Ismail hakki zeyrek hocaefendi’nin kaleminden üstad bediüzzaman

mihrimah

Well-known member
(Tahsil Hayatı)

1935 Senesinde Manisa’da dünyaya gelen İsmail Hakkı Zeyrek Hocaefendi, Ege havzasının değerli âlimi merhum Emin Efendi hazretlerinin oğludur. Sekiz yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i hıfzetmiş, bir miktar Arapça sarf ve nahiv okuduktan sonra ilkokula devam ederek bitirmiş, bu arada İslâmî ilimlere de devam edip, tekmil-i nüsah ederek icazet almaya muvaffak olmuştur.

Sonra ortaokulu okul dışından; liseyi de devam ederek orta öğrenimini tamamlamıştır.
Yedek subaylığını yaptıktan sonra okul dışından İmam-Hatip Lisesinin orta ve lise bölümlerinin fark derslerinin imtihanlarını vererek Yüksek İslâm Enstitüsüne girmiş ve buradan mezun olarak yüksek öğrenimini tamamlamıştır.

Basılmış Eserleri:
1-Delilleri ile İslâm İ’tikad ve İnanç Esasları(Sönmez Neşriyat)
2- Bilip de Göremediklerimiz(Çise Kitap-2009)

Bunlardan başka terceme ve te’lif olmak üzere birkaç eseri daha bulunmaktadır.

Soru 1: Bediüzzaman hakkındaki düşünce ve kanaatleriniz nelerdir?

Cevap 1: Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri çok yönlü ve hayatının her safhası harikalar ve mazhariyetlerle dolu bir şahsiyettir. Böyle bir zatı anlayabilmek ve anlatabilmek ve hakiki hüviyetle gösterebilmek çok zordur. Ancak sahalarında mütehassıs olan zatların onun eserlerini ve şahsiyetini kendi ihtisas alanlarına giren yönleriyle inceleyip tahlile tabi tuttuktan sonra, çok samimi olarak yapacakları değerlendirmelerin muhassalası, onun gerçek şahsiyetini ortaya koyacaktır.

Bizim kanaatimize göre ise o bir ferd değil müstesna insanların ve dehaların bir araya gelerek bir insanda tecelli etmiş şeklidir.

Şimdiye kadar muarızlarında gördüğümüz tavır ise, onun gerek şahsiyeti gerek eserleri hakkında hiçbir belgeye ve bilgiye sahip olmadan veya yanlış bilgiler ve peşin kanaatlerle onu mahkûm etmeye çalışmış olmalarıdır.
Said Nursî Hazretlerinin eserlerini okuyanlar ve hayatını ciddiyetle inceleyenler büyük feyizlere mazhar olmakta ona çok samimi ve karşılıksız sevgi ve saygı duymaktadırlar. Hatta diyebiliriz ki, Risale-i Nur’u kim ne kadar içten ve dikkatlice okur ve inceler ise o ölçüde onu daha iyi anlayabilir. Çünkü yüz’ün üstünde eseri bulunan ve fikirlerini çok samimi açık olarak ortaya koymuş ve bunları hareket ve davranışlarıyla da desteklemiş olan ve bütün faaliyetleri en ince noktalarına kadar takip edilen bir adamın kendisini, eserlerinden daha iyi anlatacak ve tanıtacak ve tanıttıracak bir vasıta yoktur.

Bununla beraber, gerçeği anlayamayacak olan bedbahtlar ve nasipsizler daima bulunacaktır. Çünkü bir şeyi anlayabilmek için muhatabında halis niyetli ve kabiliyetli olması lazımdır. Yoksa Allah celle celaluhu tarafından insanları irşad için gönderilen peygamberlerin davet ettiği herkesin istisnasız hidayete mazhar olması ve ortada Firavunların ve Ebu Cehillerin bulunmaması gerekirdi. Gerçekleri anlayanlar altın ve demir gibi fıtrata sahip olanlardır, granit gibi olanlar değil. (Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’i ve Ebu Cehil’i düşününüz.)

