Bediüzzaman Kabrinin Bilinmesini İstemiyor

İlim-irfan

Well-known member
Milletin ruhuna ters ne kadar uygulama varsa, hepsinin yerleşmesi için yüzlerce suçsuz, günahsız insan ya idam edilmiş ya öldürülmüş ya zehirlenmiş ya da bir şekilde faili meçhule kurban gitmiş. Demek ki yapılmak istenenler, millet ve memleket için değilmiş.
Eğer ithal yaptırımlar halk için olsaydı bu kadar cana kıyılır mıydı? Yani millet kendi menfaatine olanları kabul etti de sadece din âlimleri mi kabul etmedi. Öyle olsaydı, bu millet neden o gün de bugün de hâlâ bu âlimlerin izinde yürümekte, yolundan gitmektedir.
Resmi ideoloji kendi hâkimiyetini kurmak için milletin bağrından çıkan bu “âlimlere” akla hayale gelmedik sonlar hazırlarken, esas gözdağı vermek istediği milletti. Halktan herhangi bir ferdin asılması korku anlamında kimseye bir şey ifade edemezdi ama bir “âlimin” öldürülmesi, korku için yeterli sebebti.
İstiklal Mahkemelerinin sorgusuz sualsiz astığı kurbanların hesabını kim verecek? Muhatap yok. Adı mahkeme olan ama üyeleri arasında hukukçu bulunmayan ve yüzlerce insanı; “Sanığın idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine” diye karar verenler, kim için ve neye hizmet ederek masum canlara kıymışlardır?
Şimdi halkın birlik ve beraberliğinden yana olan insanları asanların, kesenlerin, öldürenlerin kamuoyu tarafından nasıl tanındığına bakalım, bir de bu fedakâr, cefakâr, dini bütün insanların arkasındaki koca bir millete. Sadece bu resim bile yeter kimin haklı kimin haksız olduğunu göstermeye. Evet kimin arkasında büyük halk çoğunluğu vardır?
Yargısız infazlara kurban gidenler rahmetle anılırken; idamcılar, kesiciler, öldürücüler, nefretle anılıyor. Dünyanın herhangi bir kara parçasında böyle bir hukuk cinayeti yoktur. Böyle mi çağdaşlaşacaktık, böyle mi muasır medeniyete ulaşacaktık, böyle mi demokrasi gelecekti, böyle mi insan hak ve hürriyetleri elde edilecekti, böyle mi düşünce ve fikir özgürlüğü oluşacaktı, böyle mi istikrar ve huzur sağlanacaktı?
Gündüz halk galeyana gelir diye bu ülkede geceleyin araba farlarının aydınlattığı alanlarda suçsuz günahsız insanlar asılmıştır. Madem idamlar haklıdır da neden halkın galeyana gelmesinden korkulmuştur. Neden bütün öldürmeler, halktan habersiz yapılmıştır.
Resmi ideoloji öldüremediklerini de zehirlemiş, sürgüne göndermiş, takip ederek gece gündüz baskınlarla devamlı tehdit etmiş, aylarca hâkim huzuruna çıkarmamış, çıkarsa da mahkeme günlerini uzatarak hapishanelerde çürütmüş, yazmak, düşünmek, konuşmak, yemek, içmek, uyumak, dinlemek ve dinlenmek gibi tüm insani hakları gasp edilmiştir.
Bu akıbete uğrayanlardan biri de büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman Said Nursi Hz.leridir. Karıncayı bile incitmeyen, yaratılan bütün canlılara büyük sevgi besleyen, merhamette, şefkatte, muhabbette önder ve örnek olan Bediüzzaman ile resmi ideoloji hiç geçinememiş ve hayatına son verilmek için her yol denenmiştir.
Ölüm döşeğinde son nefesini verirken Ankara’dan devrin İçişleri Bakanı Namık Gedik, çöp arabasıyla da olsa otelden dışarı atılma talimatı vermiş ve öldükten sonra da rahat bırakılmamış, mezarı Urfa’dan alınarak, Isparta mezarlığına geceleyin defnedilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin mezarı Isparta mezarlığında olsa da daha sonra dört talebesi tarafından yeri değiştirilmiştir. Dört talebesinin dışında mezarının nerede olduğu bilinmemektedir. Zaten Bediüzzaman da bilinmesini istememiştir. “Bediüzzaman’ın mezarı hususundaki tartışmalar anlamsız” diyerek üstadın vasiyetini aktarmakta fayda görüyorum.
“Bu zamanda şahsiyet cihetiyle, insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki azami ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında, riyakârlık yer aldığından azami ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lazımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar. Manevi dua ve ziyaret etsinler, kabrimin yanına gelmesinler, Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.
Risale-i Nur’daki azami ihlâs ile bütün bütün terki enaniyet için buna bir manevi sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”
Not: Bu haşiyeyi 1959’da yazdırmıştır. (Mustafa Sungur)



Hüseyin Öztürk - Vakit
09/12/2009
 
Üst