Ahirete İman

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
1. ÂHIRETE İMAN


1. Kabir Hayatı (Berzah)

“Kâfirler ve âsi olan bazı müminler için kabir azabı haktır”

Burada Özellikle “bazı” kaydının konulması, Allah Taâlâ'nın azab çektirmeyi irâde etmediği bazı (âsi) müminlerin, azab görmeyecek­lerini belirtmek içindir.
“Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde”Allah Taalâ'nın bildiği ve dilediği şekilde “nimet içinde bulunmaları haktır”

Bu ifade umumî olarak kelâm kitaplarında yer alan, “kabir aza­bı haktır”, şeklindeki nisbeten kısa olan ifadeden daha doğrudur. Nasların çoğunun cehennem azabı ile ilgili olması, kabirde azab gö­renlerin ekserisinin kâfirlerle günahkârların teşkil etmesi, “kabirde­ki nimetin” bahis konusu edilmeden, sadece azabtan söz edilmesi için daha uygundur, şeklindeki mülâhazalara rağmen, (müellif Ömer Ne-sefi'ye ait) yukardaki ifade daha iyidir.
“Münker ve Nekir'in sual sorması haktır”

Münker ve Nekir, kabre girerek, insana rabbından, di­ninden ve peygamberinden sorgu ve sual soran iki melektir. Seyyid Ebu Şucâ, “Sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir”, demiştir. Ba­zılarına göre peygamberler (a.s.) de onlar gibi hesaba çekilir [1].
“Bütün bunlar sem'i ve nakli delillerle sabitti”

Ayrıca naslarda da ifade edildiği veçhiyle, doğru sözlü (olanNebi a.s.) tarafından vukua geleceği haber verilen, (hadd-i zatında imkânsız olmadığı için de te'viî edilemeyecek olan) mümkün işlerdir.
Allah Taâlâ: “Onlar sabah akşam cehenneme takdim edilirler. Kıyamet vakti gelip çattığı zaman, 'Firavun'un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun', denir” (Mu'min, 40/46). “Günahları yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular” (Nuh, 71/25), buyurur.

Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “İdrardan sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab o yüzdendir”[2]. Peygamber (s.a.), “Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette hak bir söz üzerinde sabit kılar” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir azabı konusunda nazil oldu”, buyurmuştur.

Kabire konulan ölüye, “Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Pey­gamberin kimdir?”, diye sorulduğunda, şu cevabı verir: Rabbim Al­lah, dinim İslâm ve peygamberim Muhammed (a.s)dir.
Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: “Ölü mezara konulunca, göz­leri mavi olan iki siyah melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir...”[3].
Yine Peygamber (s.a.) buyurur ki: “Kabir ya cennet bahçelerin­den bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur...[4].

Kısaca bu manâda ve diğer bir çok kabir halleri konusunda ri­vayet edilen hadisler tek tek tevatür haddine ulaşmasa da manâ iti­bariyle mütevatirdir.
Rafizilerden ve Mutezileden bazıları, “Ölü, hayata ve idrâke sa­hip olmayan bir cansız olduğu için, ona işkence edilmesi imkânsız­dır”, diyerek kabir azabını inkâr etmişlerdir.

Cevap: Allah Taâlâ'nın, ölünün bütün parçalarında veya bazı­larında işkencenin acısını veya nimetin tadını idrâk edecek ölçüde bir çeşit hayat yaratması mümkündür. Kabirdeki ölünün bu nevi bir hayata kavuşması, ruhunun bedenine iade edilmesini, hareket etme­sini ve kıpırdamasını veya çektiği azabın eserinin üzerinde görül­mesini gerektirmez. Hatta suya batarak boğulan, hayvanlar tarafın­dan parçalanarak yenilen ve idam sehpasında sallandırılarak hava­da can veren kimseler de - biz farkına varmasak bile- azab gö­rürler. Allah Taâlâ'nın mülkünde ve melekûtundaki acaip ve hayret verici şeyler üzerinde düşünenler, kudret ve ceberûtunun garip ve akla durgunluk veren yönlerini gözönünde bulunduranlar, bu ve emsali olan şeyleri - imkânsızlığını iddia etme bir yana - yadırga­maz ve uzak bir ihtimal olarak görmezler.

Şu hususa dikkat edilmelidir: Kabir halleri konusu dünya ile âhiret arasında ortalama ve bir geçiş dönemi mahiyetinde olduğu için müellif Ömer Neserî, bu konuyu özellikle dile getirdi. Daha son­ra da hasrın mahiyetini, teferruatını ve âhiretle ilgili diğer hususla­rı açıklama işi ile meşgul oldu. Bunların hepsinin delili şudur: Âhi­retle ilgili olarak anlatılan konular, âyet ve hadiste anlatılan ve doğ­ru sözlü (Peygamber s.a.) tarafından haber verilen mümkün şeyler­dir. (Bunların- hiçbiri hadd-i zatında imkânsız değildir). Onun için de hak ve sabit olur.

Müellif Ömer Nesefî, bunlardan herbirinin mahiyetini açıkla­mak, tekid etmek ve durumlarına önem vermek için dedi ki;[5]

2. Kıyametten Sonraki Haller

“Ba's Haktır"

Ba's, öldükten sonra dirilmek, aslî parçalarını bir araya geti­rerek ve ruhları da buna iade ederek, Allah Taâlâ'nın ölüleri me­zardan çıkarmasıdır.
Ba'sın naklî delili: “Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz” (Mü'minûn, 23/16), “De ki: onu, yani ölü cesetleri, onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir” (Yasin, 36/79). Cesetlerin haşr edileceğini ve diriltileceğim kesinlikle ifade eden bunun gibi daha pekçok nass mevcuttur.

“Yok olan bir şeyin aynen tekrar var edilmesi (ma'dunıun ay­niyle iadesi) imkânsızdır”, diyen filozoflar, cisimlerin hasrım inkâr etmişlerdir. Filozofların, ciddi sayılacak bir delilleri bulunmadığı gibi (bu konuda ileri sürdükleri fikirler naslarla sabit olan esas) maksat için de zararlı (olabilecek kuvvette ve inandırıcılıkta değil) dir. Zira bizim maksadımız şudur: Allah Taâlâ (öldükten ve çürüdükten son­ra dünyadaki insan bedenine ait) aslî cüzleri bir araya getirir ve ruhu buna iade eder. Buna ister; “yok olanı aynen iade” adı verilsin, isterse verilmesin fark etmez, eşittir. Bunun için, “Yenilen, yiyenin bir parçası olacak şekilde bir insan diğer bir insanı yese, yenilen par­çalar ya her iki bedende birlikte haşr ve iade edilir -ki bu imkân­sızdır - veya birinde haşr ve iade edilir. Bu takdirde diğeri bütün bölüm ve parçalarıyla iade ve hasredilmiş olmaz”, diyen filozofların görüşleri yukarda söz konusu edilen prensiple itibardan düşer ve ge­çersiz hale gelir. Bunun sebebi de; “îâde ve haşr olunan şeylerin, öm­rün başından sonuna kadar varlığı devam eden aslî cüzlerin (ve gen­lerin) olmasıdır. Yenilen parçalar, yiyende mevcud olan attıklardır, aslî parçalar değildir.