Bilinen bir gerçektir ki, insanı diğer hayvanlardan ayıran en mühim fark onun akıl, düşünce ve inanç sahibi olmasıdır. İslâm ideolojisinin üssülesası yani temeltaşı da imandır. Ancak, İslâm’ın tarif ettiği ve istediği imandır ki, insana huzur verir, dünya ve ahiret saadetini sağlar, bütün iyilikler ve güzellikler de bu temel esasa dayandığı zaman tam iyilik ve güzellik olur.

Şunu da hatırlatalım ki, bundan önce dinin, ruhi ve manevi değerlerin top-yekûn inkâr edildiği böyle bir devir geçmemiştir. Evet, ilim ve fenlerin esaslarını ve malzemesini teşkil eden unsurlar ve bunların zerreleri Allah’ın (celle celaluhu) varlığını ve birliğini gösteren birer delil oldukları halde tamamen onun inkârı yönünde kullanıldığı böyle bir devir geçmemiştir.
Bugün insanlık huzursuzdur ve muzdariptir, neden? Çünkü medenî inkişaflar, maddî gelişmeler, hayat standardının yükselmesi insanlardaki huzursuzluğu ortadan kaldırmıyor. Demek eksik olan bir şey var. Bunun da düşünen bir varlık olan insan ruhunun muhtaç olduğu iman, ruhî ve manevî hayat olduğu açıktır. Çünkü bu ihtiyaç, beşerin tabiatında ve hamurunda vardır. Bunu hiçbir şekilde kaldıramazsınız. Nehirleri tersine akıtmağa uğraşmak beyhude bir gayrettir. Huzur arayanlar ilahi vahyin mazharı olan arz ve sema dengesini kuran peygamberlerin yolunu ve izini takip etmelidirler.

Şunu da belirtelim ki cihan savaşları bir taraftan insanlığın uyanmasına sebep olmakla beraber diğer taraftan dünyayı alt-üst etmiş ve İslâm âleminde iman meselesinde büyük sarsıntılar ve dehşetli depremler meydana getirmiştir. Süratli nakil vasıtalarının çoğalması, kulağa ve göze hitap eden haberleşme araçlarının yaygınlaşması dünyayı adeta küçük şehir veya kasaba haline getirmiş ve dünyadaki gelişmeler materyalist bir temele dayandırıldığı için de insanların manevî yapılarını bozmuş, ruhî ve manevî buhranların en ciddi amili ve sebebi olmuştur.

İnsanlığı böyle manevî buhranlardan kurtaracak olanlar ise zamanın siyasî havasına göre şekil alan, enaniyet ve gururlarından kendilerini en yüksek irfanın sahibi zanneden, söyledikleri gırtlaklarından ileri geçmeyen maddî çıkar ve menfaatlerini her şeyin üstünde tutan, kalbini ve ruhunu cebine esir eden resmi, samimiyetsiz, soğuk ve sathi bilginler ve fuzulî rehberler değil; hasbi ve ilahi bir cehd ile çalışan, iman, ihlâs ve halisiyet timsali olan, fenaya ve fanilere asla değer vermeyen aldanmayan ve aldatmayan hakikat kahramanlarıdır. Ve çağımızda bunların en başta geleni de hiç şüphesiz Bediüzzaman Hazretleridir.

Çünkü O, mağlup edilmez ilmî bir şahsiyet olarak ortaya çıkan Allah’ın (celle celaluhu) gönderdiği son ve ekmel dinin yani İslâm’ın şanını yüceltmek için ilâhî bir gayret ve azimle çalışan, tevhid hakikatini zerrelerden kürelere kadar çok parlak delillerle ispat eden, Hazret-i Kur’an’ın ihtişam ve şaşaasını bütün berraklığı ile insanlığa sunan, küfür ve dalalet putlarına aslanlar gibi karşı koyan ve bir rahmet meleği gibi imdada yetişen, ümitsizlik içinde çırpınan insanlığa ve perişan gönüllere Allah’ın (celle celaluhu) lütuf ve inayetlerini göstererek müjdeler sunan ve bu uğurda en küçük bir karşılık beklemeyen, harika ilmi, ahlâkı kemalatı ve pek yüksek ve aşikâr olan faziletiyle ilâhî bir memur ve şanlı Peygamberim aleyhissalatu vesselam’ın gerçek varisi olduğunu gösteren bir hakikat kahramanı, bir fazilet abidesi ve iman fedaisidir.

