Açıklamalı - 17. LEM'A-5.Nota-Üstad'ın Avrapa'ya bakışı

Ukbaa

Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdulillahirabbilalemin vesselatu vesselamu ala seyyidina muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain

Üstadın eski Said döneminden yeni Said dönemine bir geçiş süreci vardır.
Bu gün okuyacağımız kısım bu geçiş sureci içerisinde husule gelmiştir.
Rusya’dan geldikten sonra Üstad İstanbul’da darul hikmetul islamiye azalığındayken
Kendi ifadesiylede geçirdiği bir inkılabı ruhi var.
Bu inkılap aşamasında notalar husule geliyor ve notaların birinde
Üstad Avrupa’ya bakıyor.
Bu notayı mütalaa edelim inşallah.


17. LEM’A – BEŞİNCİ NOTA

Avrupa ikidir.
Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye
nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden
bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum.

Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek
beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum.

Toptancı yaklaşımdan uzak bir bakış açısıyla mesleğimizin bu yönüne de
vurgu olduğunu hatırlatarak bakın ikinci Avrupa’ya nasıl sesleniyor.

Bil, ey ikinci Avrupa
Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve
sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki,
‘‘Beşerin saadeti bu ikisiyledir’’

Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!

İkinci Avrupa’ya bakarken Üstad
Sağ ve sol iki elinden bahsetti.
Ve o ellerinde tuttuklarının beşerin saadeti olarak nitelendirdiğini söylüyor.
Üstad genelde sağ cenahı geçmiş olarak yorumlar sol cenahı da gelecek.
Bu pencereden de bakarsak zaten Avrupa’nın sağ elinde
Sakim hastalıklı ve dalaletli bir felsefe var dedi.

Avrupa’nın felsefik anlamda temelinde yatan aslında Yunan ve Roma medeniyetleri
Onlardan besleniyorlar.
Yani tek kelimeyle hakikaten geçmişlerinde sakim bir hal var.

Sol elinde sefih bu muzır bir medeniyet var dedi.
Böyle bir geçmişin getirdiği gelecekte ancak zarar olduğunu görüyoruz.
Ve ikinci Avrupa insanlığın saadetinin bunda olduğunu ileri sürerek
yaptığı telkinlerde gününü gün et, hayatın tadını çıkar, anı yaşa gibi
mantıklarla saadete erişileceğini söylüyor.
Ve Üstadımızda iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek diyor.
Hakikaten de öyle oldu ve oluyor.
O zamanlar 2. Dünya savaşıyla, şimdilerde o zamanların tohumlarının
onları olumsuzluklara itmesiyle sıkıntı yaşıyorlar.

Uyanık olması gereken bizlereyse çok dersleri var.
Lakin Avrupa hayranlığımız yanlış Avrupa’ya hasrolundukça
Sancılarımız daha da şiddetleneceğe benziyor.

Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh!
Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde
dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azâba düşmüş
bir adamın cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet
ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi?
Ona mesut denilebilir mi?

Böyle mesutluk olmaz değil mi?
Dışı süs içi pis hesabı.
O süsler zinetler şehvetler insanı mesut etmeye yetmiyor.

Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi,
ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi?
İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın;
yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Maalesef ki tablo böyle…
Yalancı bir cennet içinde cehennemi azap…
İçine girince giren iptali his olmadıkça anlıyor esefler akıtıyor.
Yani beşerin saadeti bununladır diyen Avrupa hem kendini,
hem insanlığı cehenneme sürüklüyor.
Hem de kendi başına bu insanları bela yapıyor.
İnsanları suç makinesi haline getiriyor bir nevi.
Haklara riayeti kanunlarla sağlayamıyor.
Sonra anarşiden dert yanıyor.

Önce insanın kendi içine yasakçı lazım…
Kanunlarla onla bunla olacak şey değil.

Ey ikinci, bozuk Avrupa!
Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki:
En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir
ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var.

Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir" diyorsun.
Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle
imtisal edilen düstur-u teavünle nebâtat hayvânâtın imdadına
ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden
o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip,
"Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane hükmetmişsin.

