Kıyamet Alametleri Neyi, Nasıl Anlatır?

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Din, dil, ırk, millet fark etmeksizin hemen her inanış ve kültürde var olan kavramlardan birisidir kıyamet. Aralarında küçük farklılıklar olabilir. Ama toplu bir yıkım, yerle bir olma, dağılma ve son bulma anlamları ortak nokta olarak belirlenebilir.


Din, dil, ırk, millet fark etmeksizin hemen her inanış ve kültürde var olan kavramlardan birisidir kıyamet. Aralarında küçük farklılıklar olabilir. Ama toplu bir yıkım, yerle bir olma, dağılma ve son bulma anlamları ortak nokta olarak belirlenebilir.

Yıkılma ve dağılma böylesine büyük çaplı olunca, böylesi büyük bir sonu tetikleyen alamet ve belirtiler meselesi de yine ortak noktalardan birisi olmuştur. Tıpkı bir insanın yaptığı maddî ve manevî hatalarının, kısa veya uzun vadede başına gelebilecek bela ve musibetlere dair bir işaret kabul edilmesi gibi, dünyanın ve kâinatın da başına gelecek kıyamete dair alametler, işaretler dile getirilmiştir.

Kâinatın eceli, bir nevi sekeratı yani ölümü olan kıyametle alakalı bilgi ve haberlerden bizim için şüphesiz ki en bağlayıcı birinci kaynak Kur’an-ı Kerim, ikinci kaynak hadis-i şeriflerdir.

Kıyamet alametleri

Kıyamet alametleri genellikle “küçük alametler” ve “büyük alametler” şeklinde iki başlık altında incelenmektedir. Efendimiz’in (a.s.m.) hadislerinde küçük alametler şöyle belirtilmiştir:

Hz. Ali’den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m.), ümmetinin on beş şeyi yapmaya başlayınca, büyük belanın yani kıyametin veya öncesinde gerçekleştirilecek bir takım cezaların gelmesinin vacip olacağını haber vermiştir. Bu on beş olayın neler olduğu sorulunca da şöyle sıralamıştır:

1 – Devlet malının belirli kimselere verilip diğerlerinin mahrum bırakılması

2 – Emanetin ganimet sayılması

3 – Zekâtın verilmesi zorunlu olan bir ceza olarak düşünülmesi

4 – Erkeğin her hususta hanımının emri altına girmesi

5 – Kişinin annesine isyan etmesi

6 – Arkadaşına iyi veya kötü her hususta itaat etmesi

7 – Evladın babasına sıkıntı vermesi

8 – Mescitlerde yüksek sesle konuşulması

9 – Aşağılık kimselerin milletin başına geçip idare etmesi

10 – Bir kimseye kötülüğünden korkulduğu için ikramda bulunulması

11 – İçkilerin çokça ve serbestçe içilmesi

12 – Erkekler tarafından ipek elbiseler giyilmesi

13 – Şarkıcı kadınların çoğalması

14 – Çalgı aletlerin yaygınlaşması

15 – Ümmetin sonradan gelen nesillerinin, önceden gelip geçenlere hakaret veya lanet etmesi.

Hadisin bundan sonraki bölümünde Efendimiz (a.s.m.) “Bunlar gerçekleştiği zaman “kızıl rüzgârı (zelzeleyi), yere batmayı, gökten taş yağmasını veya suret değişiklikleri ile cezalandırmaları bekleyin” demiştir. (Tirmizi, Fiten 39, (2211); İbn-i Mace, Fiten, 29.)

