Barla'da yalnız bir adam...

müdavim

Üye Sorumlusu
Barla'da yalnız bir adam...




Avrupa, gübreyle karışmış çamur içinde, çiçekler açıp meyveler verirken, Müslümanlar kristal vazo içinde kuruyordu...1918 senesine böyle geldik. 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise asırlık ağaca yapılan Avrupa aşısı gibiydi.
Avrupa aşısı tuttukça, İslam'ı tutanların eli yanmaya başladı. 1926'da kahvehanelerin, meyhanelerin kapısı açıldıkça, medreselerin, tekkelerin kapısı kapanıyordu. Dinden uzak olanlar serbest, dindarlar yakalanıyordu.

Mevsim kıştı... Kar, Müslümanların bahtına yağıyordu!

Said Nursi o geceyi karakolda geçirdi. Yolunun üstündeki karakolları, mahkemeleri, hapishaneleri ve sehpaları çoktan gördüğü için tevkifini yadırgamadı. Böylece 25 sene sürecek mahkûmiyetler ve sürgünler hayatı başlamıştı.

Onu Barla'ya sürmüşlerdi. Unutulsun, gözlerden, gönüllerden uzak kalsın diye... Barla, inişli yokuşlu bir yer. Taştan, kerpiçten evler, bakımsız yoksul bir beldeydi Barla... Said Nursi'yi ne anlayacak ne de dinleyecek bir kimse vardı...

Bütün kapılar yüzüne kapanırken, yüksekçe evinden iki kapı açılıyordu: Biri çınara, diğeri camiye... Bir üçüncü kapı daha açılıyor, Risale-i Nur'ların telifi başlıyordu.

Yalnızlığın edebiyatını yapanlar, Bediüzzaman'ın yalnızlığını anlayamaz. Barla'da yalnız bir ev ve o ev içinde yapayalnız bir insan...

Yalnızlığını daha da katmerleştirircesine yaz aylarında Çam Dağı'na çıkar, oradan katran ağacının tepesine tırmanır, göklere yol ararcasına yükseğin daha yükseğine varmak ister ve burada günlerce haftalarca kalırdı. Çam Dağı'nda bir insan tek başına gündüz bile kalamaz. Kimsesizliğin verdiği korkuyla kendini köye atar. O, bir ay o dağda kalabiliyordu. Sürgünden yılmamış, sürgün içinde kendini sürgün etmiş...

Barla'ya gittiğimde gündüz dersler, ziyaretler ve sohbetlerle geçti. Gece olunca herkes gibi ben de yattım. Hayal dünyamda baktım, o, Bediüzzaman oturuyordu. Ben de oturdum bekledim. Baktım, onun beklediği bir şey yoktu. Tesbihattan, cevşenden Esma-ül Hüsna'ya yol buluyordu. İslam'ı yaşamak için her çileye göğüs geriyor, sünnet-i seniyye saraylarında dolaşıyordu. Yaratıkların mahiyetine iniyor, ayetlerin rehberliğinde Allah adına o beldelerde dolaşıyordu. Gönlü yaratan Allah, onun gönlüne öyle bir alem yerleştirmişti ki dünya denen alemle irtibatı yoktu.

Hiçbir şeyi yoktu. Bütün eşyasını alıp dağ yolunu tutardı.

"Hey dağlar, sırt sırta yaslanan dağlar,

Gün kararınca paslanan dağlar,

Hürriyet ufkunda rastlanan dağlar,

Kendini bu dağlara verdi Köroğlu!"

Köroğlu, Bolu Beyi'ne meydan okumuştu; bu adam dünyaya meydan okuyordu. Dini için hayatını ortaya koyan insan, neden korkar ki?

Kainat çapında bir davanın elbette gerçek sahibi Allah'tır. Her şeye kâdir olan Allah, Said isimli kuluna mıknatısiyet veriyor; o, yalnızlık çeşmesinden zemzem içerken, uzakta yakında pek çok insan mıknatıslanıp dinine şuurlu şekilde yapışıyordu.

Hiç ümit edilmeyen insanlar bu büyük davaya omuz veriyor, İslamiyet Muhacir Hafız'ın, Marangoz Mustafa'nın, Şamlı Tevfik'in, Muallim Galib'in şahsında dünyanın dört bucağına yayılıyordu.

Barla, Said Nursi'nin kaybolması gereken yer iken, Barla'dan fışkıran tahkiki iman dersleri Türkiye'yi baştan başa kuşatıyordu...

Her bakımdan Avrupalı olmayı, İslam'ın neyi varsa atmayı "laiklik" sananların planı, bu yalnız adamın dünyasında suya düşüyordu. Bir çekirdekten koca ağacı yaratan Allah, sebepler aleminde Said Nursi'yi çekirdek yapmış, ondan bir Tuba ağacı yeşertecekti.


HEKİMOĞLU İSMAİL
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür.. hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin,yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beşyüz bin demişti. Belki daha ziyade- îmanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmanın kurtulmasına hizmet ettim. Allaha bin kere hamdolsun.

