Kirkinci hoca'dan hatiralar

müdavim

Üye Sorumlusu
Mehmet Kırkıncı Hoca'nın Hatıralarından bazı bölümler



Yine bir gün ders okurken bazı dini ıstılahlar geçti. 'Tercih bila

müreccih', 'tereccuh bila müreccih'. 'külli', 'cüz' gibi tabirleri üzerinde

biraz sohbet ettik. Sonunda bana:



''Sen bunları nereden biliyorsun?'' dedi.



Ben de:



''Biz ilm-i kelam okuduk, bunlar ilm-i kelam ıstılahlarıdır, mütekellim

alimlerinin kullandıkları ıstılahlardır'' deyince,



''Gerçi bunlar medreseleri kaldırdılar, fakat Üstad Risale-i Nur'lar ile hem

medreseyi, hem mektebi, hem de tekkeleri ve zaviyeleri birleştirdi'' diyerek

bana şu soruyu sordu:



''Siz okuduğunuz İlm-i Kelam ile Risale-i Nur'u kıyaslarsanız, nasıl bir

sonuç çıkarırsınız?'' Kendisine şöyle cevap verdim:



''Zübeyir Ağabey, Üstad ilm-i kelamı çok zenginleştirdi. Ve ondaki çok ince

meseleleri misallerle herkesin anlayabileceği seviyeye getirdi. Mesela,

ilm-i kelamın konularını, anlatmış ki, yedi yaşındaki çocuk da anlıyor,

yetmiş yaşındaki adam da anlıyor; ilkokul mezunları da anlıyor, yüksek

tahsil sahipleri de. Çünkü, Üstad Risale-i Nur'u üslub-u mücerret'ten ziyade

'üslub-u müzeyyen' ile yazmıştır. Normal bir insan ilm-i kelamı okuyunca

sıkılır, ama Üstad, Risale-i Nur'da bu hakikatleri misallerle

zenginleştirdiği için insanlar bunları zevkle okuyorlar. İlm-i kelamda da

misaller vardır ama bunlar mantığa dayalı ve anlaşılması zor misallerdir.

Üstad'ın misalleri ise gayet kolay ve herkes tarafından

anlaşılabilmektedir'' şeklinde cevap verdim.



Bu sözlerime çok sevindi ve Münazarat'tan konumuzla alakalı bir bölüm okudu:



''İslamiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese,

bir köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını

tekmil için bir meclis-i şüra olarak, bir kasr-ı meşid-i nurani timsalinde

arz-ı didar edecektir.''



Ben devam ettim:



''Mesela, 'Haşir Bahsi' ilm-i kelamda en zor anlaşılan meselelerden biridir.

Fakat Üstad, 10. Söz ve 29. Söz ile bunu en makul ve çok kolay anlaşılabilir

bir hale getirmiş. Üstad müceddid olduğu için ilm-i kelam meselelerini

anlatmada da bir tecdid yapmıştır. Bu tecdidin esası, asrın fehmine göre

kalp ile aklı birlikte nazara alması, eserlerinde her ikisini de tatmin

edecek bir üslup kullanmasıdır. Akla uzak görünen meseleleri harika

misallerle akla yakınlaştırmıştır. Nitekim kendisi de: ''Sırr-ı temsil

dürbiniyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi'' buyurmaktadır.

SAİD MERT
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Zübeyir Ağabey hayatının her anında ibadetine ve feraizine dikkat ederdi.
Çok az istirahat ederdi. Ya namaz kılar, ya Kur'an, ya Cevşen veya Risale-i
Nur okurdu veya okuturdu. Hastayken bile bu adetini terk etmezdi. Riyadan
çok korkardı. Güzel bir şey yaptığı zaman diğer Nur Talebeleri'ne atfederdi.
Bir meşakkat geldiği zaman da kendi üzerine alırdı. Üstad'ın ''hizmette
ileri ücrette geri'' diye ifade buyurdukları hakikate tam masadak olmuştu.

.