İtiraz: Bu, (ba's denilen şey aslında) tenasuha inanmaktır. Zira ikinci beden, ilk beden değildir. Çünkü, hadiste, “Cennetliklerin yüzleri tüysüz ve sakalsızdır, teni tazedir. Cehennemliklerin dişi Uhud dağı kadardır”, buyrulmuştur [6]. “Hiç bir mezhep yoktur ki,tenasüh akidesinin içine ayağını iyice basmış olmasın”, diyenler işte bu noktadan hareket etmişlerdir.

Cevap: Şayet ikinci beden birinci bedene ait aslî parçalardan (ve genlerden) yaratılmış olmasaydı, o zaman tenasüh lazım gelirdi. Şa­yet anlattığımız manadaki haşre ve ba'se de tenasüh denilecekse; bu, (manâya ve esasa değil) sadece lafza dayanan bir tartışmadan ibaret olur. (Aslî cüzlerden yaratılan) böyle bir bedene ruhun iade edilmesinin imkânsızlığını gösteren herhangi bir delil mevcut değil­dir. Aksine, ister tenasüh ismi verilsin isterse verilmesin, böyle bir haşrin ve ba'sın hakikatini ispat eden deliller mevcuttur.

“Amellerin Tartılması Haktır”

Çünkü Cenab-ı Hakk:“O gün vezn, yani amellerin tartılma­sı haktır” (A'raf, 7/9), buyurmuştur. “Mizan (amellerin tartıl­ması ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini temin eden şeyden ibarettir”. Akıl, bu terazinin ve tartılmanın keyfiyetini (ve mahiyeti­ni) idrâk etme gücüne sahip değildir. (Buradaki terazi sözünü ço­ğunluk iki kefesi, iki kolu ve bir dili olan terazi şeklinde anlamış, hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır. Fakat aslında bu terazinin şekli ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve elektrik gibi ci­sim ve arazları ölçen âletler vardır. Amelleri ölçen terazi de bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü âletidir. Bu âleti tecessüm ettirmeye ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur. (Bu konuda bk. Gazali, İhya, I, 97; Irakî, el-Muğnî, I, 97).

Mutezile, “Ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir). îâdesi mümkündür, desek bile tartılması ve öl­çülmesi imkânsızdır. Zira ameller Allah Taâlâ tarafından bilinmek­tedir. Onun için de (miktarı malum olan bir şeyin) tartılması abes­tir”, diyerek amellerin tartılmasını inkâr etmiş (ve bu konudaki nasları da te'viî etmiş) tir.

Cevap: Hadiste geçtiği gibi, tartılacak olan amel defteridir. Bu­rada anlaşılması müşkil bir şey yoktur, Allah Taâlâ'nın fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve bazı hikmet ve sebepleri bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey şudur: Amel­lerin ölçülmesindeve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımızbazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hik­metleri bilemeyişimiz, tartılma işinin abes olmasını gerektirmez.
“Amel defterleri haktır”

Buradaki defter (kitap) sözünden maksat, insanlara ait se­vap ve günâhların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Bu defterler mü­minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir (îsra, 17/11; Hakka, 89/19, 25; İnşikak, 84/10).
Bu konudaki âyetler: “Kıyamet günü, insana açılmış olarak bu­lacağı defteri önüne çıkarırız” (îsra, 17/13); “Defteri sağ tarafından verilenler, kolay bir hesaptan geçirileceklerdir” (înşikak, 84/7,8).

Müellif Ömer Nesefi'nin hesap meselesini söz konusu etme­mesi ve bu bahiste sükût etmesi amel defterlerini anlatmakla yetin­diği içindir. (Zira defter hesab görmek için tutulmaktadır).
(Yapılan işlerin Allah tarafından bilindiğini, bilenen bu amelle­rin ayrıca kağıtlar üzerine yazılmasının), abes olduğunu ileri süren Mutezile, “Amel defterlerini” de (bu konudaki nasları te'vil ederek) inkâr etmiştir. Mizan ve amellerin tartılması bahsinde Mutezileye verdiğimiz cevap, bu inkâr için de cevaptır.
“Sual haktır”

Zira Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, Allah Taâlâ (kıyamet günü) mümin kuluna yaklaşarak (şefkat) kanatla­rını üzerine gerer. Ve onu örter. Sonra buyurur ki:
- Ey kulum (işlediğin) şu, şu günahları biliyor musun?
- Evet ya Rabbî.

Böyle böyle Hakk Taâlâ onun tüm günahlarını bir bir sayar. O kadar ki, kul, 'artık ben mahv ve helak oldum', kanâatma varır.. Bundan sonra Allah Taâlâ, “Bu günahları dünyada iken örtmüş ve gizli tutmuştum. Bu gün de af ve mağfiret ediyorum”, der. Bunun üzerine, sorgusu yapılan kişiye “sevaplarım ihtiva eden defteri ve­rilir”. Hakk Taâlâ kâfirlere ve münafıklara, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: “Rabların yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkâat! Allah'ın lâ'neti zalimlerin üzerine olsun!”[7].
“Havz haktır”

Zira Allah Taâlâ: “Biz sana kevseri verdik” (Kevser, 108/1), buyurmuştur. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gök­teki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha edebiyyen susamaz” [8]. Bu konuda pek çok hadis mevcuttur.
“Sırat haktır”

Sırat, cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince ve kı­lıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler. Cehennemlikler üzerinden geçerken ayakları sürçer (ve cehenneme yuvarlanırlar) [9].
“Böyle bir köprüden geçmek imkânsızdır. Geçmenin mümkün olduğu farz edilse bile; bu, müslümana eziyettir”, diyen Mutezilenin ekseriyeti sıratı inkâr'etmiştir. (Nassda geçen sırat, köprü manâsına değil, yol manâsına gelir).

Cevap: Allah Taâlâ; böyle bir köprüden geçmeyi müslümanlara mümkün kılmaya ve kolaylaştırmaya kadirdir. Hatta bazı müminler bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları rehvan at üzerine binmiş kişiler gibi, vs. geçerler. Nitekim hadiste bu hu­suslara temas edilmiştir. [10]

3. Cennet-Cehennem


“Cennet ve Cehennem haktır”
Çünkü bunların varlığını açıklayan âyet ve hadisler, kimse için gizli kalmayacak kadar apaçıktır ve miktarı da sayılmayacak ka­dar çoktur.

İtiraz: Cennetle Cehennemi inkâr edenler şu gibi delillere sarıl­mışlardır: Cennet, “Eni yerin ve göklerin eni kadar” (Bk. Ali îmran, 3/132), diyen .nitelendirilmiştir. Unsurlar âleminde ve maddî dünya­da bu genişlikte bir cennetin mevcut olması imkânsızdır. Felekler âleminde veya onun dışında diğer bir yerde mevcut olması mümkündür, denebilir ama; bu, hark ve iltiyamı (yani semâların delinmesini ve delinen yerlerin tekrar kapanmasını) gerektirir ki, bu da bâtıldır (Cennetle Cehennemin var olduğunu, fakat bunların hissi ve maddî değil, ruhani ve manevî olduklarını ileri süren filo­zoflar bu ve benzeri delillere dayanırlar).

