın fetvasının geçerli olmadığını, baskı altında verilen böyle bir fetvanın muallel olduğunu ve dinlenilmeyeceğini ilân eder; “fetva geri alınmalıdır” diye açıkça karşı çıkar.


İstanbul’da işgal altındaki idârenin baskısıyla Anadolu’daki Kuvayı Millîyeye karşı verilen fetvanın taraflı ve ârızalı olduğunu nazara verir. Bu fetva alınırken mutlaka “Anadolu da söylettirilmeliydi” diyen Bediüzzaman, bü tür dâvâların siyasilerden ve ulemâdan bir heyetin meseleyi İslâm’ın maslahatı noktasında muhâkeme ettikten sonra ancak fetva verilebileceğini kaydeder. (Osmanlı Şeyhülislâmları, 260; Sarıklı Mücâhitler, 300; Risâle-i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, 71)


Bediüzzaman, Damat Ferit Paşa hükûmetiyle işbirliği değil; işgal altındaki irâdeye bağlı dönemin Meşihat’a İngilizler’in baskısıyla yazdırılan “cihad” aleyhindeki fetvayı ve İngiliz taraftarlığını şiddetle takbih eder. Anadolu’daki Kuvay-ı Millîye aleyhtarı fetvaların “muallel (hastalıklı, eksik, sakat ve kusurlu)” olduğunu ilân ederek şiddetle reddeder. (Tuluât, 62-63)


Ömrü vatan ve millet hizmetinde sarfeden,
cihâda katılan Bediüzzaman,
İstiklâl Harbinin kazanılmasının ardından Kasım 1922’de
dâvet edildiği Büyük Millet Meclisi’nde “hoşâmedi (hoşgeldin) merâsimi” ile karşılanır.
Meclis kürsüsünde Anadolu gazilerini ve mücahidlerini tebrik ederek ülkenin birliği,
İslâm âleminin dirliği için duada bulunup,
on maddelik “beyânnâme” neşreder.
Zaferin mâverasındaki mânevî dinamiklerinin ve maddî diriliş ve toparlanışın temel umdelerini vazeder.



İNDÎ BAYAT UYDURMALAR…

Diğer taraftan, tarikatın mânâ ve mahiyetini yazan ve zamanın tarikat zamanı değil,
iman hakikatlerinin öğretilmesi zamanı olduğunu eserlerinde açıkça beyân eden ve
“Ben şeyh değilim, hocayım;
bunca sene zarfında bir tek tarikat dersi verdiğimi ispat etsinler” diyen Bediüzzaman’ı
“tarikat şeyhi” olarak tanımlamak,
cehâletin ötesinde iflâholmaz bir kin ve adâvetin teşeffisidir.


Keza bu çağın suallerine cevaplar getiren Kur’ân tefsiri Nur Risâleleri etrafında gelişen
imanın tahkimi ve ahlâkın takviyesi çalışmalarını
“iman ve Kur’ân hizmeti” olarak vasıflandırdığı hiçbir maddî ve resmî kaydı olmayan,
tamamen uhrevî kardeşlik üzerindeki Nur Talebelerinin mânevî birliğinin
“tarikat” olarak nitelenmesi de üzerinde durulmayacak kadar basit ve indî bayat bir uydurmadır.


Yine daha önce defalarca çürütülen,
“İngiliz ve Yeni Zelanda askerlerinin şehit sayılması” gibi alâkasız uydurmalar,
mevzu edilmeyecek kadar iğrenç bir yalandır.


Belli ki zındıka cereyanları ve küresel ifsad komiteleri,
bu tür maskara mahlûkları maksatlarında istimal etmekte;
sonra da işleri bitip miâdları dolunca içi boş bir teneke gibi bir tarafa terk edip,
bir paçavra gibi buruşturup atmaktalar.


Ve “belâ zihniyet” uşağı câhil,
gammaz,
muhbirler, çukurunda boğulup kalmaktalar.
Bediüzzaman’a çamur bulaştırmaya,
darbeci ırkçı çamur ve çukur nâdânların gücü yetmez.


Yazıklar olsun,
kalpleri,
kulakları ve
gözleri mühürlü müfteilere.
Vay haline,
yarasalar misâli gerçeklerden fellik fellik kaçan
zâlim müfteriler zümresinin akıbetsiz akıbetine…


Cevher İLHAN
01.04.2010
YeniAsya Gazetesi
 

üstadý fakir

New member
üstad kürddür.bu ondan bir şey eksiltmez.türk de olsaydı ona artı bir şey katmazdı.lakin üstad müdriken kelimesinden kürd kalbi manasını çıkarıyor ve ebced hesabıyla çıkarsama yapıyorsa hep beraber oturup düşünelim.iftiraya gerek yok.müfteriler cezalarını Allahın indinde bulur inşallah.üstad asla ırkçı olmadı.kürtçülük yapmadı yapanıda engelledi,bilakis türk milletini övdü.bu nedenle bazıları sevmezler.
 
Üst