30. Söz...(İnsandaki "Ene"nin mahiyeti)

ebrar172

Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim...

Ene, “ben” demektir.
Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması,
nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir.
İnsan, güttüğü koyunlar için ‘benim koyunlarım’ diyebildiği halde
o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’ diyemiyorlar.
Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.


Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder.
‘Benim malım, benim mülküm’ derken,
mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz.
Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim tüfeğim’
yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.
Benlik yerinde kullanması şartıyla büyük bir nimet,
büyük bir sermayedir.
Arzın halifesi olduğunu unutmayıp
Kainat Sultanı’nın namına hareket etmek,
O’nun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla...
O’nun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla...
hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla...


‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek,
‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’ diyebilmek şartıyla...



Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını,
keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek,
tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla...


Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise,
şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak O’dur.’ diyebilmek
ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek şartıyla...

İlmini ve kuvvetini düşünürken de;
‘Bana ilmi tattıran elbette Alim,
bana kuvvet bahşeden elbette Kadirdir.’ diyerek
Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu manada değerlendirebilmek şartıyla...


kainat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!..
Sema yüksekliğine güvenmez,
toprak çiğnenir aldırmaz.
ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz,
bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz...
niçin..?
cevap tektir:
“Hiçbirinde benlik olmadığı için.”


benlikten uzak tutulan her mahlûk,
bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur.
Mesela, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi,
belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat edebilirdi.
Ama bilemiyoruz,
belki de büyüklük iddiasında bulunur,
kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü...
Bu ise onun için feci bir hal olurdu...
Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak,
sürdürüyor vazifesini...


Bir de melekler alemi var.
Onlar benlik davası gütmekten çok çok uzaktırlar.
gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar.
Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler.


Üstad, benlik konusunda şu harika tespiti yapar:
"Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet,
uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasi vazifesini görüyor.
Maalesef su’-i ihtiyar ile hakimiyet ve istiklaliyete âlet ederek
tam bir firavun olur."



İnsanoğlu çoğu zaman, sözlerine “ben” diye başlar
ve “şunu yaptım, bunu ettim” diye sürdürür konuşmasını.
Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih ettiğini
ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur.
Hürriyet nimeti olmaksızın, kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz.
Onlar hakkında konuşurken, “ben yaptım” demez
ve o işlerde bir sorumluluğu olmadığını savunur.
Demek ki;
bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda
iki unsur birlikte iş görürler
"Benlik ve hürriyet."


İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde
kendisine takılan İlahi hediyeleri kendine nispet edebiliyor..
“benim gözüm, benim aklım, benim kalbim” diyebiliyor.
Ve bunları dilediği gibi kullanma serbestisine sahip.
Ama gözden ırak tutmaması gereken bir gerçek var
bütün bunlar birer İlahi emanet.
gerek organlarını ve ruh dünyasını,
gerekse, malını, mülkünü ve makamını
sadece ve sadece Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.


İnsanoğlu..!!
benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır?
Bu sorunun cevabında iki şıkla karşı karşıya bulunuruz:
Biri doğru, diğeri yanlış.


İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları
hür olarak kullanmakla bir takım işler görüyor
ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor.
İşte, bu kabiliyetini İlahi marifet sahasında kullanabilirse,
soruya doğru cevap vermiş olur.
Bunu nasıl başaracağı ise
Nur Külliyatında çok güzel bir misalle ortaya konuluyor.
bu misal bir anahtardır..!
ve bizi çok gerçeklere kavuşturabilir.

“Mesela: Bir adam
Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar:
“Buradan buraya benim kudretimdedir,
bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye
vehmi bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar.
Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.” (Mesnevî-i Nuriye)



İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında,
bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir;
ama yine de “ben bu taşı kaldırdım” diyerek o işe sahip çıkar.
Zira o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.
İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasi yaparak der ki
“Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı İlahi kudretiyle döndürüyor.”


İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor.
Yani, dünyayı döndüren kudretin,
onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde
kendi kuvvetinin ne kadar zayıf olduğunu anlayarak,
bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.


Bu konu üzerinde düşünürken,
öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”,
insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı.
İnsan mahluk olduğu gibi, sıfatları da mahluktur.
İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir.
Ve nihayet bir mahluk olan insanın
Halık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi,
onun mahluk sıfatlarının da,
mesela, iradesinin, ilminin, kudretinin de
Allah’ın ilim, kudret ve iradesine
hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Sözler’de benlik için,
“rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek,
tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene”
ifadesi kullanılır.

şimdi bu cümleyi mutalaa edelim..

Önce işaretten başlayalım;
Bir insan, parmağıyla güneşi işaret edebilir,
ama parmakla güneş arasında da hiçbir benzerlik yoktur.
Keza, haritadaki bir nokta da bir şehre işaret eder.
Ama o noktada söz konusu şehrin ne yollarını,
ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.