Sonra, ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.

(Tarihçe-i Hayat - 630)
 

heysem

Well-known member
Barla da yalniz bir adam.

Barla'da yalnız bir adam...

Avrupa, gübreyle karışmış çamur içinde, çiçekler açıp meyveler verirken, Müslümanlar kristal vazo içinde kuruyordu...1918 senesine böyle geldik. 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise asırlık ağaca yapılan Avrupa aşısı gibiydi.
Avrupa aşısı tuttukça, İslam'ı tutanların eli yanmaya başladı. 1926'da kahvehanelerin, meyhanelerin kapısı açıldıkça, medreselerin, tekkelerin kapısı kapanıyordu. Dinden uzak olanlar serbest, dindarlar yakalanıyordu.

Mevsim kıştı... Kar, Müslümanların bahtına yağıyordu!
Said Nursi o geceyi karakolda geçirdi. Yolunun üstündeki karakolları, mahkemeleri, hapishaneleri ve sehpaları çoktan gördüğü için tevkifini yadırgamadı. Böylece 25 sene sürecek mahkûmiyetler ve sürgünler hayatı başlamıştı.

Onu Barla'ya sürmüşlerdi. Unutulsun, gözlerden, gönüllerden uzak kalsın diye... Barla, inişli yokuşlu bir yer. Taştan, kerpiçten evler, bakımsız yoksul bir beldeydi Barla... Said Nursi'yi ne anlayacak ne de dinleyecek bir kimse vardı...

Bütün kapılar yüzüne kapanırken, yüksekçe evinden iki kapı açılıyordu: Biri çınara, diğeri camiye... Bir üçüncü kapı daha açılıyor, Risale-i Nur'ların telifi başlıyordu.
Yalnızlığın edebiyatını yapanlar, Bediüzzaman'ın yalnızlığını anlayamaz. Barla'da yalnız bir ev ve o ev içinde yapayalnız bir insan...

Yalnızlığını daha da katmerleştirircesine yaz aylarında Çam Dağı'na çıkar, oradan katran ağacının tepesine tırmanır, göklere yol ararcasına yükseğin daha yükseğine varmak ister ve burada günlerce haftalarca kalırdı. Çam Dağı'nda bir insan tek başına gündüz bile kalamaz. Kimsesizliğin verdiği korkuyla kendini köye atar. O, bir ay o dağda kalabiliyordu. Sürgünden yılmamış, sürgün içinde kendini sürgün etmiş...

Barla'ya gittiğimde gündüz dersler, ziyaretler ve sohbetlerle geçti. Gece olunca herkes gibi ben de yattım. Hayal dünyamda baktım, o, Bediüzzaman oturuyordu. Ben de oturdum bekledim. Baktım, onun beklediği bir şey yoktu. Tesbihattan, cevşenden Esma-ül Hüsna'ya yol buluyordu. İslam'ı yaşamak için her çileye göğüs geriyor, sünnet-i seniyye saraylarında dolaşıyordu. Yaratıkların mahiyetine iniyor, ayetlerin rehberliğinde Allah adına o beldelerde dolaşıyordu. Gönlü yaratan Allah, onun gönlüne öyle bir alem yerleştirmişti ki dünya denen alemle irtibatı yoktu.

Hiçbir şeyi yoktu. Bütün eşyasını alıp dağ yolunu tutardı.
"Hey dağlar, sırt sırta yaslanan dağlar,
Gün kararınca paslanan dağlar,
Hürriyet ufkunda rastlanan dağlar,
Kendini bu dağlara verdi Köroğlu!"
Köroğlu, Bolu Beyi'ne meydan okumuştu; bu adam dünyaya meydan okuyordu. Dini için hayatını ortaya koyan insan, neden korkar ki?
Kainat çapında bir davanın elbette gerçek sahibi Allah'tır. Her şeye kâdir olan Allah, Said isimli kuluna mıknatısiyet veriyor; o, yalnızlık çeşmesinden zemzem içerken, uzakta yakında pek çok insan mıknatıslanıp dinine şuurlu şekilde yapışıyordu.

Hiç ümit edilmeyen insanlar bu büyük davaya omuz veriyor, İslamiyet Muhacir Hafız'ın, Marangoz Mustafa'nın, Şamlı Tevfik'in, Muallim Galib'in şahsında dünyanın dört bucağına yayılıyordu.
Barla, Said Nursi'nin kaybolması gereken yer iken, Barla'dan fışkıran tahkiki iman dersleri Türkiye'yi baştan başa kuşatıyordu...
Her bakımdan Avrupalı olmayı, İslam'ın neyi varsa atmayı "laiklik" sananların planı, bu yalnız adamın dünyasında suya düşüyordu. Bir çekirdekten koca ağacı yaratan Allah, sebepler aleminde Said Nursi'yi çekirdek yapmış, ondan bir Tuba ağacı yeşertecekti.
Zaman (Hekimoglu Ismail)
 
Üst