Birinci Sözden Tefekkürler

Merih

Well-known member
Baki ÇİMİÇ


“Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin-tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. (Birinci Söz, 2004, s:15)”
Bismillâh bir intisaptır, bir bağlanmadır. Düşünelim ki çölde seyahat eden iki adam biri padişahın ve reisin adını alsa, diğeri almasa. Padişahın adını almayan gururlu adam uzun seyahatinde ne tür sıkıntılar çekeceği, ne tür meşakkatlere gireceği herkesin malumudur. Ancak bir padişahın ve reisin adını alan bahtiyar kişi her yerde O padişahın ünvanı ve ismi ile gezdiğinden tüm ihtiyaçları karşılanır ve bütün korkulardan kurtulmuş olur. Artık herkes O haşmetli padişahı tanıdığından onun adı ile hareket eden adamın ihtiyaçlarına cevap verecektir.
Sahra ve çöl, çaresizliğin ve meşakkatin temsilî izdüşümüdür. Zorluk ve çetin hayat şartlarının en zirve noktada yaşanan mekânıdır. Üstadımız verdiği misallerde hakikate geçecek misalleri seçerken en güzeli ile Külliyata dâhil etmiştir. Bu misallerde çok ince sırlar ve nüanslar saklıdır. Muhataplar her okuduğunda o misallerden çok farklı manaları terennüm eder ve fehmeder.

Çöl deyince öncelikle neler biliyoruz ve çöl kelimesi bizlere neler çağrıştırıyor. Üstad Birinci Sözde dağ, ova, orman, düzlük gibi kelimeleri kullanmıyor. "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden..."cümlesi ile bu seyahatin çölde yapıldığını söylüyor. Bu sözü okuyan her muhatap öncelikle çölde neler yok onları düşünmeli.
Çölde;
—Su yok.
—Yiyecek yok.
—Gölge yok.
—Sığınılacak ve dinlenilecek ve ferahlanacak mekân yok.
—Yardım ümidi de yok çünkü yer ve yolculuk çölde devam ediyor.
Peki, çölde neler var?
—Meşakkat var.
—Susuzluk ve açlık var.
—Fırtına ve şiddetli sıcak var.
—Korku ve endişe var.
—Zorluk, haşarat-ı muzırra ve şakiler var.
İşte Birinci Söz’deki çöldeki seyahat başından muhataba sonsuz acizliğin, fakirliğin ve çaresizliğin zirvesini ihtar ediyor. Böylece muhatap sonsuz ihtiyaçlarını ve düşmanlarını def edebilecek bir halaskara sığınma ve onun yardımını ve himayesini hissetmeye başlıyor. İşte bir kabîle reisinin ismini alma mecburiyeti çöl seyahati ile insana ihsas ettiriliyor. Çünkü bütün ihtiyaçları karşılansın ve acziyetine, fakirliğine ve korkularına medet olsun.
Şimdi bizlerde şu dünya çölünde seyahat eden insanlarız. Nasıl ki padişahın adını alan adam rahatla gezdi ise bizlerde bu Kâinatın sultanı olan Allah’ın adını almalı ve o ünvan ile hareket etmeliyiz. Çünkü aciz ve zayıf olduğumuzdan sonsuz bir kuvvete muhtacız.
“Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır. ( Sözler,2004,s:16)”
Besmele ne mübarek bir kelimedir ki; bizi doğrudan doğruya kâinatın yaratıcısı olan Rabbimize bağlar. Allah’ın adıyla bir işe başlamak ve bütün sebeplerden sıyrılarak sadece ve sadece O’na yönelmek ve O’ndan güç almak. Bir asker askere kaydolduğu zaman devlet namına hareket ettiği ve kendi zayıf kuvvetine devletin gücünü kattığı için kendi gücünden ve kuvvetinden binlerce kat daha bir güce sahip olur. Bu kuvvet ve güçle çok işleri kolaylıkla yapabilir. Hatta bir köyün insanlarını bu kuvvetiyle devlet namına bir yere toplayabilir. Biliriz ki bu asker bu işleri kendi kuvveti ile yapmamıştır. Devletin adını alarak ve devletin kuvvetine dayanarak bu işleri başarmıştır.
Kâinatta çok zayıf şeyler vardır ki, kendi güçlerinden çok fazla işleri yaparlar. Tohumların ağaçları başlarında taşımaları, hayvanların süt, yumurta yapmaları da bu sırra işarettir. Onlarda Bir’isinin adını alarak kendi zayıf güç ve kuvvetlerinden daha fazla işleri yapmaktadırlar.
Demek hayvanlar ve bitkilerde “Bismillah” demektedir. Bitkilerin o nazik ve yumuşak kökleri sert kayaları delip geçiyorsa bunu kendi güç ve kuvvetleriyle yaptığını söylemek cehaletle eşdeğer olmaz mı? Yazın o yakıcı sıcaklarında yemyeşil kalan yaprakları ne ile izah edeceğiz? Kâinattaki her şey kendi lisânı ve diliyle elbette ki “Bismillâh” diyorlar ve felsefecilerin bütün iddialarını tekzip ediyorlar.
Eğer kâinatta her şey “Bismillâh” diyorsa bizler bu mübarek kelimeyi nasıl ihmal ederiz? Nasıl bizi büyük bir hazineye sahip edecek ve Rabbimize bizi bağlayacak, bütün sıkıntı ve zorlukları aşacağımız güç ve kuvvetten kendimizi mahrum bırakırız? O zaman her hayırlı işin başında hep birlikte “Bismillâh” demeliyiz. Hiç bir şey kaybetmez çok büyük kazançlar elde ederiz.
Öyleyse Allah namına almalı, Allah namına vermeli ve Allah namına işlemeliyiz.