Cevap: Bu itirazın temeli, dayandığınız fâsid ve bâtıl esaslardır. Bu meselede (yukarıda ve) yerinde konuşmuş (ve bilgi vermiş) tik.
“Cennet ve Cehennem şu anda mahluk ve mevcuttur”
Bu ifade tekrar ve te'kid içindir. Mutezilenin ekserisine göre Cennet ve Cehennem, amellerin karşılıklarının görüleceği (duruş­maların ve hesaplaşmaların yapılacağı kıyamet) günü yaratılacak­tır.
Delilimiz, Âdem ve Havva kıssası ve bunların Cennette iskân edilmeleridir. (Bk. Bakara, 2/35; A'raf, 7/19).
“Cennet, müttekiler için hazırlandı” (Ali Imran, 3/133; Hadis, “57/21),
“Cehennem kâfirler için hazırlandı” (Bakara, 2/24; Ali İmran, 3/131), gibi âyetlerin zahirinden anlaşılan ve Cennetle Cehen­nemin hazırlanmış bir halde bulunduğunu ifade eden manâ da bizim için delildir. Zira bu gibi âyetlerin zahirî manâlarını terketmek için bir zaruret yoktur.

Buna karşı, “O âhiret yurdunu, yeryüzünde kibirlenmeyen ve fesad çıkarmayanlar için yaratırız” (Kasas, 28/83) gibi âyetler ileri sürülürse, deriz ki: Bu gibi âyetlerin devamlılığa, hale ve şimdiki za­mana (da, istikbâle ve gelecek zamana da) delâlet etmesi muhtemel­dir. (Bizim dayandığımız âyetlere karşı bu mealdeki âyetler ileri sürülebilir). Biz bunu bir an için kabul etsek bile Âdem (a.s.)in kıssa­sına karşı ileri sürülecek âyetler yoktur.

İtiraz: Cennet ve Cehennem şu anda var olsalardı, Cennetteki yemişlerin helak, mahv ve yok olmaması caiz ve mümkün olmazdı. Zira Allah Taâlâ: “Cennetin yemişleri daimîdir” (Ra'd, 13/35) buyur­muştur. Fakat “Bir Allah'ın vechi ve zatı müstesna herşey helak (mahv ve fani) olucudur” (Kasas, 28/88) mealindeki âyete göre “Cennetteki yemişlerin helak olacağı” neticesini çıkarmanın bâtıl ol­ması lazım gelmektedir. (Yani Cennet ilerde ve gelecekte yaratılma­lıdır ki, daimî olduğu bildirilen yemişlerinin helak ve mahvolması neticesi ortaya çıkmasın).

Cevap: Aşikârdır ki, Cennetteki yemişlerin aynen devamı müm­kün değildir. Buradaki daimilikten maksat, bir yemiş bitince yerine diğerinin getirilmesidir. Bu ise (yani söz konusu şekildeki devamlı­lık) bir anlık ve lahzalık helake ve mahvolmaya aykırı değildir.

Helak fenayı da gerektirmez, sadece “istifade edilir”, olmaktan çıkarır. (Helakten fenanın lazım geleceğini bir an için) kabul etsek bile “her mümkün hadd-i zatında mahv ve helak olucudur.” âyeti ile, imkân esasına dayanan bir varlık, vücûb ve zaruret esasına daya­nan bir varlığa nisbetle (masiva Allah'a nazaran) yok hükmündedir, gibi bir manâmn kasdedilmiş olması caiz ve mümkündür.

“Cennetle Cehennem bakî ve daimîdir, oradakiler de fani de­ğillerdir”

Yani Cennetle Cehennem daimidir, yokluk onlara arız olmaz. Süreklidir. Zira Cennet ve Cehennemdekiler hakkında Allah Taâlâ: “Hâlidîne fihâ ebedâ” (onlar orada ebediyyen daimîdirler) (Beyyine, 96/8), buyurmuştur.
Bu konuda, “Sadece Allah'ın zatı müstesna, her şey helak ve mahvolmaya mahkumdur” (Kasas, 28/88) mealindeki âyetin manâ­sını gerçekleştirmek için, velev bir an ve lahza için olsun, Cennetle Cehennem de helak olur, diyenler olmuştur. Fakat beka bu manâya aykırı olmaz (bir anlık ve lahzahk yokluk bekaya ve devamlılığa engel değildir). Kaldı ki, âyette fenaya delâlet eden bir şeyin bulun­madığını da öğrenmiş (helak fenayı gerektirmez, meselesini belle­miş) bulunuyorsun.

Cehmiye (ve Cehm b. Safvan), “Cennet ve Cehennem de, bura­da bulunanlar da fanidir,” kanaatma varmıştır. Bu, Kur'an'a, hadise ve icmaa aykıiı olan bâtıl bir sözdür. Delile dayanması bir yana, bir şüphe ve itiraz değerinde bile değildir [11].

2. KEBÎRE


Kebîre (büyük günah)”

Bu konuda değişik rivayetler vardır. îbn Ömer (r.a.) den büyük günahların dokuz olduğu rivayet olunmuştur:

1. Allah'a şirk koşmak,
2. Haksız yere adam öldürmek (katl) [12],
3. Namuslu kadına iftira etmek,
4. Savaştan firar etmek,
5. Sihir (yapmak veya yaptırmak),
6. Yetim malı yemek,
7. Müslüman olan anne ve babaya itaatsizlik etmek,
8. Mescid-i haram'da günah, işlemek,
9. Ebu Hureyre (r.a.) buna riba, yani faiz yemeyi, Hz. Ali (r.a.) ise hırsızlığı ve şarap içmeyi eklemişlerdir.

Zararı, yukarda sayılan günahlar kadar veya daha büyük olan her günah kebîredir, diyenler de olmuştur [13].

Şeriat sahibi (olan Allah ve Peygamberi) nin, özellikle tehdidde bulundukları (ve karşılığında ceza koydukları) her şey kebîredir, denilmiştir.
İnsanın, üzerinde ısrar ettiği her günaha kebîre denir, af ve is­tiğfar konusu yaptığı her günaha s a ğ î r e (küçük günah) denil­miştir.

Kifaye müellifi (Nureddin Sabuni) şöyle der: “Doğru olan odur ki kebîre ve sağire izafi ve nisbi iki isimdir. Zatları itibariyle ne ol­dukları bilinemez. Bir günah, daha büyük bir günaha nisbetle sağîre (ve küçük günah) tır. Aynı günah, kendisinden daha küçük olan bir günaha nazaran kebîredir. Mutlak kebîre küfür ve şirktir. Zira ondan daha büyük bir günah yoktur. Fakat burada kebîreden maksat, küfrün dışında kalan büyük günahlardır”.
“Kebîre, bir mümini iman dairesinin haricine çıkarmaz”
Zira imanın hakikati olan tasdik, müminde bakîdir, devam etmektedir. “Kebîre sahibi ne mümindir, ne de kâfir”, diyen Mute­zile bu noktada da aksi bir kanâata sahip olmuştur. îki menzile ara­sında bir menzile dedikleri şey budur. Amelin imandan bir parça olduğu inancından ve temel görüşünden hareket eden Mutezile bu sonuca ulaşmıştır.
“Kebîre, İmanlı bir insanı küfre sokmaz”

Halbuki Haricîlere göre kebîre sahibi kâfir olur. Zira onlara gö­re kebîre, hatta sağire işleyenler kâfirdirler. Çünkü onlara göre kü­fürle iman arasında orta bir derece yoktur [14].

