Nur çeşmesi

_bamteli_

Well-known member
Nur çeşmesi

Tamirci Atom Bombasından Bir Numune


NUR TALEBELERİ tarafından soruldu ki NUR RİSALELERİNDE denilmiş; "KÜFR-Ü mutlakın dehşetli tahribatına karşı tamirci bir ATOM BOMBASI RİSALE-İ NUR'dur.” Bunun bir numunesini isteriz.

ELCEVAP: ASA-YI MUSA mecmuaları hususen ve numunesi Altıncı, Yedinci Sekizinci Mes'eleler ve Sekizinci Onbirinci Hüccet-i İmaniye ki: En derin bir feylesofla bir çocuk onlardan en derin hakikatı anlıyabilir ve vehim ve vesveseli bırakmaz.

__________________
 

_bamteli_

Well-known member
Meyve Risalesinden Altıncı Mes’ele



Risale-i Nur'un çok yerlerinde îzahı ve kat'î hadsiz hüccetleri bulunan İman-ı billâh rüknünün binler külli bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler:

- "Bize Hâlıkımızı tanıttır. Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar."dediler.
Ben dedim:

-Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allahtan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ: Nasıl ki mükemmel bir eczahâne ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahânesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde-okuduğunuz fenn-i tıb mikyasiyle-Küre-i Arz eczahâne-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem Meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede-okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle- Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
(Sh: N-9)

Hem Meselâ: Nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip, içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dâirede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen tâifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçâre zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmâni iâşe anbarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbâni, ne derece o fabrikadan büyük mükemmel ise, -okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyasiyle- o kat'iyyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem Nasıl ki: Dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimâl ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve tâlimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu'cizekâr bir kumandanı; tek başiyle bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak verdiği acip ordu ve ordugâh, şüphesiz bedahetle ve hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânide nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'i çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmıyarak ve şaşırmıyarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen Küre-i Arzın bahar oldugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, -sizin okuyacağınız fenn-i askeri mikyasiyle-dikkatli ve aklı başında olanlara o derece Küre-i Arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir. Ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

Hem Nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek heryeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu'cizekâr

(Sh: N-10)
ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretle ve tebriklerle tanıttırır; yaşasınlar ile sevdirir. Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı kozmoğrafyanın dediğine bakılsa, Küre-i Arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde; intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyad‏‏‏‏‏‏‏‏‎‎e büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bir misafirhane-i Rahmaniyyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün Küre-i Arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin Arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı ışık parmaklariyle gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede-sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasiyle-bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini o nurâni yıldızları şâhid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir.

Hem Meselâ: Nasıl ki bir kitap bulunsa ki: Bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'aniye yazılmış, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini te'yid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acip mecmua; şeksiz, gündüz gibi, kâtip ve musannifini kemalâtiyle, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. "Maşâllah... Barekâllah" cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de: Bu kâinat kitab-ı kebiri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda; üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üçyüz bin nebati ve hayvani tâifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmıyarak, şaşırmıyarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede, bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam ve fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz ve nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misâldeki kitaptan ne derece büyük ve mü
(Sh: N-11)
kemmel ve mânidar ise, o derecede - sizin okuduğunuz fenn-i hikmetül-eşya ve mektebte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyasiyle ve dürbin gözleriyle-bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemalâtiyle tanıttırır. "Allahu ekber"cümlesiyle bildirir. "Sübhanallah" takdisiyle târif eder. "Elhamdülillah" senâlarıyla sevdirir.

İşte, bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususi aynasiyle ve durbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-ı Zülcelâlini Esmasiyle bildirir. Sıfatını, kemalâtını tanıttırır.
İşte, bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı Vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan çok tekrar ile en ziyâde خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ ve رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamiyle kabûl edip tasdik ederek "Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık Allah senden razı olsun"dediler.
Ben de dedim. İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber, hadsiz maddi mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber, hadsiz zahiri ve batıni ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir bîçâre mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişâha iman ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpu‏slara da tekrar ile derim."Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan

(Sh: N-12)
Saraylarda da olsa zindandadır. bedbahttır"Hatta bir ihtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuy‏o‎‎rum; belki terhis ile saadete gidiyorum.Fakat ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikamımı alıyorum." لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ



* * *



 

_bamteli_

Well-known member
Meyve Risalesinden

Yedinci Mesele



(Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)



بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ . مَا خَلَقَكٌمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ . فَانْظُرْ اِلىَ اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْىِ الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اَنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ


Bir zaman Kastamonu'da "Hâlıkımızı bize tanıttır" diyen lise talebelerine-sâbık Altıncı Mes'elede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi Denizli hapishânesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir, ta ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın; daha böyle hapislere sokmasın" dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes'eleyi okuyanların arzuları ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nurdan bir kısacık hulâsa ile derim.
Nasıl ki "Altıncı Mes'ele"de biz, Hâlıkımızı Arzdan, semavattan sorduk; onlar, fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar.Aynen biz de âhiretimizi başta O bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anımızdan, sonra sâir Peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.
(Sh: N-14)
İşte birinci mertebede âhireti Allahtan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlariyle ve bütün isimleriyle ve sıfatlariyle, "Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum" ferman ediyor."Onuncu Söz" oniki parlak ve kat'i hakikatler ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifâen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet mâdem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Elbette Rububiyyet-i Mutlaka mertebesinde bir Saltanat-ı Sermediyenin, o saltanata iman ile intisab ve itaat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı; ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı o Rahmet ve Cemâle, O izzet ve Celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbül-Âlemin ve Sultan-üd-deyyan isimleri cevap veriyorlar
Hem madem, güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmet ve ihatalı ve şefkat ve kerem, gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hûrileri gibi giydirip süslendirip ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız,yiyiniz" dediği gibi, bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nazeninâne beslediği bu sevimli minnettarları ve perestişkârları olan mü'min insanları idam etmez. Belki onları, daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye Rahim ve Kerim isimleri sualimize cevap veriyorlar. "El Cennetü Hakkun" diyorlar
Hem mâdem, biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Meselâ: insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden, yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisâtı o kuvvecikte
(Sh: N-15)
yazıp, onu bir kütüphâne hükmüne getirip ve insanın haşîrde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a'mâlinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile, her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezeli hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a'zalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenâsüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde, masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri taği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adâlet-i Sermediye elbette ve hiç şüphe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o Hikmet-i ezeliye o Adâlet-i Sermediye âhiretsiz olmazlar. Ve ölümde, en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adâletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler, diye Hakim ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'i cevap veriyorlar.
Hem mâdem, bütün zihayat mahlûkların elleri yetişmediği ve iktidarları dâiresinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtri matlaplarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtri ve ihtiyac-ı zarûri dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahim ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybi tarafından verildiğinden ve ihtiyari olan daavât-ı insaniyyenin, husûsen havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı-yedisi hilâf-ı adet makbûl olmasından kat'i anlaşılıyor ki: Her dertlinin ahını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semi' ve Mucib perde arkasında var. Bakar ki; en küçük bir zihayatın en küçük bir ihtiyacını görür. Ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve her hâlde, hiçbir şüphe ihtimâli kalmaz ki; mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli ve umumi ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye âit dualarını
(Sh: N-16)
içine alan; ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri; arkasına alıp, onlara duasına "âmin, âmin" dedirten; ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin, hiç olmazsa kaç defa ona salâvat getirmekle onun duasına "âmin,âmin" diyen; ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirak ederek "Evet ya Rabbenâ, istediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz" diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerâit altında, beka-i uhrevi ve saadet-i ebediye için, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın - haşrin hadsiz esbab-ı mucibesinden-yalnız tek duası, Cennetin vücuduna; ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mucîb ve Semi' ve Rahim isimleri bizim suâllerimize cevap veriyorlar.
Hem madem, gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde külli ölmek ve dirilmekde, perde arkasında bir mutasarrıf; gayet intizamla koca Küre-i Arzın bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı, bir çiçek suhûletinde ve mizanlı ziynetinde; ve zemin sahifesinde üçyüzbin haşir ve neşrin nümune ve misâllerini gösteren üçyüzbin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat tâifelerini (onda yazar; beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmıyarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatâsız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir Kalem-i Kudret bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı, bir hânesi misüllû insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek; ve o insanı, halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sâir zihayatlara bir derece zâbitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve Hitâbât-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvi fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat'î vaad ve ahdettiği hâlde; elbette ve hiç bir şüphe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti, o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek, diye Muhyi ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadir ve Alim isimleri Hâlıkımızdan sormamıza cevap veriyorlar.
(Sh: N-17)
Evet, her baharda, bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebâti ve hayvâni üçyüzbin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa Aleyhimessalâtü vesselâmların her birinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman karşı karşıya hayâlen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misâlini ve bin delilini, iki bin baharda (l) gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismâniyi uzak görmek bin derece körlük ve akılsızlıktır.
Hem mâdem nev-i beşerin en meşhurları olan yüzyirmi dört bin peygamberler ittifakle saadet-i ebediyeyi ve beka-yı uhreviyi Cenab-ı Hakkın binler vaad ve ahidlerine istinaden ilân edip mu'cizeleriyle doğru olduklarını isbat ettikleri gibi; hadsiz ehl-i velâyet, keşf ile ve zevk ile aynı hakikata imza basıyorlar; elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur. Şüphe eden divâne olur.
Evet bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir-iki zâtın o fen ve o san'ata âit hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, -hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes'elede, meselâ: Ramazan hilâlini yevm-i şevkte isbat etmek ve "Süt konservelerine benzeyen ceviz-i Hindi bahçesi rû-yi zeminde var" diye dâvâ etmekte iki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip dâvâyı kazanıyorlar. Çünkü, isbat eden, yalnız bir ceviz-i Hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefy ve inkâr eden, bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvasını isbat edebildiği gibi, cenneti ve dar-ı saadeti ihbar ve isbat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermkle ancak inkârını ve nefyini isbat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, hususi bir yere bakmayan ve îmanî hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar (zâtında muhâl olmamak şartiyle) isbat edilmez, diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasi kabul etmişler.
__________
(l) Sabık herbir bahar, kıyameti kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar onun haşri hükmündedir.
(Sh: N-18)
İşte bu kat'i hakikata binâen binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imani mes'elelerde bir tek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şüphe hattâ vesvese vermemek lâzım iken; yüzyirmi bin isbat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve eshab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş bir kaç feylesofun inkârlariyle şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divânelik olduğunu kıyas ediniz.
Hem mâdem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde,hem etraefımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inâyet-i dâime müşâhede ediyoruz. Ve dehşetli bir saltanat-ı Rubûbiyet ve dikkatli bir adâlet-i âliye ve izzetli icraat-ı Celâliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in'amları ona bağlanmış bir rahmet; ve kavm-i Nuh ve Hud ve Sâlih aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semud ve Fir'avun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir Adâlet; ve