Yukarıda onun hayatının bir takım harikalar ve mazhariyetlerle dolu olduğunu söyledik. Şimdi bu sözümüzün kuru bir iddiadan ibaret kalmaması için denizden damla misal birkaç örnek sunalım:

Tarihçe-i hayatından öğreniyoruz ki o, üç aylık tahsilden sonra bütün ilimlere vakıf olmuş ve hikmet-i ilâhiyeye varis kılınmıştır ki şimdiye kadar böyle bir harika-i ilmiyenin eşine rastlanmamıştır. Hayatının hiç de müsait olmayan şartları, hapishaneler hatta savaş alanları onun kitaplarını telif etmesine ve Kur’an’ın en ince nüktelerini yazmasına engel teşkil etmemiştir. Evet, İşaratü’l-İ’caz gibi harika bir tefsir, savaş meydanının mahsulüdür. Böyle bir eser, huzur ve sükûn içinde, uzunca bir zaman zarfında ve birçok kaynaklara başvurularak geniş araştırma ve incelemelerden sonra yazılmış olsa idi, yine de harika olurdu. Çünkü o, Kur’an’ın en ince nüktelerini açıklıyor ve kâinat çapında ki ihtişamını gözler önüne seriyor. Demek bu mübarek tefsirin hiçbir kaynağa başvurmadan hem de savaş meydanı gibi en telaşlı bir yerde ve hem de at üstünde, avcı hattında dikte ettirilmesi ne derece harika olduğunu apaçık göstermektedir.


Risaleler içinde “hastalar risalesi” gibi kırk dakikada telif edilenler olduğu gibi, ravileriyle beraber pek çok hadis-i şerifin nakledilerek mükemmel bir tertip ve düzen içinde yazılan On dokuzuncu Mektup –ki ekleriyle beraber yüz yirmi beş sayfayı bulmaktadır- dağ ve bağ köşelerinde on iki saatte telif edilmiştir. Telifteki “sürat harikası!”!..


Bugünün manevî hastalıklarına tam şifa olan ve pek çok ilmi bahisleri, derin imanî meseleleri ve ruhanî zevkleri ihtiva eden eserlerini telif ederken hiçbir eserinde hiçbir kaynağa başvurmadan yazması da bir harikadır. Ve sonra Risale-i Nur’u okuyanın iştiyakını artırıyor, tekrar tekrar okunduğu halde usanç vermiyor. Demek, Kur’an’ın nurlarına makes olan yüksek bir tefsiridir. Demek, feyz-i Muhamediye aleyhissalatu vesselam kemal derecesinde mazhardır. Bu da her esere nasip olmayan “cazibedarlık harikası” olsa gerek.


Bundan yetmiş-seksen yıl önce telif edilen bu eserler akıcı bir üslup ve sürükleyici bir Osmanlı diliyle yazılmıştır. Hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda öyle bir fesahat ve belağat göstermiştir ki, insanın hayret etmemesi mümkün değildir. Hem de mevzu ağırlaştıkça ifadenin ağırlaşması normal ve tabii olduğu halde Risale-i Nur’da derin meselelere girildikçe fesahat ve belağatın arttığını, ifadenin berraklaştığını, muhavere ve mektuplarında ise böyle olmadığını müşahede ediyoruz. Bu da bir “üslup harikası”!..

Bu ciheti görmek isteyenler Yirminci Mektubu ve özellikle “katiyen bil ki..” diye başlayan parçayı, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Sözleri vs. mütalaa etsinler. Risale-i Nur mellifinin bizzat şahsında görülen harikalar da var. Mesela “Otuz bir Mart Vakası”nda ve Rusya’daki esaretinde idam ile muhakeme edilmiş ve en küçük bir fütur göstermemiş. Harika şecaat ve cesaret!..

Onun Kur’an’dan istihraç ederek verdiği haberlerde harika mazhariyete sahip olduğunu göstermektedir. Bu cümleden olarak, vefatından kırk küsur yıl önce yazdığı “Lemaat” adındaki eserin başında yer alan ve imza yerinde kullandığını bildirdiği “Eddai” başlığını taşıyan parçada hicri 1379 tarihinde vefat edeceğini ve mezarına tecavüz edileceğini bildirmiş ve bildirdiği yılın Ramazanında, kadir gecesinde ruhunu Rabb-ı rahimine teslim eylemiş ve dört ay sonra mezarına tecavüz edilmiştir. Yine Kur’an-ı Hakimin işaretlerine dayanarak 1971’den itibaren anarşik hadiselerin başlayacağını “…1971 olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak” (Bkz. Asay-ı Musa, s. 87) ifadesiyle haber vermiştir.