Kaynak
 

akna

Well-known member
Allah razı olsun
Rabbim her daim her işimizde sadece kendi ismini zikretmeyi, O'na istinad etmeyi, O'nun namına O'nun rızası doğrultusunda hareket etmeyi nasip etsin cümlemize

Allah namına alalım
Allah namına verelim
Allah namına başlayalım
Allah namına işleyelim bi iznillah
 

Abdülbâkî1

Active member
Bismillâh Her Hayrın Başıdır

Bismillâh bir intisaptır, bir bağlanmadır. Düşünelim ki çölde seyahat eden iki adam biri padişahın ve reisin adını alsa, diğeri almasa. Padişahın adını almayan gururlu adam uzun seyahatinde ne tür sıkıntılar çekeceği, ne tür meşakkatlere gireceği herkesin mâlûmudur. Ancak bir padişahın ve reisin adını alan bahtiyar kişi her yerde O padişahın ûnvânı ve ismi ile gezdiğinden tüm ihtiyaçları karşılanır ve bütün korkulardan kurtulmuş olur. Artık herkes O haşmetli padişahı tanıdığından onun adı ile hareket eden adamın emrine ve ihtiyaçlarına cevap vereceklerdir.

Şimdi bizlerde şu dünya çölünde seyahat eden insanlarız. Nasıl ki padişahın adını alan adam rahatla gezdi ise bizlerde bu Kâinatın sultanı olan Allah’ın adını almalı ve o ûnvan ile hareket etmeliyiz. Çünkü aciz ve zayıf olduğumuzdan bu sonsuz kuvvete muhtacız.

Biz de yazımıza “ Bismillâh” ile başladık. Bismillâh’a kısaca Besmele de diyoruz. Besmele çekmek ise ”Bismillahirrahmanirrahim”olarak tamamlanır. Besmelenin kelime anlamı: “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.” dır. Ayrıca ”Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile “de anlamında kullanırız besmeleyi.