وَمِنْ اَيَآتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمآءُ وَالاَرْضُ بَاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الاَرْضِ اِذَآ اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
âyeti, azametli bir icaz ile der:
Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran muti askerler bir kumandanın çağırmasiyle silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi. Aynen öyle de, bu iki kışlanın misâlinde ve emre itaatında, koca semavat ve Küre-i arz, Sultan-ı Ezelinin askerlerine iki muti kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrâfilin (A.S.) borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhâl ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, Melek-i ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti
(Sh: N-19)
anlaşılan bir Saltanat-ı Rububiyyet; elbette ve elbette ve herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, (Onuncu Sözde isbatına binâen) o rahmet ve hikmet ve inayet ve adâlet ve Saltanat-ı Sermediyenin gayet kat'i istedikleri dâr-ı âhiret ve dâire-i haşir ve neşrin açılmamasiyle o nihayetsiz Cemal-i Rahmet, nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi; ve o hadsiz kemâl-i hikmet hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi; ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi; ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adâlet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması; ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli Saltanat-ı sermediye, sukut etmesi; ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması; ve Kemâlât-ı Rububiyeti, acz ve kusur ile lekedar olması hiç bir cihet-i imkânı yok; hiç bir akıl ihtimâl vermez; yüz muhal içinde birden bulunur; dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir. Çünki; Nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i dâimiye iştiyak hissini verdiği hâlde onu ebedi idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik; ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı hâlde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler fâideleri bulunan istidâdını akıbetsiz bir ölümle fâidesiz, neticesiz, hikmetsiz, bütün bütün israf etmek ne derece hilâf-ı hikmet; ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemek ile -Hâşâ- aczini ve cehlini göstermek ne kadar o haşmet-i Saltanata ve o kemal-i Rububiyete zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen inayet ve adâleti tatbik eyle.
İşte, Hâlikımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahman ve Hakim ve Âdil ve Kerim ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, güneş gibi âhireti isbat ediyorlar..
Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz: Öyle ihatalı ve azametli bir hafiziyet hükmeder ki, zihayat herşeyin ve her hadisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtri vazifesinin defterini ve esma-i İlâhiyeye karşı lisan-ı hâl ile tesbihatına dair sahife-i a'mâlini misâli levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-
(Sh: N-20)
i hâfızasında ve sâir maddi ve mânevi in'ikâs âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o mânevi yazıları maddi bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
âyetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve, başta nev-i insan olarak bütün zihayatlar ve bütün eşya, fenâya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahv olmak; ve başta nev-i beşer olarak zihayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedi vazifeye istidadiyle girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.
Evet her baharda müşâhede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum

وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
âyetini okuyup bir mânâsını bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misâlleriyle tefsir ederek o azametli Hafiziyete şehadet eder.
هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ
âyetindeki dört muazzam hakikatleri her şeyde gösterip Hafîziyeti âzami derecede; ve haşri, bahar kolaylığında ve kat'iyyetinde bizlere ders verir.
Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz'iden en külliye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasıl ki, bu ağacın menşei olan bir çekirdek,
اَلاَْوَّلُ
ismine mazhariyyetle o ağacın gayet mükemmel proğramını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün bütün şerâitini câmi bir kutucuktur ki: Hafîziyyetin azametini isbat eder.
وَلاَخِرُ
ismine mazhar olan meyvesi ise; çekirdekleriyle, o ağacın işlediği bütün fıtri vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı sâniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçedir ki; âzami derecede Hafîziyete şehadet eder.
(Sh: N-21)

وَالظَّاهِرُ
ismine mazhar olan o ağacın sûret-i cismaniyyesi ise; öyle tenasüplü ve san'atlı ve süslü bir hulle, bir libas; ve ayrı ayrı nakışlar ve ziynetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş güya yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki; Hafîziyet içinde azamet-i Kudret ve Kemâl-i Hikmet ve Cemâl-i Rahmeti gözlere gösterir.
وَاْلبَاطِنُ
ismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise; öyle muntazam ve mükemmel ve mu'cizatlı bir fabrika, bir tezgah, bir kimyahâne; ve hiç bir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmıyan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki; Hafîziyet içinde Kemâl-i Kudret ve Adâlet ve Cemâl-i Rahmet ve Hikmet güneş gibi isbat eder.

Aynen öyle de. Küre-i Arz, senevi mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle, güz mevsiminde Hafıziyete emânet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler; bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlâhi emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki; bilbedâhe bir Hafiz-i Zülcelâli vel-İkramın hadsiz kudret, adâlet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

Ve senevi zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esmâ-i ilâhiyeye karşı ettiği bütün fıtri tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahâif-i amâllerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup Hafiz-i Zülcelâlin dest-i hikmetine teslim eder.
هُوَ الاَخِرُ
ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zâhiri ise; haşrin üçyüzbin misallerini ve emarelerini gösteren üçyüzbin külli ve çeşit çeşit çiçekler açıp, hadsiz Rahmaniyet ve Rezzakıyet ve Rahimiyet ve Kerimiyet sofralarını sererek zihayatlara ziyafetler ver-
(Sh: N-22)
mekle
هُوَ الظَّاهِرُ
ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlariyle zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
hakikatını gösterir.
Bu haşmetli ağacın bâtını ise; hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemâl-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki; bir dirhemden bir batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor
. هُوَ الْبَاطِنُ

ismini zeminin iç yüzüyle yüz bin dil ile tesbih eden bazı melâike gibi yüzbin tarzlarda ilân eder.
Hem arz, senevi hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde Hafıziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de: Dehri ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki; genişliğini ihâtaya ve tâbire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:
Nasıl ki bir saatın sâniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini isbat eder. Sâniyelerin hareketini gören, sâir çarkların hareketlerini tasdik etmeğe mecbur olur. Aynen öyle de: Semavat ve arzın Hâlik-ı Zülcelâlinin bir saat-i ekberi olan bu dünyanın sâniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat'iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedi bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile

هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ
isimleri, biz Hâlikımızdan sorduğumuz haşir mes'elesine mezkur hakikatle cevap veriyorlar.