Ve yine yıllar önce telif ettiği bir eserinde (Yirmidördüncü Söz) evliya ne için usul-ü imaniyede ittifak ettikleri halde, meşhudatlarında keşfiyatlarında tehalüf ediyorlar? Hem ne için ehl-i fikir ve nazar her biri kati bir bürhan ile hak telakki ettikleri efkârlarında birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat ne için çok renklere giriyor? Gibi sorulara verilen cevap ile girift bir meseleyi açıklarken aya çıkılacağını, orada var olduğu sanılan ışık ve hayattan eser bulunmadığını açıkça ifade etmektedir ki bu haber 1969 yılında aynen gerçek olmuştur

Biz bu konuda denizden birkaç damla sunduk. İsteyenler bunun birçok örneklerini Risale-i Nur’u dikkatle okuyarak görebilirler.

Soru 2: Said Nursi ne yapmak istemiştir? Ve hangi gayelerin gerçekleşmesine çalışmıştır?

Cevap 2: Said Nursi Hazretlerinin yapmak istediklerini tek cümlede özetlemek mümkündür: İnsanların imanını kurtarmak… Diğerleri hep bu temel gayenin gerçekleşmesi için birer vasıtadan ibarettir. Hatta ilmi hayatı da bu gayenin gerçekleşmesi için bir hazırlık mahiyetindedir. Dikkat edecek olursak Üstadın ilk hayatının ileride telif edeceği, iman hakikatlerinin parlak bir aynası hükmünde olan Risale-i Nur’a zemin teşkil edecek şekilde geliştiğini görürüz. Ehl-i ilimle çeşitli alanlarda yaptığı münazaralar hep onun galibiyetiyle sonuçlanmıştır. İlmen mağlup edilse idi, bu gaye de gerçekleşemezdi. Sonra kendisine yapılan ihanetlere, üzerine kara bulutlar gibi çöken bela ve musibetlere sabır ve tahammül göstermesi de hep bu gayenin gerçekleşmesi içindir.

Soru 3: Eserleri olan Nur Risaleleri binden fazla mahkemelerde yargılanmış ve hemen her seferinde beraat etmiştir. Bir ilim adamımız olarak bu durum hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Cevap 3: Risale-i Nur binden fazla mahkemenin süzgecinden geçtiği halde onda bir suç bulunamamış ve beraat etmiştir. Yüzlerce bilirkişi tarafından incelendiği halde bu eserlerde millet ve memleket aleyhine herhangi bir ifadeye, ima ve işarete rastlanmamıştır. Bu bilirkişiler içinde din âlimleri de bulunmuş ve İslâm’a aykırı veya zararlı bir cihetin bulunmadığı, bilakis faydalı olduğu bunlar tarafından da belirtilmiştir. Bu durum gösteriyor ki; ne ilmen, ne de asayiş ve emniyet bakımından bu eserlere kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktur. Bütün bunlar, gerek kanunî, gerek dinî yönden bu eserlerde bir sakınca bulunmadığını ortaya koymuştur. Buna rağmen, yıllar yılı takipler, tazyikler devam edip gitmiştir

Meseleye bir başka açıdan bakacak olursak, binden fazla mahkemenin beraat kararı vermesi, pek çok bilirkişinin “bu eserlerde İslâm’a aykırı, millet ve memleket zararına bir şey yoktur” diye ittifak etmeleri dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir hadisedir. Demek oluyor ki; mahkemeler ve bilirkişiler kararlarıyla ve raporlarıyla Risale-i Nur’un hakkaniyetine (hak ve adalete uygunluğuna) imza basmışlardır. İçinde suç unsuru bulunmayan bu imanî eserleri okumakta bir mahzur yoktur diye ilan etmişlerdir.

Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Risale-i Nur’u severek ve hazmederek okuyanlar ile onun hakkında menfi düşüncelere sahip olup da onda suç unsuru arayanlar sonuçta ittifak ederek bunların yayılmasına ve kitlelere mal olmasına hizmet etmişlerdir.

Soru 4: Bir ihtilal sonrası mezarının parçalanarak, cesedinin meçhul bir yöne kaçırılması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Cevap 4: Said Nursi Hazretlerinin hayatında kendisine akıl almaz, insafla asla bağdaşmaz azaplar verilmişti. Vefatından sonra artık onun vücudunun tazip etme imkânı kalmamıştı. Bu mezar cinayetini işleyenler 23 Mart 1960’dan önce b u imkânı ele geçirmiş olsalardı, kimbilir ona karşı nasıl davranacaklar ve ne müthiş işkencelere tabi tutacaklardı? Fakat seksen küsur senelik hayatında onu hep korumuş ve kollamış ve inayetini siper etmiş olan ezeli irade onlara bu fırsatı vermedi. Onlarda bir türlü son veremedikleri kin ve intikam hırslarını onun naşından çıkarmaya çalıştılar. Ve yüz onbir gün sonra Urfa’daki kabrinden çıkararak onu meçhul bir yere götürdüler. Ama bilmeden ve farkında olmadan onun bir arzusunu ve önemli bir vasiyetini yerine getirdiler.

Çünkü o, dünyada iken gelip kendisini ziyaret edenlerden sıkıldığını, hatta elini öpmenin ona bir tokat vurmak gibi geldiğini ve hayatında iken kurtulamadığı bu durumdan öldükten sonra kurtulmak için Rabb-ı Rahiminden niyazda bulunduğunu söylüyor ve kabrinin kendisine yakın birkaç talebesinden başka hiç kimse tarafından bilinmemesini vasiyet ediyordu. (Bu mealdeki bir yazının ziyaretçiler tarafından okunması için Isparta’daki evinin giriş kapısının arkasında asılı olduğunu da hatırlıyorum.) O, bütün güçlüklere, ihtiyarlığında ve şiddetli hastalığına rağmen Hicri 1379 yılı Ramazanının son günlerinde Urfa’ya gelmiş, orada ruhunu Rahmana teslim eylemiş ve orada defnedilmişti (vefatının bu tarihte olacağını – yukarıda işaret ettiğimiz gibi – kırk küsur yıl önce yazdığı bir eserinde bildirmişti).

Eğer iş burada noktalanmış olsaydı, hazretin niyazı ve vasiyeti yerine gelmemiş olacaktı. Böyle bir isteği ise talebelerinin yerine getirmesi düşünülemezdi. Muarızları, hayatında yapılan ihanetleri yeterli görmeyerek onun mübarek naşını ortadan kaldırıp, onu akıllardan ve fikirlerden büsbütün silip unutturarak yok edeceklerini sandılar. Kader-i ilâhînin sırlarına ve derin tecellilerine akıl erdiremediler ve yine çok yanıldılar. Toprak altında bırakılan bir çekirdekten binlerce fidanın meydana gelebileceğini hesaplayamadılar. Onlar onu mezarında rahat bırakmadılar. Oradan çıkardılar, ama gönüllerden çıkarıp atamadılar. İşte biz de onu gönüllerimize gömdük. Şimdi o, bir mezar yerine milyonların gönlündeki “taht”ında bulunuyor. Aynen veled-i manevisi olduğunu söylediği şah-ı velayet Hazret-i Ali gibi (Hz. Ali’nin kabrinin Necef’te olduğu söyleniyorsa da bu kesin değildir) onun da dünyada bir kabri bulunmuyor.


Soru 5: Bu gün dünyanın çeşitli ülkelerinde hakkında sempozyumlar yapılmaktadır. Bu durumun bir yorumunu yapar mısınız?