Heyhat…
Bakış açısına bakın bu sakil Avrupa’nın
Herşey kendi kendine maliktir felsefeleri,
Her hayat sahibi kendi için yaşar mantıkları,
Ve kendi için çarpışır yaklaşımları…

Ama Üstadım ne güzel dedi…
Nasıl bir Rab var Halık-ı Kerim, Kerem düsturları olan Rab

İkram etmeyi yardım etmeyi seven bir Rab var.
Şu koca kainata bir teavün düsturu koymuş.
Bitkiler hayvanların yardımına, hayvanlar insanların yardımına koşuyor.
Bu koşturuş yardımlaşma kanunundan gelen rahimane kerimane bir cilveyken
Bizim ikinci bozuk Avrupamız koşturanları savaş yapıyor sanıyor!!!


Hem çürük bir esasın, "Herşey kendi nefsine mâliktir" diyorsun.
Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:
Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.

Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi
en zâhir ef'âl-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarına verilen
ve daire-i iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür.
Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmayan,
nasıl kendine mâliktir denilir?

Gene mukni bir cevap…
Düşünmek söylemek yemek gibi fiillerimiz husule gelene kadar
İnsanın zerreden şemslere kadar ihtiyaçları istekleri arzuları var.
İşleyen bir dizi sistem var.
Zamanla da sınırlı değil istekleri ki kendi bedenine bile malik değil.
Geçmiş zaman gelecek zaman hepsine alakalı.
Konuşuyoruz akciğerde neler oluyor kanda neler oluyor bilmiyoruz.
Yiyoruz gene işleyiş o kadar başka bilmiyoruz.
Nasıl konuşabildiğimizden haberimiz yok…
Bırakın hükmetmeyi o bir dizi işleyişten haberimiz bile olmuyor.
Hasılı bir dizi işlem var ve hiç birine iktidarımız yok.
Kalkmış bizim bozuk Avrupa da kendi kendine maliklik dava etmiş.

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan
ve temellükten eli bağlanmış bulunsa,
"Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir"
Diyen hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade
câmid ve şuursuz olduğunu ispat eder.

İşte son noktada bu olsa gerek durum böyle yani…
İnsan kendisine bile malik değilken kalkıp camid bile kendisine maliktir demek
Camiden de camid olmak demek oluyor.

Hatta Üstad bir başka yerde şöyle diyor.
Bu metodla giden avrupa üstadında tesbit ettiği gibi hayvandan daha hayvan
İnsani değerlerini yitirmiş insanları üretmeye devam ediyor.

Bir başka yerde de diyor ya
40 senelik ömrümde
30 senelik tahsilimde
Yalnız 4 kelimeyle 4 kelam öğrendim.
Kelamlardan biri ‘‘ben kendime malik değilim’’.
Malikim diyene bölesi mukni cevap veren
Hakikaten bu kelamı talim etmiş demektir diyor insan.

Onları bu hataya düşüren ne peki?
Neden böyle bakıyor böyle düşünüyorlar?

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren,
bir gözlü dehândır.
Yani, harika, menhus zekândır.

Sadece dünyaya hasrı nazar etmiş, gözü ahireti nazara almıyor.
Hayatını bu fani dünyadan ibaret bilmiş.
Zeka var harika ama menhus deha desen akıbeti görmüyor.

Ve diyor ki;

O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun
mevhum bir tabiata isnad ettin âsârını esbaba verdin
o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin.

Maddeye manai harfiyle değil manai ismiyle baktın
O nakışları işleyene değil nakışlarına hayran oldun
Ve o nakışlara nakkaşlık isnad ettin.

Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, herbir insan,
tek başıyla hadsiz a'dâya karşı mukavemet etmek
ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor.

Nihayetsiz düşmanlar, ihtiyaçlar var.
Tek başımızayız ve çabalamak lazım.
Peki elimizde ne var???
Ve zerre gibi bir iktidar
İktidar ama zerre kadar…

İnce tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi bir şuur.
Çabuk geçer dakika gibi bir ömürle,
Çabuk söner şule gibi bir hayat…
O hadsiz a'dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor.