Hem mâdem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki, insan: Şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi; ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi; ve Kâinat Kur'anının âyet-i
(Sh: N-23)

kübrası; ve ism-i Âzamı taşıyan âyetel kürsisi; ve kâinat sarayının en mükerrem misâfiri; ve o saraydaki sâir sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru; ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezârete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı; ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi; bir nevi halife-i arzı; ve cüz'i külli harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı; ve sema ve arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zihayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı; çok geniş bir ubûdiyetle mükellef bir abd-i külli; ve kâinat Sultanının ismi- Âzamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi; ve hitâbat-ı Sübhaniyyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı; ve kâinatın zihayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı; ve hadsiz fakrıyla ve aczı ile beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçâre zihayat; ve istidatça en zengini; ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi; ve lezzetleri, dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyâde müştak ve muhtaç; ve en çok lâyık ve müstehak; ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla istiyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven sevdiren ve sevilen çok hârika bir mucize-i Kudret-i Samedaniye ve bir acûbe-i hilkat; ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden; böyle yirmi külli hakikatlar ile Cenab-ı Hakkın Hak ismine bağlanan; ve en küçük zihayatın en cüz'i ihtiyacını gören ve niyâzını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin, Hafiz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibin-i kiramlarıyle yazılan ve her şeyden ziyâde o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her hâlde ve hiçbir şüphe getirmez ki; bu yirmi hakikatin hükmiyle insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mucâzatını çe-
(Sh: N-24)

kecek. Ve Hafiz ismiyle cüz'i, külli kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i dâime hapishânesinin kapıları açılacak .Ve bu âlemde çok tâifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zâbit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanamayacaktır.
Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği hâlde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya âit hadsiz hukuk-u insaniyyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zâyi etmek; ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle, sinek kanadı, kadar israf etmeyen bir hikmet bütün o hakikatlerin bağlandıkları insani istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pekçok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkan hâricinde ve zâlimane bir çirkinliktir ki; Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhâl ve bin vecihle mümtenidir. derler.
İşte, biz Hâlikımızdan haşre dair sorduğumuz suâle Hak, Hafiz, Hakîm, Cemil, Rahim isimleri cevap verip derler: "Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misill^ü, haşir haktır ve muhakkaktır.
Hem mâdem.. daha yazacaktım, fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim. İşte geçmiş misâllerde mâdemlerdeki maddelere kıyasen Cenab-ı Hakkın yüz, belki bin esmâsının kâinata bakan isimlerinin her birisi nasıl ki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmâsını bedâhetle isbat eder. Aynen öyle de: Haşri ve dâr-ı Âhireti de gösterirler ve kat'iyyetle isbat ederler.
Hem nasıl Hâlikımızdan sorduğumuz suâlimize, O Rabbimiz bütün fermanlariyle ve nâzil ettiği bütün kitaplariyle ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsi ve kat'i cevap veriyor. Aynen öyle de: Melâikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir: "Sizin zaman-ı Âdemden beri hem ruhanilerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdi-
(Sh: N-25)
seleri var. Ve bizim ve ruhânilerin vücudlarına ve ubûdiyetlerine delâlet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz, âhiret salonlarında ve bazı dâirelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat'i beyan ediyoruz."diye sualimize cevap veriyorlar.
Hem mâdem Halîkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabi Aleyhissalâtü Vesselâmı tayin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakin mertebesinden aynelyakin ve hakkalyakin mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu üstadımızdan, Halikımızdan sorduğumuz suâli sormaklığımız lâzım geliyor. Çünki O zat, Hâlikımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu'cizatiyle Kur'anın bir mu'cizesi olarak, Kur'anın hak ve Kelâmullah olduğunu isbat ettiği gibi; Kur'an dahi, kırk nevi i'caz ile, O zatın bir mu'cizesi olup, O'nun doğru ve Resûlüllah olduğunu isbat ederek; ikisi beraber biri, âlem-i şehadet lisanı-bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında-diğeri, âlem-i gayb lisanı-bütün semâvi fermanların ve kâinat hakikatlarının tasdikleri içinde-binler âyâtiyle iddia ve isbat ettikleri hakikat-ı haşriye elbette güneş ve gündüz gibi bir kat'iyettedir.
Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın hâricinde bir mes'ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi; o devirler, beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.
(Sh: N-26)
Elhâsıl: Mâdem Cenab-ı Hakkın ekser isimleri âhireti iktiza edep isterler. Elbette O isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette Âhiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler.
Ve mâdem melâikeler Âhiretin ve âlem-i bekanın dâirelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melâike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubûdiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısiyle Âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.
Ve mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en dâimi dâvâsı ve müddeası ve esası Âhirettir. Elbette o zatın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetleri (bir cihette, dolayisiyle) âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
Ve mâdem Kur'anın dörtten birisi haşir ve Âhirettir. Ve bin âyâtiyle onun isbatına çalışır. Ve onu haber verir. Elbette Kur'anın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısiyle Âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.
İşte bak bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu gör.

* * *
 

_bamteli_

Well-known member
Meyve Risalesinden

Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsası


Yedinci'de, haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlikımızın isimleri ile verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki; daha başka sorulara ihtiyaç bırakmadığından orada kısa kestik. Şimdi bu mes'elede, Âhiret imanının, hem Âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-i uhreviyeye âit kısmı, Kur'ân-ı Mu'cizül-Beyanın izahatı daha hiçbir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu, O'na havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye âit kısmı izah cihetini Risale-i Nura bırakıp, yalnız kısa bir hülâsa ile, insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine âit yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.

Birincisi; İnsan, sair hayvanata muhalif olarak hânesiyle alâkadar olduğu misillû, dünya ile alâkadardır; ve akaribiyle münasebattar olduğu gibi, nev-i beşer ile de ciddi ve fıtri münasebettardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedi'de bekasını aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi; dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, Ebedi saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hatta "Onuncu Söz"de işaret edildiği gibi bir zaman-küçüklüğümde-hayâlimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin? dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.

İşte mâdem mâhiyet-i insaniyyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi mâhiyet-i insaniyye, ebediyetle fıtraten alâkadardır.
(Sh: N-28)

İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermâyesi bir cüz'i cüz-ü ihtiyâri ve fakr-ı mutlak bir insana, Âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saâdet ve lezzet; bir medar-ı istimdad, bir merci; ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve fâidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir fâidesi: Üçüncü Mes'elede izah edilen ve Gençlik Rehberi'nde bir haşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.