Cevap 5: Risale-i Nur, Yirminci Asırda (veyahut/hicri on dördüncü asırda) yazıldı. Yavaş yavaş ve binbir güçlük içinde vatan sathında yayılmaya başladı. Üzerinde şiddetli baskılar, tehditler, takipler engellemeler olmasa idi, belki muhtaç gönüllere daha süratle ulaşacak, belki vatan hudutlarını daha çabuk aşacak ve oradaki milyonlarla buluşacaktı. Belki bugün yapılan, milletlerarası sempozyumlar otuz-kırk yıl önce yapılmaya başlanacaktı. Fakat kader-i ilâhînin bir tecellisidir ki uzun yıllar üzerindeki baskılar devam etti. Tâ ki, Risale-i Nur’un maddî ve manevî hiçbir şeye alet olmadığı ve maksadının yalnız ve yalnız rıza-i ilâhî olduğu ortaya çıksın. Ve muhtaç gönüller çekinmeden, şüpheye düşmeden, tereddütlere kapılmadan ona yaklaşsın.

Bu gün muhtelif İslâm ülkelerinde yapılan sempozyumlar, çok geçmeden dünyanın diğer ülkelerinde de yapılmaya başlarsa şaşmamak gerekir. Çünkü Risale-i Nur’un muhatabı ne yalnız bu vatandaki insanlardır, ne de yalnız İslâm âlemidir. Belki onun muhatabı bütün bir insanlıktır. Çünkü o dünyayı sarsan materyalizm ejderinin karşısındaki en güçlü silahtır. Çünkü o, dünyayı saran materyalizm ve ateizm denen müthiş ve amansız hastalıklara tam şifa sunan en tesirli ilaçtır. Zira o, materyalistlerin içine dalıp boğuldukları ilâhî ve kudsi hakikatleri inkâr vasıtası yaptıkları materyallerle, Allah’ı (celle celaluhu) fikren ve ilmen ispat ediyor. Onları inkâra götüren vasıtaları iman hakikatlerinin ispatında kesin deliller olarak kullanıyor. Ortaya koyduğu bu delillerle aklı ikna ediyor, kalbi rahatlatıyor. Çünkü o, İslâm âleminin ve hatta bütün dünyanın ruhlarının gıdası, dertlerinin dermanıdır. Çünkü o, kafalardaki problemleri çözüyor, asırların yığdığı şüphe ve tereddütleri kaldırıyor.

Yapılan sempozyumlar Said Nursî Hazretlerinin çeşitli yönlerine ışık tutuyor. Başka âlimler, mütefekkirler ve mücedditlerle mukayese edilmesine, maksat ve gayesinin daha iyi anlaşılmasına imkân sağlıyor. Çoklarının gözünden kaçan noktaları en selahiyetli ağızlardan duyma fırsatını veriyor. Kısacası dünya, onu tanımaya başlıyor. Öyle ümit ediyoruz ki; yirmibirinci asır (veya hicri onbeşinci asır) onu tam anlayacak ve hidayet nurları bütün insanlığı kuşatacak ve herkes âlemlere rahmet olan bu Kur’anî nurdan nasibini alacaktır.

Soru 6: Sadece bir tek eseri olan “Âyetü’l-Kübrâ” Risalesi bir defada Rusça hem de Kiril alfabesiyle otuz bin adet basılmaktadır. Anadolu’nun bağrından çıkan bu kitapların böyle yayılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap 6: Risale-i Nur bugün birçok dillere ve bu arada Rusça’ya da tercüme edilmiştir. Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanlar yetmiş yıldan fazla ve milyonlarca mazlumun hayatları pahasına mukaddesatlarından zorla koparılmış, Allah (celle celaluhu) mefhumu kafalarından silinmeye çalışılmıştır. Sonunda “dinsiz bir millet yaşamaz” gerçeği kendini göstermiş. Allah’sızlık ve imansızlık saltanatı umulmadık şekilde ve “Deccal, Hazreti İsa’ya bakınca tuzun suda eridiği gibi eriyecek” (Fe iza nazara ileyhi’d-deccalü zabe kema yezubu’l-milhu fi’ mai”, Kitabü-İşaa li-Eşareti’s-sa’a lil-İmam el-Berzanci, s. 205) rivayetini hatırlatır tarzda, gürültüsüz, sessiz, sadasız ve etrafına fazla zarar vermeden çürümüş, çözülmüş, erimiş ve dağılmıştır. Bu da Allah’ın (celle celaluhu) bu günkü insanlığa büyük bir lütuf ve inayetidir. Şimdi siz bir düşünün, insanların diken üstünde durduğu bir dünyada bu felaket ve helaket saltanatının yıkılması ve parçalanması da kuruluşu gibi dehşetli gürültüler ve gümbürtülerle ve her şeyi alt-üst eden korkunç patlamalarla gerçekleşse idi bu gün insanlığın hali ne olurdu?

