Açıklamalı - 11. SÖZ

Ukbaa

Well-known member
ON BİRİNCİ SÖZ


besmele_i_serif.gif

sozler_150_1.gif


EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak.

Bir alem yaratılmış. Her bir yerinden bir sürü hikmetler bir sürü gayeler fışkırıyor.
İnceliyoruz bakıyoruz hiç bir yaratılan şey boşa değil.
Hep birbiri ile ilintili yapılar…Hep birbiri ile ilişkili işler…
Bir koca makine ve içindeki çarklar dönüp duruyor ve bir insan var bu alemde…
O da bir gaye üzerine var olmalı…

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı.
Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş.
Hem gizli, pek acaip defineleri varmış.
Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış.
Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış.
Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.
İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin,
ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.

İnsan kendisine bakıp çevresini anlamak için işaretler bulabilir.
Kainatı ve onu yaratanı tanımak için işaretler bulup onları yorumlayabilir.
Bu kitabımızda da çokça zikredilmiş ve çokça bize emredilmiş.

Buradan hareketle yukarıda bahsi geçen anlatımı yeniden okursak her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.

Ta, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.
Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.

Yani o güzelliği hem kendisi bizzat izleyecek hem de sergiyi izleyenlerin gözleri ile o sergiye bakacak.

Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı.
Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu.

Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin serleriyle vücut bulmuş gibi,
kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti.

Ta ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor.
Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor.

Diyor ki:

Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor.
Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor.
Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor.
Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

“Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor.
Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor.
Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor.
Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi.

Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Bir temsil ile ne kadar çok sorumuza cevap veriyor.
Kainatın yaratılmasının hikmeti nedir?
Peygamberlik mesleği nedir?
Müçtehidlik mesleği nedir?
Ve insan bu çevresinde gördüklerini nasıl yorumlamalı?
Kendisine ne verilmiş neden verilmiş ve karşılında ne isteniyor?
Bütün bu soruların cevaplarını bir temsil ile veriyor.

Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler:
"Bunda büyük bir iş var.”
Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil.
Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler.
Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır.

Ona müteveccihen gittiler ve dediler:
“Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi.
Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler.
Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler. Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti.

O guruba dahil olanlardan oluruz inşallah …
Ve nasıl dahil olunacağını da ne kadar vecih bir tarzda söylüyor …
Gelen o Yaveri Ekremin söylediklerine kulağını aklını kalbini ver dinle
Ve uygula.

Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere
münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti.
Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler.
Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar.
İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler.
Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular.
Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş!
Elbette anladın ki, o Hâkim-i Zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir.
Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur.
Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur.
Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Kainatın yaratılmasında gözetilen maksatlara ulaşılması iki şeyin olmasına bağlı.
Birisi bize muallimlik eden o mübarek zatın var olması ki öğretmeni olmayan okul olmaz.
Okul varsa öğretmen vardır, öğretmen varsa okul vardır.
İkisi birbiri ile olabilecek şeyler.
Bu kainat bizim istidatlarımızın inkişafı için, yeteneklerimizin ortaya çıkması için bir okul.
Bu okulda bize yol gösteren de Efendimiz Aleyhissalatu Vesselamdır.

İkincisi ise, o öğretmene itaat edip onun sözlerini dinlemek…
Nasıl okulda laf dinlemeyen kurallara uymayan öğrenci belki bir sene haytalık eder.
Derse girmez dersini çalışmaz yatar gezer tozar.
Ama sonra sene sonunda derslerinden kalır sınıfını geçemez.
Ya da hileyle kopyayla geçmeye çalışır ama yine alması gerekeni alamaz.
Öyle de bu dünyada haytalık eden mizan kurulup tartılar ortaya çıktığında yaptıklarının karşılığını görecektir.
Allah muhafaza ..

Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir.
Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir.
Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi.
Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti.
Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.
İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür.
Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar.

Rabbim sırlarını kavramayı nasib etsin…

Subhâneke lâ ılmelene illema allemtene inneke entel alîmul hakîm ve ahiru de'vehüm enilhamdülillahi rabbil âlemin, el fatiha


21.30'da sohbet kanalında yapılan derstir.
 

aczmendi reþha

Well-known member
Ve Bihi Nesteinu
ON BİRİNCİ SÖZ





besmele_i_serif.gif

sozler_150_1.gif


EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak.


Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı.
Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş.
Hem gizli, pek acaip defineleri varmış.
Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış.
Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış.
Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.

İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin,
ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.

her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.

Ta, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.
Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.


Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı.
Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu.

Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin serleriyle vücut bulmuş gibi,
kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti.

Ta ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor.
Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor.

Diyor ki:

Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor.
Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor.
Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor.
Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor.
Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor.
Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor.
Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi.

Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:
Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler:
"Bunda büyük bir iş var.”
Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil.
Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler.
Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır.

Ona müteveccihen gittiler ve dediler:
“Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi.
Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler.
Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler. Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti.





Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere
münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti.
Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler.
Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar.
İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler.
Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular.
Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş!
Elbette anladın ki, o Hâkim-i Zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir.
Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur.
Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur.
Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.


Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir.
Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir.
Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi.
Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti.
Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.
 
Üst