Bu konudaki bizim delillerimiz şunlardır:

1. İlerde görüleceği gibi, imanın hakikati kalbin tasdikidir. O halde iman vasfını taşıyan bir insan, bu vasfa zıd olan bir şeyi (in­kâr, redd) kendinde bulundurmadığı sürece mümin olmaktan çıkmaz. Sırf şehvetin, nefsanî arzuların, kıskançlığın, çekememenin ve tenbelliğin galebe çalması ve şevkiyle günaha teşebbüs eden ve kebîre işleyen kimsenin bu hali kaîbteki tasdike aykırı olmaz. Özel­likle bu nevi davranışlar ceza görme korkusu, affedilme ümidi ve günahtan tevbe etme azmi ile beraber yapılırsa, kalbteki tasdike hiç muhalif olmaz.

Evet, bu gibi günahlar, “haramı helâl sayma veya haram ve helâli hafife alma”, suretiyle işlenirse, küfür olur. Çünkü bu gibi şeyler tekzib alâmetidir. Şâri, yani Allah ve Resulü, ba­zı günahları tekzib (ve İsîâmı yalanlama) alâmeti kılmıştır, bu ko­nuda tartışma yoktur. Bunun böyle oluşu da şer'i delillerle malum olmuştur. Puta tapmak, mushafı necis olan şeylerin içine atmak, kü­für olan sözler söylemek... vs. gibi. Bu gibi şeylerin küfür olduğu delillerle sabittir. “îman; tasdik ve tasdik edileni ikrardan ibaret olunca, tekzib ve şüphe içinde bulunma durumu gerçeklik kazanma­dığı sürece, tasdik ve ikrar edici durumda bulunan bir şahsın, kü­für cinsinden olan herhangi bir fiil ve söz sebebiyle kâfir olmaması uygun olur”,, şeklinde ileri sürülen söz ve iddia da böylece halledil­miş olur.

2. Âyet ve hadisler âsi ve günahkâr olan şahıslara mümin is­mini vermekte ve bu ismin verilebileceğini ifade etmektedir. Misal: “Ey iman edenler, adam öldürme hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı” (Bakara, 2/178); “Ey iman edenler, Allah'a nasûh tevbesiyle (ve samimi bir şekilde) tevbe ediniz” (Tahrim, 66/8); “Eğer müminlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz...” (Hucurat, 49/9). Bu manâya gelen daha pek çok âyet vardır.

3. Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bili­nen kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazları­nın kılınacağı, onlar için dua edilerek affedilmelerinin isteneceği ko­nusunda Peygamber (a.s.) in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet icma etmiştir. Halbuki bu gibi şeylerin müminden baş­kası için caiz olmadığı meselesinde yine ümmet ittifak halinde bu­lunmaktadır.

Mutezilenin delilleri: 1.Kebîre işleyenin fâsik olduğu hususunda ittifak eden îslâm ümmeti (ve âlimleri); a) Mümin, b) kâfir, c) mü­nafık olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir, (a) şıkkı Ehl-i sünnetin, (b) şıkkı Haricîlerin, (c) şıkkı Hasan Basrî'nin mezhebidir. Bu du­rum karşısında biz, ihtilaflı olan hususu bir yana bırakarak, üzerin­de ittifak edilen hususu esas alarak, “o fâsıktır; mümin kâfir ve mü­nafık değildir,” dedik.
Cevap: Bu, Selefin, “iki menzile arasında bir menzile yoktur” ko­nusundaki icmaına aykırı olarak ortaya atılan bir görüş olduğu için bâtıldır.

2. Kebîre işleyen mümin değildir. Zira, “Mümin olan fâsık olan gibi midir? Bunlar eşit olmazlar” (Secde, 32/18) buyrulmuş, burada mümin fâsıkâ mukabil (ve ona zıd bir şekilde) zikredilmiştir. Pey­gamber (s.a.): “Zina eden bir kimse, zina ettiği sırada mümin değil­dir” [15]; “Emaneti olmayan ve ona riayet etmeyenin imanı da yok­tur” [16], buyurmuştur.
Kebire sahibi kâfir de değildir. Zira büyük günah işleyenlerin idam edilmedikleri, irtidat edenlere mahsus olan hükümlerin onlara tatbik edilmediği ve öldükleri zaman müslümanlarm kabristanına gömüldükleri konusundaki ümmetin icmaı tevatüren nakledilmiştir.

Cevap: Âyetteki fâsiktan maksat kâfirdir. Çünkü küfür fâsiklı-ğm en büyüğüdür. (Her kâfir fâsıktır ama her fâsık kâfir değildir). Hadisler insanları günahlardan menetmede mübalağa ve tağliz (in­sanı kebîreden vaz geçirmede abartmalı ve sert bir ifade kullanmak) yolunda irâd edilmiştir. Fâsıkın, mümin ve kâfir olduğunu ifade eden âyet ve hadisler bunun delilidir. Hatta Peygamber (s.a.), soru sor­mada mübalağa ederek direnen Ebu Zer'e, (imam olan bir kimse): “Zina da etse, hırsızlık da yapsa, Cennete gidecektir, Ebu Zer'in bur­nu yerde sürtse de”[17] buyurmuştur.

Haricîlerin delilleri: Haricîler fâsıkm kâfir olduğunu ifade eden nasların zahirlerini delil getirmişlerdir. Hakk Taâlâ şöyle buyurur. “Allah'ın indirdiği (dini hükümler) ile hükmetmeyenler kâfirdirler” (Maide, 5/44, 45, 47); “Bundan sonra kâfir olanlar yok mu, işte fâsık onlardır” (Nur, 24/55) (Sünnî olduğunu söyleyen bugünün Harici­leri de müslümanlara kâfir derken bu âyetlere dayanırlar). Peygamber (s.a.) de: “Kasten namazı terkeden kafir olur” buyurmuştur.

(Âhiretteki) azabın kâfirlere mahsus olduğunu ifade eden naslar vardır. Hakk Taâlâ buyurur ki: “Şüpyesiz ki, azab, yalanlayan ve yüzçevirenedir”. (Tana, 20/48, Hak olana yalan diyen ve ondan yüz çeviren üzerine azab vardır). “Cehennem ateşine yalanlayan ve yüz çeviren en şaki kimseden başkası yaslandırılmaz” (Leyi, 92/16), “Şüphesiz ki, bugün rezil-rüsvay olmak ve kötülük kâfirler üzerine­dir” (Nahl, 16/27) vs.