Besmele ne mübârek bir kelimedir ki; bizi doğrudan doğruya kâinatın yaratıcısı olan Rabbimize bağlar. Allah’ın adıyla bir işe başlamak ve bütün sebeplerden sıyrılarak sadece ve sadece O’na yönelmek ve O’ndan güç almak. Bir asker askere kaydolduğu zaman devlet namına hareket ettiği ve kendi zayıf kuvvetine devletin gücünü kattığı için kendi gücünden ve kuvvetinden binlerce kat daha bir güce sahip olmuştur. Bu kuvvet ve güçle çok işleri kolaylıkla yapabilir. Hatta bir köyün insanlarını bu kuvvetiyle devlet namına bir yere toplayabilir. Sizler de bilirsiniz ki bu asker bu işleri kendi kuvveti ile yapmamıştır. Devletin adını alarak ve devletin kuvvetine dayanarak bu işleri başarmıştır. Kâinatta çok zayıf şeyler vardır ki, kendi güçlerinden çok fazla işleri yaparlar. Tohumların ağaçları başlarında taşımaları, hayvanların süt, yumurta yapmaları da bu sırra işaret olmalıdır. Onlarda Bir’isinin adını alarak kendi zayıf güç ve kuvvetlerinden daha fazla işleri yapmaktadırlar. Demek hayvanlar ve bitkilerde “Bismillah” demektedir. Bitkilerin o nazikve yumuşak kökleri sert kayaları delip geçiyorsa bunu kendi güç ve kuvvetleriyle yaptığını söylemek cehaletle eşdeğer olmaz mı? Yazın o yakıcı sıcaklarında yemyeşil kalan yaprakları ne ile izah edeceğiz. Kâinattaki her şey kendi lisanı ve diliyle elbette ki “Bismillah” diyorlar ve felsefecilerin bütün iddialarını tekzip ediyorlar.


Eğer kâinatta her şey “Bismillah” diyorsa bizler bu mübârek kelimeyi nasıl ihmal ederiz? Nasıl bizi büyük bir hazineye sahip edecek ve Rabbimize bizi bağlayacak, bütün sıkıntı ve zorlukları aşacağımız güç ve kuvvetten kendimizi mahrum bırakırız? Bizlerin acizliği ve zayıflığı sonsuz olduğu halde, bir mikroba mağlup olduğumuz durumda, her şeye muhtaç olduğumuz anda nasıl kendimizi güçlü ve kuvvetli sayabiliriz? O zaman gelin her hayırlı işin başında hep birlikte “Bismillahirrahmanirrahim” diyelim. Hiç bir şey kaybetmez, ancak çok büyük kazançlar elde ederiz.

Öyleyse Allah namına almalıyız ve Allah namına vermeliyiz.

“Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.”

Bismillah, bir nur gibi bütün kâinatı kuşatan ve her yerde Allah’ın rububiyet mühürlerini gösteren bir iksir gibidir. Rububiyet Allah’ın terbiye edici vasfıdır. Kâinat heyet-i mecmuası ile insanda temerküz etmiş bir fihriste durumundadır. Yani insan kâinatın özetini taşıyan çekirdek hükmündedir. Yüce Allah eşyayı esmâsına mir’at yapmıştır. Onun için eşya mir’ât-ı marifettir.

Öyleyse bütün kâinatta tecelli eden esmâ cilveleri yüce Rabbimizi bize tanıtmakta ve bildirmektedir. Hem kâinat heyet-i mecmuası ile hem de insan maddî ve mânevî cihetleri ile Allah’a ayinadarlık yapmaktadır. Kâinat simasına bakıldığında taklid edilmez bir şekilde rububiyet sikkeleri görülmektedir.Her bir mahlûk üzerinde yüce Allah’ın terbiye edici vasfı olan rububiyet tecellileri ve mühürleri net olarak görülmektedir.İnsan simasında da öyledir.Her insanın özellikle maddî azalarına dikkatlice bakılırsa rububiyet tecellileri daha net görülür.