Bize takılan sıfatlar da İlaha sıfatlara birer işaret...
Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz.
Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla,
İlahi kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da
hatırdan çıkarmayız.
Bunlar birer işarettirler, o kadar.

Numuneye gelince:
İnsanoğlu, mesela, bir ev yapacağı zaman
önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir kağıda döker.
İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek
o plana uygun bir ev koyar ortaya.
İşte bütün bunlar birer numunedirler.

Biz bu numuneye bakarak
asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur
ve deriz ki:
Şu kainat sarayı önce takdir edilmiş
ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.

Ene, hem işaret hem de numuneleri cami olduğuna göre,
ondaki numuneler de işaretler gibi mahluktur,
kişinin kendine hastır
ve bunların da İlahi takdir, irade ve kudretle
hiçbir benzerlikleri düşünülemez.

Şimdi şöyle bir düşünelim:
İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı
insanın İlahi sıfatları tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Mesela,
insana irade verilmeseydi
ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp
onu hür olarak kullanamasaydı
Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?
İnsanın o cüzi kuvveti ve kudreti olmasaydı,
Allah’ın Kudret sıfatını
ve Kadir ismini bilmesi mümkün olabilir miydi?

Merhamet nedir,
Gazab nedir,
Allah’ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile edemezdi.


**********************


sohbetimizi Efendimizin bir duasıyla nihayetlendirelim inşaAllah..

"Ey Rabbim..!!
Gayb ilminle ve halk üzerine kudretinle,
hayatı benim için hayırlı gördükçe beni yaşat
ölümü benim için hayırlı gördüğün zaman da beni vefat ettir
Ey Rabbim! Gizlide ve açıkda senden haşyetini istiyorum.
Rıza halinde de, gadab halinde de ihlas sözünden ayırma
fakirlikte de zenginlikte de itidalden ayırmamanı istiyorum
Senden tükenmez bir nimet, kesilmez bir göz ferahlığı istiyorum.
Senden beni kazana razı kılmanı
ölümden sonra yaşamanın serinliğini istiyorum.
Senden yüzüne bakmanın lezzetini;
sana kavuşmanın şevkini istiyorum.
Bütün bunları zarar vericinin zararından,
sapdırıcı bir fitneden uzak olarak vermeni istiyorum

Ey Rabbim!
Bizi iman ziynetiyle süsle,
bizi doğru yolda olan hidayet rehberleri kıl..."

Amin..

Ya Rabbi..
Alemlere rahmet olarak gönderdiğin habibin ve resulün olan
Efendimiz Muhammed Aleyhisselam'a
onun bütün âl ve ashâbına,
kardeşleri olan diğer peygamber ve resullere,
ve salih kullarına salât ve selâm eyle.

Amin.

El Fatiha…….













 

zerrat

Well-known member
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir.

(Ahzâb Sûresi: 72.)
 

aczmendi reþha

Well-known member
Ve Bihi Nesteinu

Ene ile ilgili dersler Risale-i nurda değişik eserlerde ve derslerde olmakla birlikte değişik mertebe ve meslekleredeki tesirini ve onun muhteviyetı ile işlevinin farklı olduğunu yine Risale-i Nurlardan anlamaktayız.

Şimid kısaca Tasavvuf mesleklerindeki enenin mahiyetine ve ona yapılan muameleye bakalım:

İ'lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.
(mesnevi-i nurie hubab)
)​
 

aczmendi reþha

Well-known member
Ve Bihi Nesteinu

Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,



Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.



Cenab-ıHakk'ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır



Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif'in "iki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiç bir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki;Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mizandır



İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dûrbîniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle îfa etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der. Hakikî ubudiyetini takınır. Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.

..Ene'nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor


.. Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Yani ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene'ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk'e teslim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelal'in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil; herşeyin anahtarı onun elindedir; herşeye Kadir-i Mutlak'tır. Esbab, bir perde-i zahiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdırve kudretinin bir mistarıdır. İşte şu parlak nurani güzel yüz, hayatdar ve manidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlık-ı Zülcelal bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halketmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nurani meyvelerle tezyin etmiştir.


Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za'fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.


Sonrabaktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerinin cilveleridir


اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.


(30.söz ene ve zerre risalesinde alıntılar)

(24.söz 2. dal’dan alıntılar ile devam edelim inşaallah)

Üçüncüsü: Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine edereksafi ve küllî ve gölgesiz bir in'ikası var. Sonra o Güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve kar'ın şişeciklerine, herbirine birer cüz'î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

Birinci tarîk: Bil-asâle doğrudan doğruya berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.



Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da "Reşha" olsun. Öyle bir "Reşha" ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp "Zühre" gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya Güneş'in timsalini gözbebeğinde saklıyor.



İşte Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneş'in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misal!Madem doğrudan doğruya Güneş'e âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı Şems'e karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Şems'in âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkilât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır, fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

Ene’nin birde buz halinde iken, bir havuza atılıp eritilmesini ise ilerde ihtiyac olursa ders yaparız inşallah..
 
Üst