Cevap: Bu nasların zahirî manâları terkedilmiştir (nazar-i itiba­ra alınmaz). Zira kebîre sahibinin kâfir olmadığı konusunda kesin naslar bulunmaktadır. Ayrıca, yukarıda da işaret edildiği gibi, ke­bîre sahibinin kâfir olmadığı meselesinde icma akdolunmuştur. Hari­cîler, esasen akdolunan icmam haricinde kaldıkları için onlara ( ve görüşlerine) itibar edilmez.[18]

1. Günahların Affı


“Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez” (Nisa, 4/48, 116)
Bu konuda (bütün) müslümanlarm icmaı vardır. Fakat İslâm uleması (şer'an ve dinen mağfiret edilmesi caiz olmayan) “şirk gü­nahını Allah'ın affetmesi acaba akıl yönünden caiz midir, değil mi­dir” konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre, şirkin affedilmesi aklen caizdir. Affedilemiyeceği sadece sem'î ve şer'i delillerle bilin­mektedir. Diğer bazıları bunu imkânsız görür ve derler ki: îyi ile kö­tü arasında fark görmek hikmetin gereği ve hükmüdür. Küfür, işle­nen cinayetlerin ve günahların en büyüğüdür. Prensip itibariyle kü­fürden haram olma hükmünü kaldırıp mubah kılma ihtimali yok­tur. Şu halde bu günah konusunda af ve sorumluluktan kurtulma ihtimali yoktur. Bir de kâfir, küfrün hak ve doğru bir şey olduğuna itikad etmekte ve bu günahın mağfiretini ve affını talep etmemek­tedir. Onun için kâfirin affedilmesi hikmete de Uygun değildir. Ay­rıca küfür; ebedî ve daimî bir itikaddır. Onun için cezanın da müebbed ve sürekli olması lazım gelmektedir. Fakat diğer günahlarda bu durum yoktur, aksi vardır .[19]

“Allah, şirk hariç dilediği kimselerin büyük-küçük günahlarını mağfiret eder”
Günah işleyen kişi ister tevbe etsin, ister etmesin. Fakat bu fik­re Mutezile karşı çıkmıştır. Bu hüküm bu şekilde takrir ve ifade edi­lirken zikredilen (Nisa sûresinin 48.) âyetin affa delâleti mülahaza edilmiş ve dikkate alınmıştır. Bu manâya gelen daha pek çok âyet ve hadis vardır. Mutezile bu nevi naslan küçük günahlara ve bir de sonradan tevbe edilen, pişmanlık duyulan büyük günahlara tahsis eder. (Nasların umumî olan şümulünü daraltır ve daha özel hale ge­tirir) .

Mutezile bu konuda iki nevi delile sarılır:

1. (“Allah'a ve Resulüne asi olanlar Cehennemde ebedî kalır­lar”, (Cin, 72/23) “Kasten bir müslümanı öldürenin cezası ebedî ola­rak Cehennemde kalmaktır”, (Nisa, 4/93), gibi) âsiler hakkındaki vaıd ve tehdidle ilgili âyet ve hadisler.

Cevap: “Bu gibi naslardaki hükmün umumî olduğu kabul edil­se bile, bunlar vücûba değil, vukua delâlet eder. (Allah'ın kebire sa­hibini Cehennemde yakması mümkün ve vakîdir, ama mutlaka şart ve zaruri değildir). Kaldı ki, af konusunda da pek çok nas vardır. O sebeple, affa uğrayan günahkârları, vaîd ve tehdidin şümulünden istisna etmek gerekir. Bazılarının iddiasına (yani Eş'arîlere) göre, vaîd ve tehdidden caymak keremdir, fazilettir. Allah Taâlâ hakkın­da bu caizdir. Muhakkikler (ve dinî hakikatları daha iyi bilenler) bu kanâati kabul etmemişlerdir. Bu rîasil caiz olur? Çünkü bu, “Sözü değiştirmektir” (tebdil-i kavldır). Halbuki Allah Taâlâ: “Bizim katımızda söz değişmez”, (ben kullara zulmetmem, Kaf, 50/29) buyurmuştur.

2. Günahkâr kişi, günahından dolayı cezalandırılmayacağını bilirse; bu, onun günah üzerinde olmasını takrir ve tasvib etmek, başkasını da o günahı işlemeye teşvik etmek manâsına gelir. Bu ise peygamber göndermedeki sır ve hikmete aykırı olur.

Cevap: Sırf affı caiz ve mümkün görmek, “ceza görülmeyecek­tir”, şeklinde bir zannın bile ortaya çıkmasını icab ettirmez. Bu ko­nuda kesin bir bilginin ve kanâatin ortaya çıkmasına neden sebep olacak? Böyle bir zan ve kanâat nasıl ortaya çıkar ki, vaid ve tehdid, konusundaki naslar son derece korkutucudur, her bir şahsa göre azabın vaki olacağı ihtimalini kuvvetlendirmekte (ve galib bir zan haline getirmekte)dir. Zecr, (men, tehdid ve müeyyide)nin bu kadarı yeterlidir.
Sağıre işleyen kişi, büyük günahlardan ister sakınsın ister sa­kınmasın, “küçük günahlardan dolayı ceza görmesi caizdir”
Zira bunlar da: “Allah, şirk hariç öbür günahları dilerse affeder” (Nisa, 4/48,116); “Küçük-büyük, zabtetmedik hiç bir günah bırak­mamıştır” (Kehf, 18/49) gibi âyetlerin şümulüne girer. Son âyette­ki “zabt” (i h s â ) sadece sorguya çekmek ve yapılanın karşılığı­nı vermek için söz konusu olur. Bu konuda daha başka âyet ve ha­disler de vardır.

Mutezileye göre, büyük günahlardan kaçman bir kimsenin kü­çük günahlardan dolayı azab görmesi caiz olmaz. Fakat bu, “ceza görmesi akıl yönünden imkânsızdır”, manâsına gelmez. Aksine bu, sem'i ve naklî deliller ve naslar mevcut (ve Allah bu konuda teminat vermiş) olduğu için “küçük günah işleyenlerin azab çekmeleri” vaki ve caiz olmaz, manâsına gelir. Meselâ Cenab-ı Hakk “Eğer menedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızın üze­rini örter ve onları bağışlarız” (Nisa, 4/31), buyurmuştur.

Cevap: Mutlak kebire küfürdür. Çünkü eksiği olmayan en büyük günah odur. Âyette “kebîre” kelimesinin “kebireler” ( kebâir) şeklinde çoğul olarak getirilmesi, hüküm itibariyle hepsi bir bile ol­sa, (putperestlerin küfür tarzı, Mecusilerin küfür şekli, Hıristiyanla­rın kâfir olma biçimi gibi) nevilerine nisbetledir. Veya kâfir olan muhataplardan ve fertlerden birinde mevcud olan küfre nazaran ke­bîre kelimesi çoğul yapılmıştır. Bir çoğulun diğer bir çoğul ile karşı karşıya getirilmesi (ve, “eğer kaçınırsanız, kebîrelerden” denilmesi, bu cemiler içinde var olan ferdierin ve) teklerin de teklere bölün­mesini gerektirir. Meselâ, “topluluk bineklerine bindiler” ve “elbiselerini giyindiler” cümlelerinde olduğu gibi. (Buradaki cemiler top­luluk içindeki her ferdin birden fazla bineği ve elbisesi olduğu manâ­sına gelmez, çoğul olan binekler ve elbiseler, yine çoğul olan toplu­luk içindeki fertlere teker teker taksim olunur. Âyette “kebîreler” denilmesi de böyledir, muhataplar arasında birer birer bölüşülür, bir ferdin birden başka kebîresi, yani şirk ve küfür günahı olmaz).
(Küçük günahtan dolayı azab görmek mümkün olduğu gibi “Büyük günahların affedilmesi de caizdir”

Biraz evvel müellif Ömer Nesefî bu hususu söz konusu etmişti. Ancak “işlenen günahtan ötürü kınanmamak ve sorguya çekilme­mek” için af tabiri kullanıldığı gibi, aynı husus için mağfiret tabiri de kullanılır. Bu hususun bilinmesi için ifadeyi tekrar etmiştir. Aynca af konusunun şu ifadesiyle de ilgili olmasını istemiştir:

(Allah, büyük günahları) “Helal sayılarak işlenmemesi şartıy­la affeder, işlenen günahı (ve kebâiri) helal saymak ise küfür­dür”
Çünkü, helal saymak, kalbteki tasdike aykırı olan tekzib manâ­sına gelir. Âsilerin ve günahkârların Cehennemde ebedi kalacakla­rına delâlet eden naslar işte bu esasa göre tevil edilir veya onlara iman ve mümin ismini vermemekle izah ve tefsir edilir. (Yani bü­yük günah işleyenler, şayet işledikleri şeyin helal olduğuna inanır­larsa, o zaman Cehennemde ebedi kalırlar, denilmek suretiyle naslar, tevil edilir, yorumlanır veyahut da “bu nevi büyük günahları işle­yenler, esasen imanı olmayan kimselerdir”, denilmek suretiyle kendi­lerine iman ve mümin ismi verilmez, “Onlar Allah'a ve âhiret günü­ne iman ettik derler ama, esasen mümin değillerdir”, [Bakara, 2/8] âyetinde olduğu gibi kebîre sahibi müminler, kebîre sahibi kâfirler­den istisna edilmiş olur).[20]

2. Şefaat


“Kebire sahipleri hakkında peygamberlerin ve hayırlı mümin­lerin şefâatta bulunma yetkileri vardır. Bu husus (tevatür de­recesine ulaşmayan, fakat ahad haberlerden de kuvvetli olan müstefiz ve) meşhur hadislerle sabittir”
Mutezile bu konuda Sünni görüşüne muhalefet etmiştir. Bu ih­tilaf, biraz evvel temas edildiği gibi “şefaat sözkonusu olmadan (Allah'ın kulunun günahını) af ve mağfiret etmesi caiz olunca, şeraatla caiz-olacağı, çok daha fazla tabiîdir”, şeklinde temel görüşe dayanmaktadır. Mutezile onu caiz görmediği için bunu da caiz görmemiştir [21].

Delillerimiz: “İmanlı erkekler, kadınlar ve kendi günahın için af dile” (Muhammed, 47/19). (Hz. Peygamber'in müminler için af di­lemesinin faydası yoksa, bu âyetin manâsı nedir?) “Onlara (yani kâfirlere) şefâatçıların şefaati fayda vermez” (Müddessir, 74/48). Bu cümlenin üslûbu ve ifade şekli esas itibariyle' şefaatin var olduğunun delilidir. Aksi halde hallerini kötülemek ve içinde bulundukları sıkıntılı durumun mahiyetini ortaya koymak için, “kâfirlere, hiç bir şefaatçinin şefaatinin faydası olmaz” demenin manâsı olmazdı, Bu gibi yerlerde kullanılan bu nevi ifadeler, sadece kâfirlere mahsus olan alâmetleri ifade eder, onlarla başkaları arasında müşterek olan nitelikleri göstermez. (Şefâatcıya sahip olmama sadece kâfirlerin özelliğidir), Buradaki hükmün kâfirlerle ilgili olmasından maksad, onlardan başkası da “şefâatcıya sahip olmaz” (ve kâfirlerin haricin­de kalan kimselerin şefâatcıları da kendileri için faydalı olamaz) de­mek değildir. Onun için bu âyet, “muhalif mefhuma” inananları red­detmek için de delil değildir.

(Şafiîlere göre muteber olan mefhum-i muhalefet Hanefîlere gö­re muteber değildir. Onun için bu âyetle, “mademki şefaatin kâfirle­re faydası yoktur, o halde müminlere faydası vardır”, şeklinde şe­faat için delil getirilmemiştir. Tersine şefâatın cevazı bu âyetin üslû­bundan ve ifade tarzından çıkarılmıştır: Ey kâfirler, siz öyle kötü ve zor bir. durumdasınız ki, herkese faydası olan şefâatın bile size men­faati olmaz!, denmek istenmiştir.)
Peygamber (s.a.)in: “Şefaatim, ümmetimden kebîre sahipleri içindir[22], buyurması da şefaat için bir delildir. Bu meşhur bir hadistir. Hatta bu konudaki hadisler mânâ yönünden mütevatirdir.

Mutezilenin delilleri: “Hiç bir kimsenin, diğer bir kimseden fay­dalanmayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği... günden korunun.” (Bakara, 2/48), “Zalimlerin ne bir dostu, ne de itaat ede­cekleri bir şefâatcıları vardır” (Gâfir, 40/18), gibi âyetler.

Cevap: Bu ve benzeri naslarm bütün şahıslara, zamanlara ve hallere delâlet eden umumî bir ifade olduğunu kabul etsek bile (ki önce bunu kabul etmeyiz, ama kabul ve teslim ettiğimiz farzedilse dahi) birbirine muarız bulunan ve âyet ve hadis neviden olan) de­lilleri telif etmek için bu çeşit nasları kâfirlere tahsis etmek gerekmektedir. Af ve şefâatm esası, Kur'an, hadis ve icmaa dayanan ke­sin delillere istinad ettiği için Mutezile, “mutlak olarak küçük gü­nahların, tevbeden sonra da büyük günahların affını kabul etmiş”ve, “şefaat (günahların affına vesile değildir, sadece) sevabın art­masını temin eder”, demiştir.

Fakat bunlar hatalı görüşlerdir. Birinci şıkkın yanlış oluşu, şun­dandır: Mutezileye göre büyük günahtan tevbe eden veya büyük gü­nahlardan kaçınmak şartiyle küçük günahları işleyen, esasen onla­ra göre azabı hak etmiş değildir. Onun için de affın manâsı yoktur, îkinci şıkka gelince, naslarda bahis konusu edilen şefaatin; işlenen cinayet ve günahtan af taleb etmek manâlına geldiği (ve sevabı ar­tırmaktan ibaret olmadığı) hususunda şübhe yoktur.

Tevbesiz dahi vefat etmiş olsalar, “kebîre sahibi olan müslümanlar Cehennemde ebedî olarak kalmazlar”

Delilleri: “Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görecektir” (Züzal, 99/7). İmanın kendisi hayırlı bir ameldir; “Cehenneme girmeden ev­vel (Cennette) bunun karşılığı görülür, som dbedî olarak yanmak üzere Cehenneme girilir,” demek mümkün değildir. Zira bunun bâ­tıl olduğu konusunda icmâ ve ittifak vardır. Şu halde geriye, (işle­nen günah miktannca ve Allah'ın dilediği zamana kadar) Cehen­nemde kaldıktan sonra oradan çıkmak şıkkı kalır.
“Allah, mümin erkeklere ve kadınlara, altından ırmaklar akan Cennetler vaad etmiştir” (Tevbe, 9/73), “İman edip salih ve iyi amel işleyenlerin ağırlanacakları yer Firdevs Cennetidir” (Kehf, 18/107). Müslümanların cennetlik olduklarına delâlet eden bunlar gibi daha pek çok nas vardır.
Ayrıca, günah sebebiyle bir müslümanın iman dairesinden çıkmayacağı, yukarıda kesin delillerle gösterilmişti.

Bir de şu var: Cehennemde ebedî kalmak, cezaların en büyüğü­dür. Onun için Cehennemde ebedî kalmak, en büyük cinayet ve gü­nah olan küfre karşılık kılınmıştır. Bu büyük ceza ile kâfir olmayan­lar (günahkâr müslümanlar) da cezalandırılırsa, cezanın cinayetten ve suçtan fazla olması lazım gelirdi. Bu ise adalete sığmaz.