İnsanın simasındaki alamet-i farika, kaşları, burnu, kulakları ve diğer azaları belirli bir mizan ve miktar ile Rabbimiz tarafından çok hassas ve ince olarak terbiye edilmiştir. İşte hem kâinat hem de insan simlarına Besmele ile vurulan sikke-i rububiyet tecellileri saymakla bitmek bilmez vaziyettedir. Hem kâinattaki mahlûkat hem de insandaki cihazatlar mükemmel olarak şekillendirilmiş ve terbiye edilmiştir. Arıları, yılanları ve haşarat-ı muzırları eğer Rabbimiz terbiye etmeyim dizginlerini çekmeseydi bizim bu dünyada yaşamamız mümkün değildi. Denizler dağlarla, akarsular vadi yatakları ile terbiye edilmiştir. Aynen öyle de insanın vücudundaki su ve ab-ı hayat olan dem de kalb ve damarlarla koruma altına alınmış ve terbiye edilmiştir. Akciğerlerimiz yakıcı olan bir gaza göre terbiye edilmiştir. Nasıl ki yanıcı ve yakıcı olan iki madde sikke-i rububiyet ile bir araya getirilerek terbiye edilmiş ve hayatımızın en önemli maddesi olarak yaratılmış ise hayatımızın bütünü de böylece sikke-i rububiyet ile terbiye edilmiştir. Misalleri çoğaltmak mümkündür.

 

topraktoprak

Well-known member
Allah razı olsun kardeşlerim.
Hakikaten Birinci Söz esma hazinesi gibidir
Hâkim-i Ezelînin ismini almak.
Ezel, ebed ve hâle hükmü geçebilen bir
Hâkimin ismini almak ne kadar istimdat ve medet vericidir.
Çünkü Allah'ın Hâkimiyeti belirli bir alan ve zamanla sınırlı değildir.
Bütün zamanlara ve mekânlara hükmeden bir zatın ismini Bismillâh ile almak elbette Hâkimiyetinin ezeliyetine olan iman ve itikat ile olur...
 

Abdülbâkî1

Active member
Mâlik-i Ebedî ve Hâkim-i Ezelînin ismini almak

“Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. (Sözler,2004,s:15)”

Bismillah her hayrın başı, hayırlı işlerin mukaddemesi ve Sözler’in kapısının eşiği, Birinci Sözün ilk cümlesinin ilk kelimesi. Sanki Birinci sözün, bütün Sözlerin ve Risale-i Nur külliyatının anahtarı. Biz dahi başta ona başlarız. Evet, biz başlarız, çünkü bu kelime İslam nişanıdır. Şeâir-i İslâmiyedir. Bir âlemdir. Onun için "biz" başların, hem de başta başlarız, hem de her hayırlı işin başında başlarız.

Neye başlarız? Elbette ki O’na başlarız. Onunla O’na başlarız. Besmeleye başlarız. Allah’ın adıyla Allah’ın adına başlarız. Çünkü Allah Ezelîdir. Biz O’na yani Besmeleye başlamadan önce de O(cc) Ezelîyeti ile vardı. Onun için de “Biz dahi başta ona başlarız.”

O halde “Bismillâh” biz başlamadan evvel vardır. Yani biz, bizden önce var olana ve Ezelî olana başlarız. Ona -besmeleye-başlamakla Ezelî olan Allah'ın Rahmân ve Rahîm isimlerine ve O'nun adı ile ona başlarız. Ona başlamak her şeyden önce Ezelîyeti ile varlığı Ezelî olana başlamak demektir.

“Şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al."( Sözler,2004,s:16)

Hakikaten Birinci Söz esma hazinesi gibidir. Hatta Risale-i Nurlar bütünüyle böyledir. Zaten hakikat-ı hakaik, Esmâ-i İlahiyedir.
Şu sahranın Mâlik-i Ebedîsinin ismini almak. Esasında sahra dünyadan da ileri bir manayı yani Kâinatı da içine almalıdır. Madem biz ezel canibinden ve zerreler âleminden dünya çölüne çıkarıldık. O halde bizim sonsuz ihtiyaç ve a’dalarımıza ancak sonsuz ilim, kudret ve irâde sahibi Ebedî bir zat çare olabilir. Hükmü ve mâlikiyeti sınırlı olan, sonsuz ihtiyaçları karşılayamaz ve düşmanları def edemez. Onun için şu sahranın Ebedî Mâlikinin adı alınmalı ki bütün mülkün mutasarrıfı olma hâkimiyeti ile ihtiyaçlar karşılanabilsin.