Efendimiz’in (a.s.m.) başka hadislerinde belirttiği diğer bazı küçük alametler ise şöyledir:


1 – Ahir zamanda İslam’ı yaşamak o kadar zorlaşacak ki, dünya Müslümanlara sırt çevirecek, insanlarda cimrilik ve hırs artacak. (Müslim, İmare, 176; İbn-i Mace, Fiten, 24)

2 – Dini yaşamak, avuçta kor ateş taşımak kadar zor olacak. (Tirmizi, Fiten: 73)

3 – İnsanlar dünyaya hırsla bağlanacak ve Allah’tan uzaklaşacaklar. (Camiü’s-Sağir, II, 57)

4 – Sapık ve batıl yollara sevk eden bir zümre çıkacak. (Buhari, Fiten, 11; Müslim, İmare, 51; İbn-i Mace, Fiten, 13)

5 – İdareciler öldürülecek, inananlar birbirleriyle savaşacak, bir takım kötü kimseler mallara zorla el koyacak. (Tirmizi, Fiten, 9; İbn-i Mace, Fiten, 25)

6 – İlim kaldırılacak, cehalet hâkim olacak, zina yaygınlaşacak, haram kılınan içkilerin içilmesi ve kadınlar çoğalacak, bir erkeğe elli kadın düşecek kadar erkekler azalacak. (Müslim, İlim, 9; Tirmizi, Fiten, 34)

7 – Obur kimselerin yemeğe üşüştükleri gibi, üstelik çoğunlukta olunduğu bir zamanda, ölüm korkusu ve dünya sevgisi gibi hastalıklar yüzünden, birtakım milletler, Müslümanların ellerindeki imkânları almak için üzerlerine üşüşecekler. (Ebu Davut, Melahim, 5)

8 – Peygamber olduklarını iddia eden otuz kadar deccal çıkacak, depremler çoğalacak, zaman ve mesafeler teknolojik aletler sayesinde kısalacak, fitneler çoğalacak, ölümler artacak, mal çoğalacak, katliamlar artacak, mal sahipleri zekât verecek kimse bulamayacak, yüksek bina yapma yarışı başlayacak, nihayet bir kimse kabristandan geçerken, ”Keşke ben şu yatanın yerinde olsaydım” dilek ve temennisinde bulunacaktır. (Buhari, Fiten, 25; Müsned, II, 313)

Büyük alametler

Huzeyfetu'l-Gifarî’den (r.a.) rivayet edilmiştir:

Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize, "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de, "Kıyamet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti Peygamber, "Şüphesiz on alamet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccal'ı, dumanı (duhan), Dâbbetü'l-Arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa’nın (a.s.) yere inmesini, Ye'cüc ve Me'cüc'ü, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını” söyledi. (Müslim, Fiten, 39)

Kıyamet alametlerine farklı bakış

Yirmi Dördüncü Söz isimli risalesinin “On İki Asıl” bölümünde kıyamet alametlerine yaklaşım tarzları örnekleriyle birlikte açıklanır. Özellikle kıyamet alametlerinin ele alındığı “Beşinci Şua” isimli risalenin başında da bu usul ve metodoloji dile getirilir.

Bediüzzaman “Beşinci Şua” isimli risalenin Yirminci Meselesi’nde kıyamet alametlerinden olan güneşin batıdan doğması ile Dâbbetü’l-Arz’ın çıkışı hakkındaki ayet ve hadisleri genel bir bakış açısıyla değerlendirir.
Dâbbetü’l-Arz’ın Kur’an’da çok kısa ve özet bir şekilde ele alındığını ifade ettikten sonra, Neml Sûresi 87. ayette yer verilen “Dâbbetü’l-Arz”ın inkârcılara karşı konuşmasına şöyle işarette bulunur:

“Amma Dâbbetü’l-Arz; Kur’an’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var.” (Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınları, İstanbul-1997, 1/ 890)

Görüldüğü gibi bu ifadelerde, Dâbbetü’l-Arz’ın insanlarla konuşacağını zahir olarak ele alan birçok İslam âliminin tersine Bediüzzaman, bir lisan-ı hâl ile konuşmadan bahseder. Bu yaklaşımını misallendirmek maksadıyla, Firavun ve kavmine çekirge ve bit belasının musallat olmasını, Kâbe’yi tahrip için gelen Ebrehe ve ordusunun Ebabil’le -sürü sürü kuşlarla- helak edilmesini örnek olarak verir. Bunun manası şudur: Gerek Firavun, gerekse Ebrehe küfür, inkâr, isyan ve tuğyanı temsil ederken, onlara musallat olan afetler, adeta hâl dilleriyle onların bu yaptıklarının yanlışlığını ilan etmektedirler. Bu musibetlerin eliyle onların helak edilmesi ve cezalandırılması ise “iman” cephesinin hesabına bir destek ve tasdik manasını taşır.

