32.Söz (Açıklamalı)

ebrar172

Well-known member

Allah insana kendi Zat-ı Akdesini ve sıfatlarını sevecek
cami ve keskin bir kalp vermiştir.
İnsana verilen bu kalp, ancak Allah ile tatmin olabilir.
Ya da insanın bu geniş ve keskin kalbi muhabbetini
ancak Allah sevgisi doyurabilir.



Hatta Allah,
insanlar yanılıp, bu kalbi muhabbeti başka yerlere
ve masivaya sarf etmesinler diye
bir takım dünyevi cezaları da içlerine koymuştur.
İnsan bu kalbi muhabbetini meşru olmayan yerlerde kullandığı zaman
ızdırap ve acıdan başka bir şey göremez.
Bu ızdırap ve acıların başında,
sevdiği şeyden karşılık görmeme,
karşılık görse bile fani olduğu için elinden çabuk çıkması gibi durumlar
o muhabbete, lezzetten çok, elem ve azap katıyor.


İnsan bu şiddetli ve cami muhabbet kabiliyetini
ilk olarak kendi benliğine ve nefsine sarf ediyor.
Sonra benliğine ve nefsine faydası dokunan şeylere sarf ediyor.
Yani kendini seven, başkasını bizzat sevemez.
Sevse de ancak nefsine ve benliğine yarar
ve faydası nispetinde sever.



Bu yüzden bencil ve nefisperest insanlar,
kendinden başka ya da benliğine
ve nefsine yakın duran şeylerden başka hiçbir şeyi
sevmez ve sevemezler.
Şayet benliğine ve nefsine karşı bir şey görse,
onu düşman sınıfından sayar.
Böyle bir adamın hakiki anlamda Allah’ı sevmesi
ancak benlik ve nefis sevdasından vazgeçip,
muhabbet kabiliyetini sadece Allah’a tahsis etmesi ile mümkündür.


İnsana verilen cami ve keskin kalp,
iki muhabbeti bir anda beraber kabul etmez.
Kalpte hangi muhabbet hakim ise,
diğer muhabbetler mecazi olarak bulunur.
Yani suni ve yapmacık olarak başka şeyleri seviyor gibi görünür.
Bu da kalbin bir şirki ve marazıdır.
Kalpteki masiva sevgisi,
kalbin bir nevi şirkidir.
Zira bu kalbi Allah bize
kendi zat ve sıfatlarını sevmemiz için vermiştir.
Ama biz suistimal edip masivaya sarf ettik.



Ceza olarak da sevdiğimiz şeyler,
sevgimize karşılık vermedi.
Ya da fanilik yüzü ile bize ayrılık ve gurbet acısını çektirdi.


Sebebi muhabbet üçtür.
Birisi kemal,
birisi cemal,
birisi de ihsandır.


İnsan bu üç şeyden dolayı muhabbet eder.
Kainattaki bütün mükemmellikler,
bütün güzellikler ve bütün ihsanlar,
Allah’ın mükemmelliğinden,
güzelliğinden ve ihsanından bir lema,
bir damla mesabesindedir.
Öyle ise muhabbetin sarf ve tahsis edileceği tek şey Allah’dır.
Asıl menba ve masdar olan Allah varken,
ondan lemean eden zayıf gölgelerine muhabbet edip
meftun olmak akıl karı değildir.



Tıpkı barajın bendinin arkasındaki büyük su kitlesi dururken,
bendin bu tarafındaki ıslaklık ve sızıntılarla
kanmaya çalışan adamın durumu gibidir,
fani mahlukata muhabbet besleyen adamın hali.


Değil kainattaki kemal, cemal ve ihsan,
belki cennetteki bütün kemal, cemal ve ihsan dahi
Allah’ın sonsuz kemal, cemal ve ihsanından süzülüp gelen
ve çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesidir.
Öyle ise insana verilen bu sonsuz muhabbeti
mahlukata verip dağıtmak ve buralarda heba etmek,
veriliş gayesine ihanettir.
Bu ihanetin cezası da merhametsiz bir musibettir.
Allah bu musibeti haram muhabbetlerin içine dercedip,
hem bu dünyada hem de ahirette sakar belası ile cezalandırıyor.



Bediüzzaman hazretleri işte bu dünyevi sevgiler için şöyle der...

"Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın bir kısmı
size Allahaısmarladık demeyip,
size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor.
Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor,
sevse de size bir faide vermiyor.
Daima hadsiz firaklardan
ve ümitsiz, dönmemek üzere zevâllerden
azap çekiyorsunuz." Otuz İkinci Söz


Kalp Allah’ı sevmek için verilmiş,
dolayısıyla “Samed aynası olan bâtın-ı kalble
sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek” cezayı gerektirir.
Allah kendisinden başkasına yöneltilen muhabbeti bir baş belası yapıyor.
Böyle bir muhabbet saadete değil, eleme neden oluyor.
Bunun en aşikâr delili
“mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet” etmesidir..
Şu dünyadaki her türlü saadet geçicidir,
Bir zaman lezzet verse,
firakıyla birçok zaman elem verir.
Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz.
Çünkü ya onun ömrü kısa,
ya senin ömrün kısadır;
doymaya kâfi değil...


Bazılarını seviyoruz.
Ama onun bizim sevgimizden bile haberi olmuyor.
Mesela dünya ve bazı dünyevî sevgililer.
“… madem dünya birgün bize "Haydi, dışarı" diyecek,
feryadımızdan kulağını kapayacak.
O bizi dışarı kovmadan,
biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz.
O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.”


Bazılarının sevgimizden haberi olsa bile bize aynı sevgiyi duymuyor.
Karşılıksız aşklar insanı hem hor ve hakir ediyor,
hem de kalpleri kin ve nefretle dolduruyor.


Bazıları bizi sevse bile bize bir fayda vermiyor.
Mesela bazı sevenlerimiz var ama,
hiç birinin mesela elimizden kayıp giden gençliğimizin,
sıhhatimizin ve hayatımızın devamına dair bir yardımları dokunmuyor.


Baharı, gençliği, dostlarımızı seviyoruz;
fakat hepsiyle bir ayrılık kaçınılmazdır.
Geri dönüşü olmayan bu ayrılıklardan dolayı,
her sevdiğimiz bizim için ayrı birer yaradır.


Nefsi emmarede hayır bulunmadığından
daima kişiyi cehenneme sürüklemek ister.
Eğer bu nefis terbiye edilse ve kişi kâinata manayı harfiyle,
Allah hesabına baksa o zaman her şey
onun nazarında hoş ve güzel görünür.
Eğer manayı ismiyle ve nefis hesabına kâinattaki varlıkları değerlendirse
o zaman dünyayı, kendine zindana çevirmiş olur.
Herşeyi mide ve nefsi arzularda arar.
İnsan bu dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu derkederse,
o zaman kalben bu dünyadaki fani şeylere bağlanmaz.
Çünkü, ahireti kazanmanın yolu burdan geçmektedir.


"Hizmet-i Kur'aniyede bulunana;
ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli .
Ta ihlas ile ciddiyet ile Hizmet-i Kur'aniyede bulunsun." (1)


Nefis, Allah’ı bulmada en büyük perdedir.
Rivayete göre,
Allah’la insan arasında zulmanî ve nuranî
yetmiş bin perde vardır.
Arapça’ da yedi, yetmiş, yedi yüz gibi ifadeler
çokluktan kinâye olduğundan, bu yetmiş bin ifadesini de
aynı şekilde değerlendirmemiz mümkündür.
Yani, insan ile Allah arasında pek çok perdeler vardır.


Şair, bu perdeleri şöyle ifade eder:
“Perdeler, hep perdeler.
Her yerde, her yerdeler.”
(Necib Fazıl)



Bir perde arkasından bakan kimse,
eğer o perde şeffaf değilse arkasını göremez.
Mesela, tabiat Allah’ın tasarrufuna perdedir.
Tabiat perdesini aşamayan “Her şeyi tabiat yapıyor” der.
Böyle birine göre, yağmuru bulut yağdırır,
meyveleri ağaçlar yapar.
Fakat tabiat perdesini aşan ve açan birisi,
“Allah bulutla yağmuru, ağaçla meyveyi gönderiyor” diye itikat eder,
tabiatı Allah’a perde olmaktan çıkarır.
Benzeri bir durum nefis için geçerlidir.
Nefsini aşamayan birisi,
ona bir rububiyet verir, nefsini putlaştırır.
Kendini kendine yeter görür,
üzerinde bir Rabb’in tasarrufunu kabul etmek istemez.


Fakat;
“Ben kendime mâlik olamam.
Çünkü ben yaratıldım.
Birisi bende tasarrufta bulunuyor.
Beni yaratan ve vücudumu idare eden zat,
beni benden daha iyi biliyor.
Ben, kaç tane böbrek taşıdığımı bilmezken,
O, hem böbreğimi, hem kalbimi,
hem bütün hücrelerimi çalıştırıyor ; diye düşünür,
nefsini hakka şeffaf bir ayna haline getirir.
Böylece küfürden, şirkten kurtulur..


El Fatiha Meas Salavat....















 
Üst