İşte dünyada en güçlü ateizm saltanatı böylece çöküp gitmiş. Halkın üzerindeki o müthiş baskılar kalkınca yeniden Allah’a (celle celaluhu) ve dine dönüş hareketi filizlenmeye başlamıştır. Bunun böyle olması gayet tabiidir. Çünkü insanların hayatî ihtiyaçları, inkâr edilmek ve yok sayılmakla yok olmaz, ortadan kalkmaz, bilakis daha da artar. Nasıl ki bir insan ne kadar aç bırakılırsa yemeğe o kadar şiddetle ihtiyaç ve iştiyak duyar. Çünkü iştiyak, ihtiyacın şiddeti ölçüsünde artar. Suyun ne büyük bir nimet olduğunu yakıcı çölün ortasında susuzluktan yanıp kavrulan insandan daha iyi anlayacak kimse yoktur.

İnsan fıtratına çok ters, materyalist bir felsefeyi hayata geçirme uğruna yetmiş yıl boyunca görülmemiş, hatta hayal bile edilememiş dinsizlik ve Allah’sızlık propagandalarının ve uygulamalarının silindirleri altında ezilen ve inleyen insanların düşünceye hürriyet, akıllara parlaklık, kalblere ferahlık ve ruhlara şifa sunan Risale-i Nur gibi muhteşem bir esere herkesten çok ihtiyaç ve iştiyak duymaları ve onu ekmek, su, hava gibi bir hayat unsuru olarak görmeleri kadar tabii bir şey olamaz. Kanaatimizce bu durum daha ileri gidecek ve “katiyen dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir müsalaha (yapar) veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i İslâm’a kılıç çekmez” (Emirdağ Lahikası II, s. 95) sözlerindeki hakikat tecelli edecek (veya etmiş) ve bir zamanlar dünya dinsizlik saltanatının merkezi olan yerlerde Kur’an bayrağı şanla ve ihtişamla dalgalanacaktır. İnşaallah.

İnsanın dünyaya gelişindeki hikmet ve gayeyi yani iman ve ibadeti, fıtrî vazifesi olan Allah’ı (celle celaluhu) bilmeyi ve tanımayı çok parlak ve cazip bir ifade ve üslup ile anlatan onun varlığı ve birliğini şuurlu ve sağlam bir şekilde kabul ve tasdiki sağlayan ve en büyük delil demek olan Âyetü’l-Kübrâ Risalesi’nin ateistliğin merkezindeki Rusça tercümesinin Kiril Alfabesiyle bir defada otuzbin adet basılması, söylediklerimizin yeni ve en canlı şahidi ve çarpıcı bir örneğidir.

Risale-i Nur gibi bir şaheserin bin senedir İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türklerin ilinde, elinde ve dilinde zuhur etmesi ve nurani, berrak ve çağlayanlar gibi coşan eserlerin Anadolu’dan fışkırması bizim için büyük bir şereftir ve erişilmez bir nimettir. İslâm’ın yeniden hayat bulmasının ve insanlığı kucaklamasının yine Anadolu insanının eliyle olacağının müjdesini de vermektedir. Bu eserlerin hemen hemen aynı tarihlerde aynı kaderi paylaşan toplumlar arasında iştiyakla okunması da kör bir tesadüfün eseri değildir.

Soru 7: Nur Risaleleri şimdi otuzu geçen dünya dilinde yayınlanmaktadır. Bu durumun bir kritiğini yapar mısınız?

Cevap 7: Risale-i Nur bugün otuzu geçen dünya dillerine tercüme edilip yayınlanıyorsa, hararetle aranıyor ve iştiyakla okunuyorsa, bunun üzerinde durup düşünmek gerekir. Her şeyin madde ile ölçülüp tartıldığı, yüzlerin ve kalplerin tamamen fena ve fani şeylere dönük olduğu bir dünyada Risale-i Nur iştiyakla aranıyor ve okunuyorsa bu, dünyada bir şeylerin değişmekte olduğunu gösterir. En az iki asırdır tersine dönen dünya çarklarının yön değiştirdiğini veya değiştirme eğilimine girdiğini haber vermekte ve müjdelemektedir.