Hâkim-i Ezelînin ismini almak. Ezel, ebed ve hâle hükmü geçebilen bir Hâkimin ismini almak ne kadar istimdat ve medet vericidir. Çünkü Allah'ın Hâkimiyeti belirli bir alan ve zamanla sınırlı değildir. Bütün zamanlara ve mekânlara hükmeden bir zatın ismini Bismillâh ile almak elbette Hâkimiyetinin ezeliyetine olan iman ve itikat ile olur.

Hâkimiyet ezeliyeti, Malikiyet ise ebediyeti gerektiriyor. Bu derste böyle bir mana daha inkişaf ediyor. İnsan dünya çölünde çaresiz, aciz ve fakirdir. Hem de acizliği ve fakirliği; ihtiyacı ve düşmanları da nihayetsiz. Öyleyse nihayetsiz çaresizlik, acziyet ve fakirlik içinde sınırsız ihtiyaçlarını karşılayacak ve nihayetsiz düşmanlarını def edecek “Bir”inin adını alması ve O'na dayanması zaruridir. Yoksa perişan olacak, çaresizliği onu divane edecektir.

İşte bu halde olan kişinin ihtiyaçlarını karşılayacak olan onun ebedî arzularına cevap verecek ancak ve ancak sonsuz mülklerin sahibi olan Mâlik-i ebedî olabilir. İşte O Mâlik-i Ebedînin adını alan ve ondan istimdan eden seyyah, dertlerinin dermanına ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, kalbinin ebed arzusuna cevap vereni bulmanın iştiyakına kavuşmuş olur.
Hem o seyyah öyle birinin ismini almalı ve öyle birine dayanmalı ki onun bütün ihtiyaçlarını bilmeli, bilmek yetmez görmeli, görmek de yetmez karşılamalıdır. Bu da ancak kalb perdesinin arkasındaki arzuları dahi bilen, gören ve o ihtiyacı karşılayan Hâkim-i Ezelî olabilir. O zat ezeli Hâkimiyeti ile bütün kâinatı görür, bilir ve her şeye gücü ve kudreti yeter vasfı ile o ismi alanın da ihtiyaçlarını görür, bilir ve karşılar.

İşte bu sırlardandır ki Birinci Söz’de düşmanı, hâcâtı nihayetsiz olan ve çölde seyahat eden seyyah olan bizler" şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin” ismini almak mecburiyetindeyiz.

Biliyoruz ki taş sert ve katı bir maddedir. Ancak "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. "Allah namına, Rahmân namına" der; herşey ona musahhar olur.( Sözler,2004,s:17)" sırrınca taş dahi zahirde sert gözükürken emir aldığında yani Allah namına, Rahman namına denilince emre itaat ediyor, üstünlük gibi görülen sertlik o yumuşacık kökler karşısında pamuk gibi yumuşuyor. Demek ki sert olan maddeler de Allah'ın emri ile hareket ediyor ve emir karşısında İblisvari bir duruş değil emre itaat eder bir duruş sergiliyor.

Yine "Hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi “'Vur asânı taşa' buyurduk.( Bakara Sûresi, 2:60.)”emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı “"Ey ateş, serin ve selâmetli ol." (Enbiyâ Sûresi, 21:69.)”âyetini okuyorlar.( Sözler,2004,s:17)

Burada da aynı sırla karşılaşıyoruz. Ateş ve hararet, emir altında hareket ediyor ve tabiatpereslerin en güvendikleri hararet ve salâbet dahi Allah’ın kudreti ve emri altında şekil alıyor ve emir ile yakıyor ve nehiy ile yakmıyor; yine emir ile o sert taşlar yumuşuyor ve yine emir ile sert oluyor. O nazenin yapraklar ve yumuşak kökler tabiatpereslerin rağmına Allaha güvenerek ve "Bismillâh" diyerek her şeyin dizgini ve gücü elinde olan Allah’a dayanıyor.