Böyle bir haldeyiz.
Elimizde olanlar bunlar ihtiyaçta nihayetsiz ve düşmanla hemhaliz.

Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor.

Elimizdeki de o haddi hesabı olmayanları karşılamaktan bu kadar aciz
Şimdi insanın ihtiyaçlarında arzulu ve isteklerinde bir sınır koymamış Allah
Herşeyi isteyebilecek bir mahiyette yaratmış.
İyi yada kötü aklımıza gelen herşeyi isteyebiliyoruz.
Ya da ihtiyaç duyduğumuz binlerce şey sayabiliriz.
Fakat her ne kadar bu isteklerimize ihtiyaçlarımızda sınır yoksa da
İktidarımız yani onları elde etme gücümüz sınırlı.
Bu noktada aciz ve fakiriz.

Yani burada Üstad Avrupa’nın bozuk medeniyetinin iddialarını reddediyor.
Herşey kendine sahiptir kendi başının çaresine bakabilir mantığını, felsefesini çürütüyor.

Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor.
Dedi.
ve
Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor
Diyor.

"Kâfirlerin duası boşa gider." Ra'd Sûresi: 13:14. sırrına mazhar oluyor diyor.

Çünkü onlar istediler mi nereden istiyorlar?
Unsurlardan tabiaattan değil mi.
Sebeplerden hastaysa ilaçtan doktordan.

Aman fay hattı kırılma
Aman deniz celalenme
Aman yıldız çarpma misali oluyor halleri…


İşte felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğü hakikatleri,
iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden,
beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur'ânî der ki:

Geldi şimdi iki gözle gören iki aleme birden nazar eden
Bir nazarla doğru yolu gösteren Kur-an’ın bakışına

Ey insan!
Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir.
O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir.
O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin için muhafaza etsin,
zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek.

Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.
Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor
ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.


Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir.


Sana bir musibet geldiği vakit, de: Ben Mâlikimin hizmetindeyim.
Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin.
Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız.

Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir.
Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım.
Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir
ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa,
benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der.

Musibete terhis olma noktasından geldinse onun rızasıyla
ve emriyle hoş safa geldin buyur demeli.
Ama bir de musibetin demek ki geliş sebeplerinden biri
Emaneti muhafaza noktasında vazifeperverliğimizi tecrübe var.
İmtihan olunuyoruz yani tecrübe ediliyoruz.
Ama her ikisinde de onun rızasıyla değil mi?


İşte, binden bir numune olarak, dehâ-yı felsefînin
ve hüdâ-yı Kur'ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak.
Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarzla gidiyor.
Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, çeşitlidir.
Gafletin mertebeleri de muhteliftir.
Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez.

Hasılı hissettik ama hissettiklerimiz gafletimizin derecesi nisbetinde.
Ne kadar azaltırsak bu gafleti o kadar hissedar olacaz yani…


Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor.
Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki,
bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar.
Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde
otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.

Müslimler bile bu gafletten muztarib.
Müslüma lığı nasıl yaşadıklarının farkında değiller…

Ama rabbim onu parçalayıcıları da göndermiş…

Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere
ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Rabbim bizi onlardan etmesin.
Gafleti parçalayan mevtin ikazına kulak verenlerden oluruz inşallah.

Ey bu vatan gençleri!
Frenkleri taklide çalışmayınız.
Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra,
hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz?
Yok, yok!
Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip
kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz.


Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe,
hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz.
Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.


Batı hayranlığıyla gözleri boyanmış bu vatanın gençleri
Gözlerimizi açma vakti…
Hamiyet davası güdüyoruz, bu millete hizmet etmek istiyoruz.
O halde hüdayı kuranı yolunda bilip şuurla yaşamaya azmetme vakti….

Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

Subhâneke lâ ilmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de’vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin el fatiha me as salawat


21.30’da sohbet kanalında işlenen derstir.
Muhabbet-i Bakiye
 
Üst