Bir gün Ankara'a kendisiyle birlikteydik. Gece polisler medreseyi bastılar.
Orada teksir makinesi ve Risale-i Nur'lar vardı. Bunların tamamının
kendisine ait olduğunu söyledi ve polisler Zübeyir Ağabey'i alıp götürdüler.

İrfandan ve ubudiyetten aldığı sürur ve neşeyi cennetlere değişmezdi.
Okumadan aldığı feyzi, başka hiçbir şeyden almazdı. Gerçekten de okuduğu
zamanlar çok neşeli olurdu. Bazen sağ elini kaldırır ve yüzüme bakarak
''Maşallah! Bakın Üstad burada ne demiş!..'' diyerek dikkatimizi çeker ve
sözünü ettiği kısmı bize de dinletirdi.

.

Malaniyattan ve gıybetten çok nefret ederdi. Yanında kimsenin gıybet
etmesine müsaade etmezdi.

Bir defasında da kendisinden şöyle bir hatıra dinledim:

''Bazı günler Üstad ile birlikte kıra giderdik. Üstad Hazretleri bizden ayrı
bir kenara çekilir, o ihtiyar halinde bazen bir saatten fazla vecd ile dua
ederdi. Dua ederken, yer yer yüzü dizlerine değecek gibi olurdu. Kendine
gelen meşakkatlerden ve ıstıraplardan kesinlikle şikayet etmezdi. Bir
sıkıntıyla karşılaştığı zaman ''Bunun altında bir Rahmet-i İlahiye vardır''
derdi.

Zübeyir Ağabey bir gün bana şunları söyledi:

''Bu Kur'an ve iman hizmeti bizim için farz-ı ayn'dır. Üstad'ı tanımayanlar
ve hizmetini bilmeyenler bizim kadar mesul olmazlar.''
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Zübeyir Ağabey Üstad'ımızın meşverete çok önem verdiğini sık sık anlatırdı.
Üstad, medreseye basit bir malzeme almak icap etse bile, hepimizi toplar ve
tek tek fikirlerimizi sorardı. Üstad'a hürmeten konuşmama yolunu seçen
kardeşlere ''Bektaşilik yapma! Fikrini beyan et'' derdi.

.

Bir gün Zübeyir Ağabey'e:

''Sadakati nasıl anlayacağız?'' diye sordum. Parmağını rahlenin üzerindeki
Nur Risaleleri'nin üzerine bastırarak:

''Bana deseler ki, ''Zübeyir bu kitapları okursan cehenneme, okumazsan
cennete gideceksin. Ben yine de bu kitapları okur ve cehenneme giderim''
dedi. Bu cevap benim hayretime mucip oldu.

Daima, ''Bu hizmetin berraklığını ve safvetini her zaman ihlasla mahafaza
edeceğiz'' derdi.

Yine bir gün şöyle demişti:

''Ahval-i aleme nazar-ı ibret ile bakarsak görürüz ki, insanların çoğu
dünyaya aşıktırlar. Saadeti kimisi servetin ihtişamında, kimisi siyasetin
cazibesinde, kimisi de şan, şöhret ve rütbeye arıyorlar. Fakat bulamıyorlar.
Çünkü bunların birer gölge olduğunu bilemiyorlar. Bu uğurda gerekirse
canlarını da feda ediyorlar. Bunların birçoğu milletimizin üstüne çöken
gaflet ve küfür bulutlarını hissedemiyorlar.''

.

1960 ihtilali münasebetiyle Sivas Kampı'ndan çıktıktan bir süre sonra
İstanbul'a gittim. Zübeyir Ağabey kamptan sual etti. Olanları anlattım.
Bunun üzerine bana şunları söyledi:

''Biz bir daha dünyaya gelecek değiliz. Onun için imanlı ve faziletli
insanlar yetiştirerek bu millete yardımcı olmalıyız. Gayretimizi,
çalışmamızı Risale-i Nur'un neşrine hasretmeliyiz.''

Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur'un en çok iman, ahlak ve uhuvvet konuları
üzerinde durduğunu söylerdi. Bu konuda şunları anlatırdı;

''Fazilet, iman ve ahlakın birleşmesindedir. Üstadımız buna çok ehemmiyet
verirdi. Meselemiz, çekici daima bu noktaya vurmaktır. Nasıl Üstad ahrete
teşrif edinceye kadar bütün meşakkatlere ve sıkıntılara katlanarak hizmet-i
imaniyesinden geri durmadıysa, biz de manevi mücahedemizde onu örnek
alacağız. Biz de bu şekilde hizmet edeceğiz. Allah'ın lütfu bizim
yanımızdadır. Sabırla, okumakla, tefekkürle, ibadetle, muhabbetle, uhuvvetle
çalışacağız. Çünkü Tevfik-i İlahi uhuvvetin yanındadır.

Karşımızda bulunan dinsizlik cereyanı ve gizli zındıklar birlik
içindedirler. Bu yüzden de kuvvetliler. Bizim de bu manevi cihatda muvaffak
olabilmemiz için azami gayret, fedakarlık, tesanüd ve uhuvvet üzere olmamız
icabediyor.

Bu davanın tahakkuku için büyük fedakarlıklar lazımdır. İman hizmetini
hayatımızın gayesi bilmeliyiz. Yememiz, içmemiz, yaşamamız hep bu dava için
olmalı. Cenab-ı Hak'tan azami ihlas, azami sadakat, azami fedakarlık, azami
sabır, azami tahammül istememiz lazım.''

(Hatta bu duayı bana yazıp vermişti.)

Devamla:

''Üstad Hazretleri hayatını bu milletin imanı uğruna harcamıştır. Bu ne ulvi
bir şereftir! Hayatı boyunca, hapislerdeyken, sürgünlerdeyken kalemi elinden
bırakmamış ve bu külliyatı bize mal etmiştir'' dedi.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Zübeyir ağabey bazen bize Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırdı. Bir gün
şöyle bir hatıra anlattı:

''Bir bayram öncesi Üstad Hazretleri, 'Zübeyir, biz kıra gideceğiz. Siz
burada kalın da temizlik yapın' dedi. Biz birkaç arkadaş medresede kaldık ve
temizliğe başladık. Kilerde iki üç senedir bekleyen bozuk florasan lambaları
vardı. Kardeşlerden biri 'Zübeyir Ağabey, bunları ne yapalım?'' diye sordu.
Ben de işe yaramazlar diye, kırıp çöpe atmasını söyledim. O da öyle yaptı.

Akşam Üstad'ımız kırdan döndü.

'Ne yaptınız Zübeyir? İyice temizlediniz mi buraları? Dedi.

'Temizledik Üstad'ım' dedim.

'Aferin Zübeyir' dedi ve

'O florasanları ne yaptınız?' diye sordu.

'Üstad'ım onlar iki üç senedir öylece bekliyorlardı. Bozuktular, tamir de
edilemezlerdi. Biz de kırdık attık' dedim.

Üstad Hazretleri, hafifçe başını sallayarak, 'Fesübhanallah.' dedi, 'Bu
insanoğlunun ruhunda da meylüt-tahrip varmış.'

Üstad'ımız tahribe o kadar karşıydı ki, yumurtayı yerken kabuğunu tamamen
soymaz, kırmamak için küçük bir delik açar ve buradan tabağa dökerek pişirir
ve yoğurtla beraber yerdi. Yumurtanın kabuğunu da ezmezdi. Onun bu
hassasiyeti, bizde 'insana hizmet eden eşyanın da ihtirama layık olduğu'
kanaatini uyandırırdı.''

.

Zübeyir Ağabey, Üstad'ın hizmetini ve davasını hayatının en büyük gayesi
edinmiş, mümtaz bir şahsiyetti. Aklını, ruhunu ve hissiyatını tamamen
Risale-i Nur'a vermişti. Üstad'dan aldığı himmetin şevkiyle sürekli Risale-i
Nur'un neşrini düşünürdü. Her şeyiyle Risale-i Nur'da fani olmuştu. Onda,
ihlas ve sadakatin eşsiz bir şaheserini gördüm.