Demek ki eşyanın zatında üstünlük aramak ve bu sebeple eşyaya ve esbaba tesir vermek şeytani bir duruş oluyor. Hâlbuki Allah’ın emri ile eşya şekil alıyor. Biz kullar da esbaba üstün bir vasıf verip vahyi ve emri bırakır sadece akılla üstün olanları aramaya kalkarsak "Tereccüh bila müreccih" hatasına düşeriz. Yani hiçbir üstünlük sebebi olmaksızın bir şeyin diğerine üstün gelmesi ve tercih edilmesinin muhaliyeti hatasına düşeriz. O zaman ipek gibi kökler ve nazenin yapraklar ağzımıza birer tokat vurabilirler ve manen "tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor" hakikatini bize ihtar ederler.

FEYZ-İ NÛR: Birinci Söz’den Tefekkürler-1
 

Abdülbâkî1

Active member
Niçin Avâm Lisânı?

Birinci Söz hakîkaten bir ‘inci’ söz. Çok sırları saklıyor satırlarında hatta kelimelerinde. Her okuyan ve muhatap olanın âleminde faklı izdüşümler ve mânâlar açılıyor. Üzerinde defalarca düşünmek ve tefekkür ufuklarında gezinmek gerekiyor. Her okuyuş ayrı bir lezzet, farklı bir mana iklimine sokuyor bizleri. Hem de Risâle-i Nûr Külliyatının kalb ve ruhumuzda tesir-i aziminin mukaddemesidir Birinci Söz. Onunla O’na açılıyor pencereler. Elbette Birinci Söz üzerine çok farklı tefekkürler ve izahlar yapılabilir.

Birinci Sözün girişindeki “Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. ” cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Hâlbuki Üstadımız Yirmi Birinci Söz’de namazdan usanan nefsine şöyle sesleniyordu.“Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyleyse nefsimden başlarım.”diyerek, nefsi için şu tespitlerde bulunuyordu.”Ey nefis! Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda, söylediğin şu söze mukabil…”devam eden ikazların başlarında da “Ey bedbaht nefsim… Ey şikemperver nefsim… Ey sabırsız nefsim… Ey sersem nefsim… Ey dünyaperest nefsim… (Sözler,2004,s:424)”

Evet, madem nefsimiz emmâredir. Kötülükleri ister. Cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde ve gaflet uykusundadır. Bedbaht, zavallı ve kötümserdir. Şikemperver, boğazına düşkün ve oburdur. Sabırsız, aceleci ve sersemdir. Dünyaperest yani dünyaya taparcasına düşkündür. İşte Üstad Bediüzzaman Birinci Söz’de avam lisanı ile bu nefsine söylüyor. Neden avam lisanı ile söylüyor? Nefsin nasıl bir mahiyeti var ki avam lisanı ile de olsa nasihate muhtaç?

“Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.(Mektubat,2004,s:678)”

İnsan nefsi Rabbini tanımak ve emir altına girmek istemiyor. Kendisinin hür ve serbest olduğunu telakki ediyor. Hatta kendine vehmi bir Rubûbiyet veriyor. Kendi keyfince, başıboş olmak istiyor. Mükâfatta en önde ve vazifede en geride durmak istiyor. Hem nefis kendinin ne kadar çabuk zayıf ve sönmeye maruz olduğunu ve çok çeşitli musibetlere müptela olduğunu, çabuk dağılan ve bozulan et ve kemikten ibaret olduğunu da düşünmüyor.

Böylece kendisini lâyemut görüyor. Bunun için de bütün lezzetlere saldırıyor ve sınır tanımak da istemiyor. Bütün hırs ve şiddet ile dünyaya atılıyor. Hubb-u dünya ile onu arzu ediyor. Ahireti düşünmek istemiyor. Sadece dünyadaki fani ve geçici hazır lezzetlere müptela oluyor. Böylece zehirli bal hükmünde olan lezzetli ve kendisine menfaatli olan her şeye atılıyor.