Evet her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi, o idamhâneye girmek keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o bîçâre insanın binler; belki milyonlar, milyarlar dostları ebedi bir müfârakat içinde idam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmek ucundan göründüğü vakit Âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı... "Bak! dedi. O îmanla baktı... Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi o dostları, ebedi ölümlerden ve çürümelerden kurtulup, mesrûrâne, bir nurâni âlemde, onu da bekliyorlar vaziyetinde müşâhedesiyle aldı. Risale-i Nurda, bu netice hüccetlerle izahına iktifâen kısa kesiyoruz.

Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir fâidesi: İnsanın sâir zihayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise; yüksek seciyeleri ve cemiyetli istidatları ve külli ubûdiyetleri ve geniş vücûdi dâireleri itibariyledir. Hâlbuki o insan, hem mâdum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasiyle, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır. Meselâ: Eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremiyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir, o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvisi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve

(Sh: N-29)
dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir dâire-i vücud gösterir. Babasını, dâr-ı saadette ve âlem-i ervahda dahi pederlik münasebetiyle; ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını, Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş dâire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz'i garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakata ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri o nisbette (derecesine göre) yükselmeğe başlar. İnsaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve sahib-i kâinatın en mahbub ve makbûl bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur'da hüccetlerle izahına iktifâen kısa kesildi.

Dördüncü bir fâidesi ki, İnsanın hayat-ı içtimaiyesine bakıyor:

Risale-i Nur'dan Dokuzuncu Şua'da beyan edilen o neticenin bir hülâsası şudur: Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyle insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa, elim endişeler içinde kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukca oyuncaklarıyla haylaz bir hayatla yaşacak . Çünki, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nâzik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaif kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı, o biçâreye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, Âhiret imanının dersiyle görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: Bu kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve vâlidem öldü; fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti; yine beni Cennette kucağına alıp sevecek. Ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim" diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub'unu teşkil eden ihtiyarlar, yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak Âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar öyle bir vâveylâ-yı ruhi

(Sh: N-30)
ve bir dağdağa-i kalbi çekeceklerdi ki; dünya, onlara me'yusâne bir zindan; ve hayat, işkenceli bir azab olurdu. Fakat, Âhiret imanı onlara der. Merak etmeyiniz. Sizin ebedi bir gençliğiniz var, gelecek. Ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi ettiğiniz evlâd ve arkabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz" diye, iman-ı Âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki: her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları me'yus etmez.

Nev-i insanın üçden birisini teşkil eden gençler: Hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür'etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, Âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaif ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için, bir mes'ud hânenin saadetini mahveder; ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker. Canavar bir hayvan hükmüne geçer.
Eğer iman-ı Âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. "Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim; fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Bende onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım." diye birden zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur'da bürhanlariyle izahına iktifâen kısa kesiyoruz.

Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlûmlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar; eğer iman-ı Âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtariyle gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne ihaneti ve büyük musibetlerde boşuboşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elim me'yusiyeti ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyf yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o bîçârelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer Âhirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntı-



(Sh: N-31)
ları, me'yusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur.

Hattâ diyebilirim ki: Benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebebsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde eğer İman-ı Âhiret yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar te'sir edip bizi hayattan istifa etmeğe sevkedecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım hâlde, sizi kasemle temin ederim ki; iman-ı bil-Âhiret nuru ve kuvveti, bana öyle bir sabır ve tahammül ve teselli ve metânet, belki mücâhidâne kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Ara sıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş'et eden titizlikler olmasa idi, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyâde çalışacaktım. Her ne ise.. Bu makam münasebetiyle saded hârici girdi, kusura bakılmasın.

Hem, her insanın küçük bir dünyası; belki küçük bir cenneti dahi kendi hânesidir. Eğer iman-ı Âhiret o hânenin saadetinde hükmetmezse, o âile efradı herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elim endişeler ve azablar çeker. O cenneti, Cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divânece muvakkat, iptal-i his nev'inden bir çâre bulur. Çünki, meselâ: Vâlide, ruhunu fedâ ettiği evlâdını dâima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, dâim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mes'ud zannedilen âile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi hakiki sadakati ve samimi ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder.

(Sh: N-32)
Eğer Âhirete iman o hâneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı Âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakiki insaniyet saadeti o hânede başlar inkişafa. Bu mânâ dahi hüccetlerle Risale-i Nur'da beyanına binâen kısa kesildi.

Hem herbir şehir kendi ahâlisine geniş bir hânedir. Eğer iman-ı Âhiret o büyük âile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rızâ-yı İlâhi, sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riyâ, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zûlme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir. Ve vatan dahi bir milli âilenin hânesidir. Eğer iman-ı Âhiret bu geniş hânelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere der "Cehennem var sarhoşluğu bırak", aklı başlarına getirir. Zâlime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin", adâlete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve dâimi bir uhrevi saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasen cüz'i ve külli herbir tâifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimâiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!.. İşte iman-ı Âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairleri kıyas edilse kat'i anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.


* * *
 

_bamteli_

Well-known member
Üçüncü Şua

Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye; Vücub-u vücuda ve vahdaniyyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat'iye ile rububiyetin ihatasına ve kudretin azametine delâlet eder.
Hem hâkimiyetinin ihatasına ve rahmetinin şümulüne dahi delâlet ve isbat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetini ihatasını ve ilminin şümulünü isbat eder.
E l h â s ı l Bu sekizinci Hüccet-i İmaniyenin herbir mukaddimesinin sekiz neticesi var. Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki; bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede yüksek meziyetler vardır.
Said Nursî


(Sh: N-34)
MÜNA’CÂT



بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَاْلفُلْكِ اَلَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَآاَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ مَآءٍ فَاَحْيَابِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَآبَّةٍ


وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ اْلْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَاْلاَرْضِ لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ



Yâ İlâhi ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur'an'ın talimiyle ve nuriyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle ve ism-i Hakim'in göstermesiyle görüyorum ki, semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamiyle senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nurani tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i ulûhiyyetine ve vahdaniyyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin nin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı uluhiyyetine işaret etmesin!

