Bediüzzaman, Cevşen hazinesini açmıştır.
Üstad Bediüzzaman, Yirmi Sekizinci Lem’a’da Cevşen-i Kebîr için “Âl-i Beytin manevî ve gayet mühim bir mirası ve bir feyiz kaynağı” olduğunu belirttikten sonra, ilk zamanlarda Cevşen’in tamamını her gün bir defa, bazen de iki-üç defa okuduğunu ve talebelerine de tavsiye ettiğini yazar.
Yine aynı yerde, Cevşen-i Kebîr’in içinde İsm-i Âzamla beraber bin bir adet İlâhî ismin bulunduğunu ve o isimlerle Kur’ân ilimlerini açan Risale-i Nur’u yazdığını ve o isimlerin feyziyle Risale-i Nur’u Kur’ân’a tefsir yaptığını açıklar.
Bu noktada Kur’ân; Cevşen, Ehl-i Beyt ve Risale-i Nur ilişkisine bir göz atmak adına, örnek olarak teksirlerde yer alan Üçüncü Şua’nın baş kısmını mealen buraya kaydedelim:
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’-ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlı-yı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlar-da, aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.” (Bakara Sûresi, 2: 164.)
Bu büyük ayetin, çeşitli nuranî perdelerinden tevhide dair bir perdesini büyük müfessir ve en mükemmel tercüman olan Resul-i Ekrem (s.a.v.), emsalsiz en büyük bir münacat olan el-Cevşenü’l-Kebîr namındaki doksan dokuz bölümde bin bir Esmâ ile bin bir burhana işaret ederek, bu âyeti tefsir ve Rabb’ini tarif etmiş-tir... (O bölümlerden birinde mealen diyor ki)
“Ey göklerde ve ecrâm-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl!
Ey zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdaniyetin delilleri, ayetleri müşahede edilen Zât-ı Zülkemâl!
Ey her bir şeyde ve mahlûkta vücub-u vücuduna delalet eden burhanlar bulu-nan Zât-ı Vacibü’l-Vücud!
Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zât-ı Celîl-i Zülkemâl!
Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Kerîm!
Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levâzı-matını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zülikrâm!
Ey her şey her bir hâcetinde, her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcud her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na râci olan Zât-ı Kadîr ve Rabb-i Külli Şey!
Ey her şeyde zâhir bir surette lütfunun eserleri ve inayetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşahede edilen Zât-ı Lâtif-i Habîr!
Ey zîşuur mahlûkatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acayip ya-pan ve umum masnuatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlatını teşhir et-mek için birer dellâl, birer ilânname hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm!
Sen aczden, şerikten, kusurdan münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin... El amân, el amân! Bizi azap ateşinden ve Cehen-nem’den kurtar.”
İşte Büyük Müfessir olan Resul-i Ekrem (s.a.v.), baştaki büyük ayetin bir per-desini bu münâcât ile tefsir etmiş. Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) gayet büyük ve mü-dakkik bir tilmizi ve gayet zeki ve muhakkik bir şakirdi olan Hz. İmam-ı Ali (r.a.) dahi üstadının münâcâtvâri tefsirine münâcâtlı bir tefsir yapıp, o mü-nâ-câ-tın bir yüzünü keşfederek, o âyetin vecihlerinden bir vechini açmış ve Üs-tad-ı Ekrem’inin münâcâtına bakarak arkasında âyetin bir yüzünü tarif edip de-miş:
“Yâ İlâhî! Göklerde hiçbir deverân ve hareket yoktur ki intizamıyla ve hikmet-leriyle senin vücuduna (varlığına) şehadet etmesin ve seni tanıttırmasın. Hem zeminde hiç-bir tahavvülât ve tebeddülât ve keyfiyet ve san’at yoktur ki; mizan ve nizamıyla senin vahdaniyetini ve rububiyetini bildirmesin ve Sen’i tanımasın. Hem deniz-lerde hiçbir mahlûk, hatta hiçbir katre su yoktur ki hikmetleriyle senin vücuduna delalet etmesin ve Sen’in rububiyetine şehadet etmesin. Hem dağlarda zîhayatlar için iddihar edilen hiçbir madeniyat ve ilâçlar ve taşlar yoktur ki faideleriyle se-nin rububiyetini tanımasın ve senin mevcudiyetine şehadet etmesin. Hem kalplerde hiçbir gaybî hatıralar ve ilhamlar yoktur ki Sen’in varlığına işaret ve vahdetine şehadet etmesin. Hem ağaçlarda hiçbir yaprak yoktur ki; intizâmâtıyla (düzenli oluşlarıyla) ve hikmetleriyle Sen’i tanımasın, yani Sen’in san’at eserin olduğunu bildirmesin. Hem cisimlerde hiçbir hareket yoktur ki Sen’in rububiyetine şehadet etmesin. Ey Hâlık’ım, arz ve semâvâtı teshir eden kudretinin hakkı için matlubumu bana mu-sahhar eyle.”
İşte İmâm-ı Ali’nin (r.a.) bir aciz şakirdi ve Kur’ân’ın bir fakir hâdimi dahi üstadının bu münâcâtını bir münâcâtla tefsir ederek, üstadının üstadı olan Mü-fessir-i Âzam’ın (s.a.v.) Cevşen-i Kebîr münâcâtında yüz fıkrasından bir tek fıkra olan buradaki münâcâtın bir vechini tefsir ile, o büyük ayetin bir yüzünü İsm-i Âzam ışığıyla açmak isteyip diyor ki…]
Bu girişten sonra Üstad Bediüzzaman baştaki ayetin bir yönünü tefsir etme adına Üçüncü Şua’daki o uzun münacatı yazmıştır.
Kur’ân, Cevşen ve Risale-i Nur’u devamlı okuyanlar, bu Üçüncü Şua’daki kadar sistematik olmasa da, diğer risalelerin hemen hemen her cümlede Cevşen’deki İlâhî isimlerin feyzini yakından hissedebiliyorlar.