Mutezileye göre, Cehenneme girenler orada ebedî olarak kalır­lar. Zira Cehenneme ya kâfir veya tevbesiz ölen kebire sahibi girer. Günahsız olanlar, veya günahına tevbe edenler veyahut da kebîre-den sakınmak şartıyla küçük günah işleyenler esasen Cehennemlik değillerdir. Nitekim bununla ilgili Mutezilenin dayandığı esâslar anlatılmıştı.
Mutezileye göre, kâfirin Cehennemde ebedî kalacağı konusunda icma ve ittifak vardır. îki bakımdan kebire sahibi de aynı durumda-

1. Kebîre sahibi azaba müstehak olmuştur, Azab, daimî ve hâlis zarar demektir. Şu halde bu manâdaki zarar ve azab daimî ve halis menfaat demek olan sevabı hak etmeye aykırıdır.

Cevap: Azabın tarifindeki “daimî” kaydını kabul etmiyoruz. Hat­ta onların kasdettikleri manâda “müstehak olmak” veya “hak et­mek” kavramlarım da kabul etmiyoruz. Çünkü onların “istih­kak” ve “hak etmek”ten anladıkları isticabdır, yani amelin karşılığını zaruri olarak almaktır. Halbuki sevap Allah'ın bir fazlı ve lütfudur, azab da adaletidir. Bundan dolayı Hakk Taâlâ kebîre sahibine dilerse azab eder, dilerse bir süre azab ettikten sonra Cen­nete sokar.

2. Kebîre sahibinin 'Cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eden naslar: “Kim, bir mümini kasden öldürürse, cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır” (Nisa, 4/93), “Kim Allah'a ve Resulüne âsi olur ve onun hududuun tecavüz ederse, Allah onu ebedî kalmak üze­re Cehenneme sokar” (Nisa, 4/14. Muhalled fi'n-nâr, hulûd), “Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, ebedî olmak üze­re Cehennemliklerdir” (Bakara, 2/81).

Cevap: Bir müslüman, sırf müslüman olduğu için, kâfirden baş­kası katletmez. Allah'ın cizdiği bütün sınırları tecavüz eden... ve gü­nahı her taraftan kendisini çeviren ve kuşatan... kişi için söylenecek söz de aynıdır. (Sırf Allah çizdi, diye bir sınırı, kâfirden başkası aş­maz). Hulûd'dan, asli ve lafzi manânın kasdedildiği kabul edilse bi­le, hulûd bazan, bir yere uzun süre kalmak manâsında da kullanı­lır: “Sicnûn muhaledün (müebbed hapis) sözünde olduğu gibi. “Hulûdun daima” “ebedilik' manâsına geldiği kabul edilse bile bu sefer, hulûda ve ebediyete de'âlet eden naslar (kebîre sahibi için) hudûd ve ebedîlik olmadığına delâlet eden âyetlere muarız olur, (onlarla çatışır ve çelişir. Onun için de hulûda delâlet etmeyen naslar esas alınarak öbürleri buna göre te'vil edilir ve yorumlanır, böylece ara­daki çatışma ve çelişme hali ortadan kaldırılır. Hulûda delâlet eden âyetler kâfirlere tahsis e/dilerek naslarm arası telif edilir).[23]

Dipnotlar:

1. Şirk-i İstiklâl: Müstakil iki ilâh kabul edenlerin şirkidir, Mecûsî-lerin ve müşriklerin şirki gibi. Seneviye bu guruba dahildir.
2. Şirk-i teb'iz: Cenâb-ı Hakk'm bir olduğunu söylemekle beraber, birden fazla tanrıdan mürekkeb olduğuna itikad edenlerin şirkidir. Teslis inancı gibi (Ekânim-i selâse: Hıristiyanlıkta Allah hem birdir, hem üçtür).
3. Şirk-i takrîb: Bu inanca göre âlemin yapıcısı ve yaratıcısı (sanî'i ve hâlik'i) birdir ama ona bir yakınlık peyda etmek için aracılar ka­bul etmemek, aracı ve gefâatcı olduğuna İnanılan heykellere, putlara ve bazı maddelere ibadet etmek gibi itikadlar ve hareketler vardır. Veseniyenin, yani putperestlerin ve Cahiliye Arapîarınm şirki bu ne-videndir.
4. Şirk-i taklîd: Sırf başka birini taklid ederek Allah'tan maadasına, putlara ibadet edenlerin, putlara ve heykellere Tanrı ismini verenlerin şirkidir. Sonraki Cahiliyet dönemlerinde görülen şirk gibi.
5. Şirk-i esbâb: Tabiattaki eşyanın hakiki müessir olduğuna itikad edenlerin şirkidir. Tabiiyyûn (Natüralistler) ile onlara tabi olanların Sirki böyledir.
Ancak neticeyi sebebe rapt ederek, her ikisinin Hâlik'ının da Allah ol­duğuna, sebepleri yaratınca, onun ardından neticeyi yaratmanın sünnetullah ve âdetullah olduğuna itikad etmek bir şirk nevi değildir, ak­sine tevhidin ta kendisidir. Zira Mutezile ve Maturidı akaidine göre îslâmda nisbî ve izafî bir determinizm vardır, Eş'arîlere ve Cebriyeye göre yoktur.
Bir diğer tasnife göre şirkin iki nevi daha vardır:
a) Şirk-i celi: Açıktan açığa birden fazla ilah kabul etmek.
b) Şirk-i hâfî: Sırf Hakk rızası için yapılması gereken ve Allah'ın zatına mahsus olan ibadet, taat, hal ve hareketleri riya olsun, insanlar görsün diye yapmak. (Bk. İzmirli, a.g.e., II, 102).
İbn Teymiye ve ondan sonra Muhammed b. Abdülvehhab (Vehhabîliğin kurucusu Öl. 1206/1791) tarafından" kabul ve müdafaa edilen tevhid anlayışı iki türlüdür:
1. Tevhid-i Rubûbiyet: Âlemi yaratan Allah'ın bir olduğuna itikad etmek. Dinlerin çoğunda mevcut olan bu tevhide, tevhidu'l-esmâ ve's-sıfat, tevhidu'l-ef'al, tevhidu'l-ilm ve'l-itikad adı da verilir. Allah'ınzatı, isimleri, fiilleri ve sıfatları gibi zata, İsimlere, fiillere ve sıfatlara haiz ikinci bir ilâh yoktur, diye bilmek ve buna inanmak tevhid-i Rubûbiyettir.
Cahiliye Araplarına: Yerleri ve gökleri kim yarattı, diye sorulunca: “Allah” diye cevap verirlerdi. Puta tapan Cahiliye Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu tevhid, İslama has bir tevhid değildir. Cahiliyye Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu tevhid, îslârna has bir tevhid değildir. Cahiliye Arapları Allah'ın var ve bir olduğuna inanıyor, sadece “Bizi Allah'a yaklaştırır, onun nezdinde bize şefaatçi olur”, inancıyla putlara ilah diyor, bunları aracı ve şefaatçi kabul ediyor ve en önemlisi de aslında Allah olmadıklarına kesinlikle inandıkları bu putlara ibadet ediyor, onlardan yardım istiyor ve onları şefaatçi biliyorlardı.
2. Tevhid-i ulûhıyet: Tevhidu'l-kasd ve't-taleb denilen tevhid budur. Yani ibadette ve yardım istemede sadece Allah'ın kasd, irâde ve taleb edilmesidir. Her ne surette olursa olsun Allah'tan başkasına ibadet et­memek ve sadece Allah'ın vereceği hususları ondan başkasından istememek, kul ile Rabbı arasına kesinlikle üçüncü bir varlığı sokmamak­tır, îsiâmın gerektirdiği tevhid budur. îslâmda bulunup diğer dinlerde bulunmayan tevhid de budur. Bu tevhidin iki esası vardır:
a) Allah'tan başkasına ibadet etmemek,
b) Allah'a da âyet ve sahih hadislerde anlatıldığı biçimde ibadet etmek. Bunun dışında Allah'a ibadet etme şekillerini şirk, küfür, bid'at ve delâlet kabul etmek, (Bk. Muhammcd b. Abdulvehhab, Kitabu't-tevhid, s. 9 (Kahire 1376/1976).
Buraya kadar anlatılanlar doğrudur. Eş'arî ve Mâturidî akaidine de uygundur. Ancak Vehhabîler bu akidenin tatbikinde çok aşırı gitmiş­lerdir, aslında mekruh olan hususları bile şirkin şümulüne alarak tev­hid kelimesinin geniş olan manâsını daraltmışlardır. Bu sebeple, îslâ-miyeti taklid yoluyla öğrenen çok sayıdaki insanın davranışını ve gö­rüşünü şirk saymışlar, hatta bunları Cahiliye döneminin putperest Araplarıyla bir tutarak Öldürülmelerini bile caiz görecek kadar aşırı gitmişlerdir. Meselâ onlara göre şu gibi hususlar şirktir:
1. Kabirleri ve türbeleri ziyaret ederek, buralarda gömülü olan şa­hıslardan yardım istemek, yatırların Allah nezdinde bize şefaatçi, yardımcı ve aracı olacağına inanarak oralarda ibadet etmek, namaz kılmak.
2. Yatırlara kurban kesmek,
3. Yatırlara ve oradaki ağaçlara çapıt ve iplik bağlamak,
4. Allah'tan başkasına adak adamak,
5. Fala, uğursuzluğa, yıldıznâmelere, müneccimliğe inanmak.
6. Dünyevî maksatlar için ibâdet etmek,
7. Helâli haram, veya haramı helâl kılan bir âlime itaat etmek, onu taklid etmek,
8. Allah'tan başkasına yemin etmek.
Başlangıçta çok sert çıkışlı ve katı tutumlu Vehhabiler, bilgi seviyeleri ilerledikçe epey' yumuşamışlar, liğer müslumanlarla İşbirliği yapabilme anlayışına ulaşabilmişlerdir.
[20] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 266-271.