(Sh: N-35)
Evet gökler sekeneleriyle, her biri tek başiyle şehadet ettikleri gibi, hey'et-i mecmuasiyle derece-i bedahette -Ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı!- senin vücub-u vücuduna öyle zahir şehadet-ve ey zerratı, muntazam mürekkebatıyle tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!-senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki,göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler. Hem bu sâfi, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde sür'atli ecramiyle muntazam bir ordu ve elektrik lambalariyle süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle; senin rububiyyetinin haşmetine ve her şey'i icad eden kudretinin azametine zahir delâlet ve hadsiz semavatı ihata eden hakimiyetinin ve herbir zihayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlûkat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şey'e ihatasına ve hikmetinin her işe şümûlüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zâhirdir ki; güya yıldızlar, şâhid olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler. Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise; muti' neferler, muntazam sefineler, harika tayyareler, acaib lambalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı ulûhiyyetinin şa'şasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtariyle güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret alemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Ey Vâcib-ül-Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu harika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Hâlık-a tesbih ederler, tekbir ederler. lisân-ı hal ile "Sübhânallah, Allahu Ekber" derler. Ben dahi onların bütün tesbihatiyle seni takdis ederim.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadir-i Zülcelâl! Ey Kadir-i Mutlak Kur'an-ı Hakiminin dersiyle ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın talimiyle anladım: Nasıl ki
(Sh: N-36)
gökler, yıldızlar ve senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler; öyle de, cevv-i sema, bulutlarıyle ve şimşekleri ve ra'dları ve rüzgârlarıyle ve yağmurlariyle, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.

Evet, câmid, şuursuz bulut âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zihayatların imdadına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir: karışık tesadüf karışamaz. Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder. Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dat dahi, lisan-ı kal ile konuşarak seni tasdik edip, rububiyetine şehadet eder. Hem, zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi adeta bir hikmete binaen "Levh-i mahv ve isbat" ve "yazar, ifade eder sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi, senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şevkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Fa'âl ve ey Feyyâz-ı Müteâl! Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra'd, rüzgâr, yağmur; birer birer şehadet ettikleri gibi, hey'et-i mecmuasiyle, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler. Hem, koca fezayı bir mahşer-i acaib yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rubibiyetinin haşmetine ve o geneş cevvi, yazar-değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şey'e şümülüneşehadet ettikleri gibi umum zemine ve bütün mahlûkata cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şey'e yetişmelerine delâlet eder. Hem fezadaki hava, o kadar hakîmâne

(Sh: N-37)
vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faidelerde istimâl olunur ki; her şey'e ihâta eden bir ilim ve her şey'e şâmil bir hikmet olmazsa, o istimâl, o istihdam olamaz.

Ey Fa'âlün limâ yürîd! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümûne-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saate yazı kışa kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillû şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyyeyi gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadir-i Zülcelâl! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra'ad; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlûkatı, gayet sür'atli ve ânî emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini tasdik ederek rahmetini medh ü sena ederler.

Ey arz ve semâvâtın Hâlık-ı Zülcelâli! Senin Kur'an-ı Hakîminin ta'limiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlariyle ve cevv-i feza müştemilâtiyle senin vücûb-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar; öyle de, arz, bütün mahlûkatiyle ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül cüz'î olsun, küllî olsun-yoktur ki, intizamiyle senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin. Hem, hiç bir hayvan yoktur ki, za'fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyle ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatın hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın. Hem, her baharda gözümüz önünde îcad edilen nebatat ve hayvanattan hiç bir tanesi yoktur ki, san'at-ı acibesiyle ve lâtif zînetiyle ve tam temeyyüziyle ve intizamiyle ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu'cizeleri, mahdut ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden yanlışsız, mükemmel, süslü,alâmet-i fârikalı

(Sh: N-38)
olarak yaratılışları, Sâni-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır. Hem, hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiç bir unsur yoktur ki, şuursuzluklariyle beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsûlleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.
Ey Fâtır-ı Kadir! Ey Fettâh-ı Allâm! Ey Fa'âl-i Hallâk! Nasıl arz bütün sekenesiyle hâlıkının vâcibül'l-vücud olduğuna şehadet eder; öyle de, senin -Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannân-ı Mennan! Ey Vehhab-ı Rezzak!- vahdetine ve ehadiyyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rubûbiyyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder. Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, bir tâlimgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dörtyüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyyetinin haşmetine ve kudretinin her şey'e yetişmesine delâlet eder; öyle de; hadsiz bütün zihayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerîmane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin her şey'e şümûlünü ve hâkimiyetinin her şey'e ihatasını gösteriyor. Hem, zeminde değişmekte bulunan mahlûkat kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi, her şey'e taallûk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder. Hem, zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşıyacak gibi istidat ve mânevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde, bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rubûbiy-

(Sh: N-39)
bu hadsiz hitabat-ı sübhaniyye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlâhiyye; elbette herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanatı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.
Ey Hâlık-ı Külli Şey! Zeminin bütün mahlûkatı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rubûbiyet, öyle ihata ve şümûl gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzi kabul etmiyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet olduğunu bildiriyor.. Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zâhir hadsiz lisanlarla Hâlıkını takdis ve tesbih ve nihayetsiz ni'metlerinin lisan-ı halleriyle Rezzâk-ı Zülcelâlinin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.
Ey şiddet-i zuhûrundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatiyle seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalariyle sana hamd ve şükrederim.