Nefis firavunâne kendisini yaratan ve besleyen Allah'ı unutuyor. Hayatının neticesini düşünmüyor. Kötü ahlak içinde yuvarlanıp gidiyor. Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibi çalışıyor. En yakınımızda, bizimle beraber ve bizimle birlikte yaşıyor. Nakıs, çaresiz, cahil ve bir o kadar da süflî. Firavun meşreptir nefis. İnatçı ve bilgiçlik taslayan bir hali vardır. İşte bu nefse Üstadımız "avam lisanıyla diyeceğim" diyor.

Demek nefis o kadar nâkıs ve cahil ki avâm lisânıyla dahi söylenecek bir derse muhtaç. O kadar noksan ki basit sayılabilecek temsillerden dahi ders alabilecek aşağı seviyede. Eğer deve kuşu gibi başını kuma sokmazsa ve firavun gibi inat etmezse küçük ikazlar dahi ona bir ders olabilir.

Yirmi Sekizinci Lem'a'daki sinek bahsindeki nefse verilen ders bu manada ne kadar ibretlidir.

"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin değil, emânettir." O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. "Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?" dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: "Bak." Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."(Lem'alar,2005,s:612 )

Evet, işte sineğin dahi ders verdiği ve muallim olduğu nefsin durumu. Belki de Üstad nefsin bu cihetine "avam lisanıyla diyeceğim" diyordu.

FEYZ-İ NÛR: Niçin Avâm Lisânı?
 

Muhakk

Member
Allah razı olsun,

Bismillah ne müthiş bir zikir...

İmam'ı Aliyy (kv) bile "Bâ" harfini sabahtan akşama kadar tefsir ederdi yinede bitiremezdi.
Kırk deve yükü tefsir yazsam yine bitmez derdi...
SubhanALLAH...

Elmalının (ks) tefsirinden:

BESMELE`NİN YÜCE TEFSİRİ: Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta baştaki " = bâ" harfidir. "Ba" harfi sayesinde biz Allah`ın ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize vesile olan ancak bu " = bâ"dır. İşimizde istediğimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz. Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân`a ait, sonunda Rahim`e aittir. Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet, bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın varolması, bu kanunun meydana çıkmasıdır. İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu hiss parıltısından kastedilen en son hedef bu varoluş noktasıdır. Bu açıdan besmelenin tefsirinde odak noktası " = bâ"dır ve bundan dolayı besmelenin mânâsı " = bâ"dadır. Bâ`nın sırrı da noktasındadır denilir. Bu hikmete ve bu kanuna işaret etmek içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı olan Hâkânî Hilyesi`nde:

"Eğer besmele yazılışında uzatılmasaydı hiç eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir.

En büyük müfessirler diyorlar ki: " = bâ"nın buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve beraberlik veya yardım dilemektir. Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i rahmân-i rahim" ismine bir sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin ve (Rahman, Rahim) sıfatları ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya göre Allah`ın rahmetinden medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde besmele ibaresi gramer açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç olur.

Merhum Şeyh Muhammed Abduh Fâtiha sûresinin tefsirinde zikretmeye değer bir mânâ daha yazmış ve şöyle demiştir: "Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de bilindiği gibi birisi bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından bahsetmeden- yalnız onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına" der. Ve o zatın ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi yapmazdım ve yapamazdım." demek olur. Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde görürüz. Hakimler gerek sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan hükümdar adına veya falan reis adına" başlığını söylerler. İşte bunlar gibi bir müslüman da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi kendim için değil, Allah adına, onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum." demiş olur.