Yukarıdaki iki örnekten hareketle Bedüzzaman, kıyamet öncesi gelecek olan ve kıyamet alametleri içinde sayılan Deccal, Süfyan, Ye’cüc ve Me’cüc’e dikkat çeker. Çünkü bu şahıslar da tıpkı Firavun, Ebrehe ve diğerleri gibi imana, İslam’a, İlahî vahye karşı bayrak açmışlardır. Hatta Bediüzzaman’a göre bu şahıslar ve onların ortaya koydukları imansızlık ve inkâr cereyanları önceki dönemlerin asi ve inkârcılarından daha şiddetlidir. Çünkü o insanlar sadece belli bir bölgeyi ve belli bir toplumu etkilemişlerdi. Hâlbuki ahir zamanın dehşetli şahısları olarak haber verilen isimler ise bütün insanlığı tehdit edecekler, insanlığın birikimi olan değerleri, inancı ve imanı tahrip edeceklerdir. Bu durumda, böyle şerleri insanlığın başına açacak insanların cezalandırılması ise Firavunlar’dan, Ebreheler’den daha büyük, daha şiddetli ve daha ibretli olması gerekecektir. İşte bu noktada Bediüzzaman, Dâbbetü’l-Arz’la ilgili olarak da şu açıklamada bulunur:

“Süfyan’ın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliğiyle fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek.” (Risale-i Nur Külliyatı, 1/890).

Bediüzzaman, görüldüğü gibi Dâbbetü’l-Arz’ı İlahî bir ceza unsuru olarak Kur’an’da zikredilen bit ve çekirge afetlerinden, Ebabil kuşlarından hareketle bir canlı türü olarak teşhis etmektedir.

Peki, bu canlı türünün belli başlı diğer özellikleri nelerdir? Bu noktada Bediüzzaman, Sebe Sûresi 14. ayette zikredilen ve “bir ağaç kurdu”nu ifade ederken “Dâbbetü’l-Arz” kelimesiyle bir bağlantı kurar. Çünkü bu ayette geçen “Dâbbetü’l-Arz”, Hazreti Süleyman’ın (a.s.) üzerine yaslandığı asasını kemirip çürüten bir canlı manasını taşımaktadır. Bediüzzaman şöyle der:
“Allahu âlem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişemez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak.

Demek ’İllâ Dâbbetü’l-Arz’ı te’külü min seetehû / Asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu‘ işaretiyle o hayvan Dâbbetü’l-Arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek.” (Risale-i Nur Külliyatı, 1/890)

Bediüzzaman inkârcıları, isyancıları, bilerek ve isteyerek dalalete düşenleri tedip etmek için bir ceza unsuru olarak bir tür canlının ortaya çıkacağını bu şekilde ifade ederken, Dâbbetü’l-Arz’ın doğrudan imansızları ve inançsızlığı hedef aldığını ifade ile olayın müminlere bakan yönünü şöyle açıklar:

“Müminler, iman bereketiyle ve sefahat ve su-i istimalattan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, ayet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Risale-i Nur Külliyatı, 1/890)

Demek ki, ahir zamanda şiddetli şahıslar veya gruplarca ortaya konacak inançsızlık ve küfür cereyanlarıyla insanların çoğunluğunun, maneviyatla olan bağları kopacak ve bu insanlar, her türlü sefahat ve çirkefin içine yuvarlanacaklardır. Bu sefahatten ortaya çıkacak dehşetli ve önü alınamaz bir hastalık zuhur edecektir. Böyle bir tehlikeden kurtulabilenler ise, İlahî kurallara imanları gereği uyan ve sefahatten kaçınan müminlerdir. Bu yorumdan çıkarabileceğimiz bir diğer nokta da, Dâbbetü’l-Arz’ın ortaya çıkışının kısa bir zaman diliminde değil de, tahmin edilenden daha uzun bir dönemi kapsayacağıdır. İşin doğrusunu Allah (c.c.) bilir.