Ey Rabbul'u-berri ve'el-bahr! Kur'an'ın dersiyle ve Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü Vesselâm'ın tâlimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin, senin birliğine ve varlığına şehadet ederler, öyle de, bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet, bu dünyamızın menba-ı acaib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud hattâ hiçbir katre su yoktur ki; vücudiyle, intizamiyle, menfaatiyle ve vaziyetiyle hâlıkını bildirmesin. Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatları gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiç birisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve rezzakına şehadet etmesin.
(Sh: N-40)

Hem, denizde; kıymetdar hâsiyetli, zînetli cevherlerden hiç birisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratiyle ve menfaatli hâsiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin. Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi hey'et-i mecmuasiyle, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve îcadça gayet kolay ve efradça gayet çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi, arzı, toprağiyle beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit denizlerini muallâkta durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halketmek ve erzak vesair umurlarını küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lazım gelen hadsiz cenazelerinden hiç birisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcib-ül-Vücud olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder. Ve senin saltanat-ı rubûbiyyetinin haşmetine ve her şey'e muhit olan kudretinin azametine pek zâhir delâlet ettikleri gibi, göklerin fevkındeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar herşey'e yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizamatiyle ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin her şey'e muhit ilmine ve herşeye şâmil hikmetine işaret ederler. Ve senin, bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatına ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyyesinde öyle ebedi rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler. خşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlûkatı dahi, gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde senin emrine musahhardırlar ve lisan-ı halleriyle Hâlıkını tasdik edip "Allahu Ekber" derler.

Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadir-Zülcelâl! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakîmin dersiyle anladım ki, nasıl denizler acaibleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar; öyle de dağlar dahi, zelzele te'siratından zeminin sükûnetine ve içindeki dahilî inkılâbat fırtınalarından sükûnatına ve denizlerin istilâsından kurtulma-
(Sh: N-41)

sına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan mâdenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet, dağlardaki taşların envaından ve muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan mâdeniyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiç birisi yoktur ki; tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamiyle, hüsn-ü hilkatiyle, faideleriyle, hususan mâdeniyatın tuz, limon tozu, sulfato ve şap gibi sûreten birbirine benzemekle beraber, tadlarının şiddet-i muhalefetiyle ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit enva'lariyle, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz kadîr, nihayetsiz hakîm nihayetsiz rahîm ve kerim bir sâniin vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe' ve mesken ve hilkat ve san'atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâni'in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki, dağların yüzünde ve karnındaki masnu'lar, zeminin her tarafında, herbir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken karıştırmaksızın îcadları, senin rubûbiyyetinin haşmetine ve hiç bir şey ona ağır gelmiyen kudretinin azametine delâlet eder; öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hacetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve mâdeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teşhir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetin nihayetsiz vüs'atine delâlet ve toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde; bilerek, görerek, şaşırmıyarak, intizamla, hacetlere göre ihzar edilmeleriyle senin her şeye taalluk eden ilminin ihatasına ve herbir şey'i tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilâçların ihzaratı ve mâdenî maddelerin iddiharatiyle rububiyyetinin rahîmane ve kerîmane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.
Hem, bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağlar levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazata anbarı
(Sh: N-42)

ve hayata lüzumu olan çok defenelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet belki şehaded eder ki; bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar kadîr ve rububiyyet-perver bir Sâniin, elbette ve herhalde çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedi ihsanatının ebedi hazineleri vardır. Buradaki dağlara, bedel orada yıldızlar o vazifeyi görürler.
Ey Kadir-i Külli Şey! Dağlar ve içindeki mahlûklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müdahhardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlikını takdis ve tesbih ederler.

Ey Hâlık-ı Rahman ve ey Rabb-ı Rahim! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm-ın tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakîminin dersiyle anladım; nasıl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dağ, müştemilât ve mahlûklariyle beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar; öyle de, zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve zînetleriyle Sâniinin isimlerini tavsif ve târif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden herbiri, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkân olmıyan hârika san'at içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki zinet ve zinet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlariyle nihayetsiz rahim ve kerim bir Sâiin vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi, hey'et-i mecmuasiyle, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taallûk eden îcad fiileri ve Rabbânî isimlerde muvafakat ve o yüz bin envaın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmıyarak birden idareleri gibi noktalar, o Vâcibül'ül-vücud Sâniin bilbedahe vahdetine ve ehadiyyetine dahi şehadet ederler. Hem, nasıl ki onlar senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ediyorlar; öyle de, rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüzbinler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak karıştırmayarak mükemmel yapılmasiyle, senin rubûbiyyetinin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharı bir çiçek kadar kolay îcad eden kudretinin azametine ve her şey'e taallûkuna delâlet ettikleri gibi, koca zeminin her ta-
(Sh: N-43)

rafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in'amlar ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanları ve her şey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle hâkimiyetinin hadsiz vüs'atine kat'î delâlet etmekle beraber o ağaçların ve nebatların ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şey'ini, herbir işini bilerek, görerek faidelere, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilminin her şey'e ihatasına ve hikmetinin her şey'e şümulüne pek zâhir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklariyle işaret ederler. Ve senin gayet kemaldeki cemâl-i san'atına ve nihayet cemâldeki kemal-i ni'metine hadsiz dilleriyle senâ medhederler.

Hem, bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve ni'metler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar, işaret belki şehadet eder ki: Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yâni, bütün mahlûkat tarafından: "Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi idam etti." dememek ve dedirtmemek ve saltanat-ı ulûhiyyetini iskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar umumen, yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedî bir surette etleri çok muhtelif, san'atları çok acîb, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal olan tesbihatları, zuhurca lisan-ı kal derecesine çıkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatınla, senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar ve senin herbir emrine mutîdirler.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakim ve Hâlık-ı Rahim! Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle seni kusurdan, aczden,

(Sh: N-44)
şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahim! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tâlimiyle ve Kur'an-ı Hakim'in dersiyle anladım ve iman ettim ki, nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar; öyle de, zihayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki; cisminde gayet muntazam saatler gibi işliyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî âzalariyle ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleştirilen âlât ve duygulariyle ve cesedinde, gayet san'atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir muvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin. Çünki, bu kadar basirane nazik san'at ve şuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam muvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünki, o halde herbir zerresi, herbir şey'ini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu her şeyini bilecek, görecek, yapabilecek; adeta ilah gibi ihatalı bir ilim ve kudreti bulunacak, sonra teşkil-i cesed ona havale edilir ve "kendi kendine oluyor" denilebilir. Ve hey'et-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i nev'iye ve vahdet-i cinsiye ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta birlik ve herbir nev'in efradı simalarında görülen sikke-i hikmette ittihad ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin vahdetine kat'i şehadette bulunmasın ve herbir ferdinde kainata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakta, vahidiyyet içinde senin ehadiyyetine işareti olmasın.