Yirminci asır, Risale-i Nur’un yazılma ve tanınma asrı olmuş. Öyle anlaşılıyor ki; yirmi birinci asır İslâm’ın, Risale-i Nur aynasında tam tecelli edeceği bir asır olacak. Bu böyle canlı ve şuurlu bir gelişme olacaktır ki; iki-üç asır fikri durgunluğu ve geriliği çok kısa zamanda telafi edecektir. Ve böyle olmasını rahmet-i ilâhîyeden bekliyoruz ve ümit ediyoruz.


Soru 8: Meselemizin künhüne vakıf bir ilimi din ve nur talebesi olarak otuz sene evvel böyle bir durumu düşünebiliyor muydunuz?


Cevap 8: Biz Said Nursî Hazretlerini, Risale-i Nur’u okuyarak tanıdık, kudsî delillerle araştırarak takip ettik. Ve onun daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kani olduk. Bizim Risale-i Nur’u duyduğumuz ve tanıdığımız yıllarda bu günkü gelişmeleri düşünmek ve hatta hayal bile etmek mümkün değildi. Yarım asır önce birkaç kişinin bir araya gelip Risaleleri beraberce okuması ve müzakere etmesi büyük bir cesaret meselesi idi.
Burada bir hatıramı kısaca nakletmek istiyorum. 1950’li yılların başlarında İzmir’de bir mahkeme vardı. Tahminen on, onbeş kişi o gece bir araya gelerek Risale-i Nur’dan bazı parçaları okumuştuk. Aramızda Afyon zindanında bulunmuş olan kahramanlardan İ. Fakazlı da vardı. Onun o geceki sevincini bir görmek lazımdı. “Böyle on-onbeş kişi bir araya gelip bu kitapları okuyabilecek mi idik Allah’ım! Bize bu imkânı verdin, sana nasıl şükür edeceğimi bilemiyorum” diyor ve çocuklar gibi sevinç çığlıkları atıyordu.

İşte o günleri düşününce bu günkü fütuhat fevkalade görünüyor. Amma biz bunu son nokta olarak görmüyoruz. Zira “Hüvellezi ersele rasulehu bi’l-hüda ve dini’l-hakki liyuzhirahu ale’d-dini küllihi ve kefa billahi şehida” (Meal-i âlisi: “O dur ki, peygamberini hidayet ve hak din ile gönderdi. Tâ ki onu bütün dinlere üstün kılsın, Allah (celle celaluhu), şahit olarak yeter”, Fetih Sûresi, 28) âyetinin işaret ettiği üzere İslâm’ın iki yönlü üstünlüğü var:

Birincisi: (“Bi’l-hüda”) ile işaret edilen ilmî yönden üstünlüğüdür ki, bu tamamen gerçekleşmiştir.

İkincisi: (“Vedini’l-hakki”) tabiriyle işaret olunan bi’l-fiil üstünlük ve hâkimiyet ise tarihte bir dereceye kadar tahakkuk etmiş ise de, kemal derecesinde gerçekleşme – Allah (celle celaluhu) bilir ya – bundan sonra olacaktır.

Hem o Üstad-ı hakikat-bin: “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkilabatı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır”; “Yakînim varki, istikbal semavat-ı zemin-i Asya, ba-hem olur teslim Yed-i beyza-yı İslâm’a” diye müjdeler vermiyor mu? Kanaatimiz, Üstad’ın verdiği haberler – Allah (celle celaluhu) ve Rasûlüne dayandığı için – elbette gerçekleşecektir. Fakat oluş şekli ve zamanı hakkında açık ve kesin bilgimiz yoktur. Bizim vazifemiz ise, lillah, livechillah Kur’an’a hizmettir. Ve Cenab-ı Erhamürrahiminden, Kur’an-ı şefaatçi yaparak, önümüzdeki kapıları mahza bir lütuf ve ihsan olarak açmasını ve bize pahalıya mal etmemesini diliyoruz ve dileniyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî’yi Nasıl Bilirdiniz?
Necmeddin Şahiner
Basımevi Matbaacılık-İst-2003
İsmail Hakkı Zeyrek
 
Üst