Ye’cüc ve Me’cüc

Aynı yaklaşım tarzı, doğrudan İslamiyet’le, hadis-i şeriflerle, İslam tarihindeki önemli hadiselerle ilgili ifade ve yorumlarda da kendini gösteriyor.

Örneğin Said Nursî’nin, bazı hadislerde geçen “Ye’cüc ve Me’cüc” hakkındaki yorumlarında da kendisini gösteriyor. Risale-i Nur Külliyatı’nın çeşitli yerlerinde bazen özet halinde, bazen detaylı olarak bu konuya temas ediliyor. Ama bazı kişiler ya art niyetle veya bilmeyerek, hakikatini ve tamamını araştırmadan hemen aleyhte hüküm veriyorlar. Tam anlamıyla bir yargısız infaz gerçekleştiriyorlar.

Bir örnek verelim:

Lem’alar isimli eserde, bazı talebelerinden gelen “Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye’cüc, Me’cüc kimlerdir?” sorusuna cevap verirken, önce Sedd-i Zülkarneyn, yani Zülkarneyn Seddi hakkında, herhangi bir yorum getirmeden bir haritayı ana hatlarıyla ortaya koyuyor ve kesinlikle bir yorum ve hüküm vermiyor. Hemen ardından da, yine Zülkarneyn Seddi’yle bağlantılı olarak “Ye’cüc ve Me’cüc” meselesini masaya yatırıyor. Okuduktan sonra çıkaracağımız sonuçlara bakalım:

Asıl Zülkarneyn, bir peygamber veya evliya olan bir hükümdar. Bütün peygamberlerin ve o peygamberler tarafından insanlığa sunulan İlahî hakikatleri, elindeki güç ve imkânları kullanarak insanlara sunuyor. Zalime karşı koyup, zulmünü önleyip, mazlumları himayesi altına alıyor. Bu uğurda, binlerce kilometrelik setler, engeller kurmayı dahi göze alıyor. Peki kime karşı? Zülüm yapan, yağma yapan, haksızlık yapan herkese ve her güce karşı. Bu durumda saldırganın, yağmalayanın, zalimin, haksızın, katilin kim olduğu önemli mi? Katillerin hangi milletten olduğu önemli mi? Hayır kesinlikle önemli değil. Zaten Said Nursî, saldırganların mensup oldukları milletten ziyade yapılan işlemlere yoğunlaşıyor. Hatta farklı bir din ve inançta olan diğer İskender’i, yani İskender-i Rumi’nin buna benzer icraatını da örnek olarak veriyor. Yani hakkı koruyan, haksızlığı önleme çabasında olan hükümdar Hıristiyan da olsa, ateist de olsa, yaptığı iş ve icraat çok önemlidir.

Haksızlığı yapan, saldıran, öldüren, yağmalayan her kim olursa olsun, her ne milletten olursa olsun zalimdir, haksızdır. Bunun mutlaka önlenmesi lazım.
Sonuç olarak Üstad Bediüzzaman, hadis-i şeriflerde ismi zikredilen “Ye’cüc ve Me’cüc”ü yorumlarken bir şablon ortaya koyuyor. Ye’cüc ve Me’cüc’ün hangi milletten olduğuna değil, bu iki topluluğun yaptığı ve yapacağı olumsuz icraatlara dikkat çekiyor.

Dr. Veli Sırım
 
Üst