''İnsanın fikri neyse, zikri de odur.'' Diye meşhur bir söz vardır, Zübeyir
Ağabey'in konuştuğu bütün şeyler; Üstad, Risale-i Nur, Nurların neşri ve
medreselerdi. Üstad'dan aldığı hamiyet ve fedakarlık dersini ömrünün sonuna
kadar uyguladı, uygulattı, yaşadı ve yaşattı. Bizlere de bu konuda hep
Üstad'ı örnek gösterirdi.

Bir başka görüşmemizde şu hatırasını anlattı:

''Üstad'ımız, bazen elini benim göğsüme vurur ve 'Buradan bir endişem yok.
Buradan eminim' der ve sonra elini kafama dokundurarak, 'Fakat burası çok
mühim ve burası lazım' derdi.''

Üstad'ın bu sözünü şöyle açıkladı:

'Çünkü sadece hulus-u niyet fayda vermez. İyi düşünmek lazım. Üstad'ımız,
Efela tefekkerun, Efela ya'kilun ayetlerini sık sık nazara verip bizi
tefekküre teşvik ederdi.''

Başka bir görüşmemizde de bana bu manada şöyle bir tavsiyede bulundu:

''Rüyamda şu zatları gördüm.'' Diyerek akıldan ziyade hayal üzere hareket
eden tipleri etrafında barındırma. Hizmette hayali değil, aklı ve hikmeti
ölçü alan kimseleri tercih et. Bizim mesleğimiz akla büyük önem verir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Zübeyir Ağabey'den son bir hatıra daha anlatmak isterim:

Ankara'da bir ameliyat geçirmiştim. O sırada Zübeyir Ağabey İstanbul'dan
Ankara'ya telefon açmış ve Said Özdemir Ağabey'e:

''Hocam hastaneden çıkınca İstanbul'a getir'' demiş. Ben taburcu olunca Said
Özdemir Ağabey beni İstanbul'a götürdü.

Zübeyir Ağabey, daha rahat edebileceğim düşüncesiyle beni Bekir Berk
Ağabey'in Çemberlitaş'taki Kiğılı Pasajı'nda bulunan yazıhanesinde misafir
etti. Kendisi Süleymaniye Camii yakınında bulunan Kirazlı Mescid'teki
medresesinde kalıyordu. Her gün yazıhaneye geliyordu. Bir gün Bekir Berk
Ağabey, ''Hocam, ben İşaratü'l-İcaz'ı çok merak ediyorum. Senin burada
kaldığın sürede geceleri İşaratü'l-İ'caz'ı beraberce okuyabilir miyiz?''
dedi. Ben de kabul ettim. Geceleri beraber okuyorduk. Ders bitince bana,
''Sen yat. Ben okuduğumuz yeri bir daha gözden geçireyim'' diyordu.

Bir gün Mustafa Polat koltuğunda çantasıyla saat on civarı, Avukat Bekir
Berk'in yazıhanesine geldi. O zamanlar haftalık İttihat gazetesini
çıkarıyordu. Zübeyir Ağabey'in her gün yazıhaneye geldiğini bildiği için:

''Hocam, Zübeyir Ağabey geldi mi?'' diye sordu. Henüz gelmediğini söyledim
ve ''Hayırdır?'' dedim.

''Papa Türkiye'ye geliyor. Şevket Eygi Yeni İstiklal gazetesinde, Papa
hakkında ağır sözler yazmış. Acaba biz 'İttihad gazetesine bu konuda neler
yazalım?'' diye sormaya geldim'' dedi.

''Şevket Eygi iyi yapmış, sende benzer şeyler yaz'' dedim. ''Olmaz Hocam! Bu
çok mühim bir mesele. Korkarım hata yaparız. Zübeyir Ağabey'e danışmam
lazım'' dedi.