Bu yoruma göre besmelenin meâli "Rahman Rahim Allah adına" demek oluyor ki, bunun da " = bâ"daki sığınma mânâsıyla ilgisi bulunur. Fakat bunun kısacası başkası adına yapmayı itiraf etmektir. Bir işe başlarken "falan adına" demek "Ben bunu ona isnad ederek, onun yerine, onu temsil ederek, onun bir aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten benim veya başkasının değil, ancak onundur." demek olur. Bu da vahdet-i vücud düşüncesi ile ilgili bir (fenâ Fillah) durumudur ki, ancak peygamberlik, velilik, hakîm olma ve tasarruf sahibi olma gibi özel manevi makamlarla ilgilidir. Ve bundan dolayı yalnız sûre başlarında bulunmasından dolayı besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse de İslâm hukukunun genel olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil, canlandırmaya yönelik bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik olunamaz. Mesela yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir. Halbuki "Allah adına yemek yiyorum." demek pek hoş değildir. Bunda yalnız "Allah`ın ihsan ettiği yemeği yiyorum." mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun olurdu. Fakat yedirmekte değil, yemekte Allah`a vekillik yapmak anlamsız ve edebe aykırı bir söz olur. Hatta "Allah adına ibadet ediyorum." demek de doğru değildir. Çünkü ibadet Allah`a yapılırsa da Allah adına, O`nun yerine değil, kulun kendi vekilliğini kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat kendisi tarafından yapılır. Halbuki "Falancanın adına istiyorum." diyen bir vekilin, bir elçinin veya "Falancanın adına hükmediyorum." diyen bir hakimin makamı böyle değildir. Orada kendi şahsiyetinden tecerrüd ederek istekte bulunmasında veya karar vermesinde bir tek vücud gibi olduğunu meydana çıkarır. Mesela o hâkim, bağlı olduğu hükümet başkanının şahsiyeti içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki aldığı kaynağın asıl olduğunu ve onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş olur. Bu da peygamberlik, velilik, hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip olmak gibi özel manevi makamlardan birinde bulunan müslümanın çekeceği besmeleye uygun olabilirse de besmele çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde uygulanması mümkün değildir ve bundan dolayı, besmelenin genel bir mânâsı olamaz.

Halbuki yukarıda açıklandığı üzere "Bismillahirrahmanirrahim, her kitabın anahtarıdır." "Bismillah ile başlanmayan önemli işlerde başarıya ulaşılmaz." gibi hadis-i şerifler bize besmelenin İslam`a uygun olan her işimizin başında anahtar olabilecek bir genel anlamını hatırlatmaktadır. Bu da tefsir âlimlerinin açıkladıkları iki mânâdan biri olabilir. Bununla beraber Kur`ân`ın, Kur`ân sûrelerinin inişi, okunması ve yazılması açısından bunların başında besmelenin bulunduğunu göz önünde bulundurarak onun mânâsında Şeyh Muhammed Abduh`un yaptığı yorum ve açıklama doğru olduğu gibi, özel yerlerde de kayda değer bir önem taşımaktadır.

FAYDALI BİR NOT: Besmele çekerken üzerinde durmak noksan ve çirkin, deyip durmak yeterli ve doğru yine yeterli ve doğru. tam bir vakıftır.
 

Muhakk

Member
Bismillah = "B" ismi Allah adıyla demek olur, İsmillah değil, "B"ismillah olarak yazılmıştır, vahyolunmuştur ki, üzerinde tefekkür edilebilsin.

Rahman, tüm herşeyi genel olarak kapsar. Herşey Rahman sıfatıyla beslenir, tüm sıfatların açığa çıkış noktası Rahman ile gerçekleşir. Sonsuz esma sahibi manasındada anlaşılabilir.

Rahim sıfatıysa, tamamen Allah'ın özel kullarına ihsan ettiği bir sıfattır ki, Allah'ın kendini tanıtma makamıdır.

Biz Ademoğlu "Bismillahirrahmanirrahim" i tam okuruz. Varlıklar ise "Bismillahirrahman" dan öteye geçememişlerdir. Eğer insan bu özelliğe sahip olmasaydı, Rabbini bilemezdi ve o taşların delip geçen, ağır yük olan topraktan filizini çıkaran bir nebat ı ağzında çiğneyemezdi. Çünkü insan, Rahim sıfatıyla, kendi özünde, yediğinin içtiğinin hakikatini bilmiştir, bilmiştir derken, böyle programlanmıştır.

İşte Lisan-ı Hal ile insan
İşte Lisan-ı Hal ile nebat ve hayvanat....

Vesselam
 
Üst