[21] İbn Teymiye ve Vehhabîlerin, peygamberlerin şefaatini inkâr ettikleri, özellikle mutasavvıflar ve Şiîlerce ısrarla müdafaa edilmektedir. Şefaatin üç manâsı vardır:
1. Hz. Peygamber hayatta iken, bir kimsenin hidâyete ermesi ve gü­nahlarının affedilmesi için Allah katında şefaatçi olur. Allah da habibinin şefaatini kabul ederek o kulu hidâyete erdirir, affeder veya af­fetmez. Nitekim ResûlüIIah'ın anası hakkındaki şefaat ve af dileği ge­ri çevrilmişti (Bk. Tevbe, 9/113).
2. Hz. Peygamber mahşer günü de şefâatta bulunacaktır, şefâat-ı uzma ve şefâat-ı kübra, en büyük gefâat ona aittir. Bu iki manâdaki şefâatı Vehhabîler, diğer Sünnîler gibi aynen ve Allah'ın iznine bağlı olarak kabul ederler.
3. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra ve kıyameti müteakip dirilme­den önce acaba şefaat edebilir mi edemez mi? Bu soruya Sûfîler ve Şiîler evet; Vehhabîler, fıkıhçılar, kelâmcıîar ve hadisciler hayır ceva­bını vermişlerdir.
Bu konu esas itibariyle şudur: Günah işleyen bir kişi dünyada iken af için Allah'la arasına bir şahsı ve Ölünün ruhunu aracı ve şefaatçi olarak koyabilir mi, koyamaz mı? İhtiyaçları olan bir müslüman, ha­cetinin görülmesi için bir şahsın ve ölünün vesile ve vasıta olmasını is­teyebilir mi, isteyemez mi? Kısaca kul ile Mevlası arasına üçüncü bir şahsın şefaatçi ve aracı olarak girmesinin hükmü nedir, konusudur. El-Hidaye'nin “Kitabu'l-kerâhiyyet”, bölümünün sonunda aynen şöyle denilmektedir: “ve yukrehu en yekûle fî duaihi, bihakkî fûlan ve bi-hakki enbiyâike ve rusulike...” (Bir kimsenin dua esnasında: Ya Rabbi falanın hakkı için veya nebi ve rusûllerinin hakkı için, yani onların yüzü suyu hürmetine şu işimi gör, beni mağfiret et, demesi mekruh­tur). Bu ifade bütün Hanefi fıkıh kitaplarında ve aynı bölümde yer almıştır.
İmam Muhammed'e göre kerahet haram olmak, mekruh da haram ma­nâsına gelir. Buna göre, kime ait olursa olsun ölülerin ruhlarından yardım istemek, onlardan meded ummak, şefâatlarını ummak ve aracı olacaklarım beklemek (istiâne, istimdad, İsti$fa' ve tevessül) caiz değildir. Bu maksatla kabir ve türbeler ziyaret edilemez. Kabir ve türbeler sadece iki maksat için ziyaret edilir:
1. İbret ve ders almak için. Buna ilâne-i kulûb veya terkik-i kulûb için kabirleri ziyaret etmek denir.
2. Kabir, ve türbede yatan zata faydalı olmak için. -Ondan faydalan­mak için değil-. Ziyaret sırasında okunan dua ve Kur'an, kabirde ve türbede yatan ve gömülü olan zatın ruhuna faydalı olur. Bu iki mak­satla kabir ziyareti, îbn Teymiye ve Vehhabîler dahil bütün Sünnîlerce caiz görülmüştür. İhtilaf konusu olan kabirde yatan ve gömülü olan kişileri, onların ruhlarından ve maneviyatlarında istifade etmek mak-sadiyle ziyaret etmek meselesidir.
Vehhabîler ve îbn Teymiye bu konuda biraz ileri giderek ve biraz da sert çıkışlar yaparak, diğer Sünnîlerce mekrhu sayılan kabir ve türbe ziyaret biçimlerini kesin surette haram saymışlar ve hatta bunu küfre kadar götürmüşlerdir. Burada esas ihtilaf Vehhabîlerle Şiîler ve Mutasavvıflar arasındadır.

[22] Ebu Davud, Sünnet, 21; Tirmizî, Kıyamet, 11; îbn Mace, Zühd, 37; îbn Hanbel, III, 213. Ayrıca Beyhakî, Hakim ve îbn Hibban tarafından da rivayet edilmiştir. Bk. Aclunî, II, 10.
Mutezile bu hadisin uydurma olduğunu ileri sürmüştür. Hadisin sene­dini zayıf görenler vardır.

[23] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 271-275.



KELÂM İLMİ VE İSLÂM AKAİDİ/Prof. Dr. Ebul Vefa el-Taftazani
Çeviren : Prof. dr. Süleyman Uludağ



 
Üst