Biraz sonra Zübeyir Ağabey geldi. Mustafa Polat durumu anlatınca:

''Ne yazacaksın, elbette hoş amedi edeceksin. ''Hoş geldin, sefa geldin!''
diye yazacaksın'' dedi ve ilave etti:

''Üstad'ımız da 1952'de İstanbul'a geldiğinde Büyük Ada'ya giderek
Athenagouras'ı ziyaret etmişti.

''Eğer onun hakkında iyi şeyler yazmazsanız Fener Patriğinin yanına gider.
Bu memleket aleyhinde menfi kararlar alırlar'' dedi.

Mustafa Polat da, Papa hakkında güzel bir yazı kaleme aldı.

Bir zaman sonra bir maslahat gereği Bekir Bey ile birlikte Başbakan Süleyman
Demirel'in ziyaretine gittik. Sohbetimiz sırasında bir ara şunları söyledi;
''Yahu bu Bakanlarımızın çoğu sıhhatli düşünemiyorlar. Papa geldiğinde,
''Sakın biz buna sahip olmayalım. Nereye giderse gitsin'' dediler. Ben de,
''Papayı devlet olarak biz misafir edelim. Eğer biz ona sahip çıkmazsak
Fener Rum Patriğine gider. Orada memleket aleyhine kararlar alırlar. Eğer
onu biz misafir edersek, biz de onunla gideriz. Hiç olmazsa konuştuklarını
dinleriz'' dedim. Fakat bunu kabul ettirmekte çok zorlandım'' dedi. O
bunları söylerken Zübeyir Ağabey'in sözleri aklıma geldi. Süleyman Bey bir
politikacı ve devlet adamı olduğu için bunu bilmesi normaldi. Ama Zübeyir
Ağabey'in bunu anlamasına çok hayret ettim.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

Zübeyir Ağabey ''Tarikatçılarla aranız nasıl?'' diye sordu. ''Birbirimizle
tam bir muhabbet içindeyiz. Yer yer ziyaretlerine gideriz. Zikir faslından
sonra bize ders yaptırırlar'' diye cevap verdim. Çok memnun kaldı ve ''Bir
kimse İslamiyet'e bir saç teli kadar da hizmet etse onu takdir etmemiz ve
kucaklamamız gerekir.'' Dedi.

Zübeyir Ağabey konuşmasına Üstad'dan şu hatırayı naklederek devam etti:

''Üstad'ın yanında kaldığımızka bir gün kapı çalındı. Dışarı çıktığımızda
İsmet Paşa taraftarı, gazeteci İlhami Soysal'ı gördük. ''Bez Bediüzzaman'ı
ziyarete geldim'' dedi.

Biz kendi kendimize, ''Üstad bunu kabul etmez'' diyorduk.

Üstad'ımıza haber verince, ''Gelsin, buyursun.'' Dedi. Biz bunu duyunca
şaşırdık. İlhami Soysal'ı içeri aldık. Üstad onu ayakta karşıladı. İlhami
Soysal da Üstad'ımızın elini öptü. Soysal daha konuşmaya başlamadan
Üstadımız söze başladı ve iman ile ilgili birçok hakikati anlattı. İlhami
Soysal hiç konuşamadan sadece dinledi. Sonunda yine Üstad'ın elini öperek
ayrıldı.

Kendisinin naklettiğine göre İlhami Soysal, Bediüzzaman'ı ziyarete gelirken
İsmet Paşa'ya danışmış. O da gidebileceğini, fakat Bediüzzaman'ın çok
tesirli biri olduğunu, onun etkisi altında kalmamaya dikkat etmesi
gerektiğini söylemiş.

İlhami Bey gittikten sonra Üstad Hazretleri bizi yanına çağırdı ve şunları
söyledi,

''Bir insanın İslamiyet'e düşmanlığı yüz ise onu doksandokuz'a indirmek
hizmettir, hatta yüzbir'e çıkartmamak dahi hizmettir.''
 
Üst