Hem, nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, muntazan bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten ta en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlariyle o rububiyyetinin derce-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet san'atlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlariyle, kudretinin
(Sh: N-45)

derece-i azametine delalet ettikleri gibi; şarktan garbe, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan gergedana kadar, en küçücük sinekten ta en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs'atine ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hakimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat'i delâlet ederler. Hem nasıl ki, hayvanattan herbirisi kainatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmıyarak hatasız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyle, ilminin her şey'e ihatasına ve hikmetinin her şey'e şümulüne, adetlerince işaretler ederler, öyle de, herbiri birer mu'cize-i san'at ve birer harika-i hikmet olacak kadar san'atlı ve güzel yapılmasiyle, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin san'at-ı rabbaniyyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derece güzelliğine işaret ve herbirisi, hususan yavrular, gayet nazdar, nazenin bir surette beklenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet şirin cemaline hadsiz işaret ederler.

Ey Rahmanürrahim! Ey Sâdıkul'l-va'di'il-emîn! Ey Mâlik-i yevmiddin! Senin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmının talimiyle ve Kur'an-ı Hakiminin irşadiyle anladım ki: Madem kainatın en müntehap neticesi hayattır ve hayatın en müntehap hulasası ruhdur ve zîruhun en müntehap kısmı zîşuurdur ve zîşuurun en camii insandır ve bütün kainat ise, hayata masahhardır ve onun için çalışıyor ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar ve zîruhlar insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar ve insanlar fıtraten Hâlıkını pek ciddi severler ve Hâlıkları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir ve insanın istidadı ve cihazat-ı mâneviyesi, başka bir bâki aleme ve ebedi bir hayata bakıyor ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor ve lisanı, hadsiz dualariyle beka için Hâlıkına yalvarıyor; elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratmış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî alemde mes'udane yaşaması hikmetiy-

(Sh: N-46)
le, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle alem-i bekada onların ayinesi olan insanların, ebedi cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.
Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak, Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lazım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml'i ve Naka-i Salih (A.S.) ve Kelb-i Ashabı Kehf gibi bazı efrâd-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki aleme gideceği ve herbir nev'in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı, rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyyet öyle iktiza ederler.

Ey Kadîr-i Kayyum! Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur, senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irade ve tedbirlerinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyyetinin emirlerine teshir ve fıtri vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil belki fıtraten insanın zaafı ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Sâni'lerini ve Ma'budlarını kusurdan, şerikten takdis ve ni'metlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibadet-i mahsusasını yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbihatiyle seni takdis edip, niyet edip سُبْحَانَكَ يَامَنْ جَعَلَ مِنَ اْلمَآءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ diyorum.
Ya Rabbe'l âlemîn! Ya İlahe'el evvelîne ve'l-ahirîn! Ya Rabbe'es semâvati ve'l-arâdîn! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın'ın talimiyle ve Kur'an-ı Hakim'in dersiyle anladım ve iman ettim ki, Nasıl sema, feza, arz, ber ve bahr, şecer, nebat, hayvan efradiyle, eczasiyle, zerratiyle seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar; öyle de, kainatın hulâsası olan zîhayat ve zîhayatın hulasası olan insan ve insanın hulasası olan enbiya, evliya, asfiyanın hulasası olan kalblerinin ve akılları-

(Sh: N-47)
nın müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatiyle yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat'iyetle senin vücub-uvücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyyetine şehadet edip ihbar ediyorlar. Mu'cizat ve keramat ve yakînî bürhanlariyle haberlerini isbat ediyorlar.

Evet kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zâta bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye ve ilham edici bir zâta baktıran hiç bir ilhamat-ı sâdıka ve hakkalyâkın suretinde sıfat-ı kudsiye ve esmâ-i hüsnanı, keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne ve enbiya ve evliyada, bir Vâcibü'l Vücud'un envarına aynelyakın ile müşahede eden hiçbir nurani kalb ve asfiya ve sıddîkinde, bir Hâlık-ı Küll-i Şey'in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmilyakîn ile tasdik eden, isbat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyyetine ve esmâ-i hüsnana şehadet etmesin delaleti bulunmasın ve işareti olmasın! Ve bilhassa, bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddîkinin imamı ve reisi ve hulasası olan Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'ın ihbarını tasdik eden hiçbir mu'cizat-ı bahiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-ı aliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatlı kitabların hulasatü'l hulasası olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın hiçbir ayet-i tevhidiye-i katıası ve mesâil-i imaniyeden hiçbir mes'ele-i kudsiyesi yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve kudsi sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyyetine ve esmâ ve sıfatına şehadet etmesin ve delaleti olmasın ve işareti bulunmasın!

Hem nasıl ki, bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, mu'cizatlarına ve keramatlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler, öyle de, her şey'e muhit olan arş-ı azamın külliyat-ı umurunu idareden tâ kalbin gayet gizli ve cüz'i hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden; hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şey'i en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icmâ ile, ittifak ile ilân ve ihbar ve isbat ediyorlar.

Hem nasıl ki, bu kâinatı, zîruha, hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve cenneti ve saadet-i Ebediyeyi cin ve inse izhar eden ve

(Sh: N-48)
en küçük bir zihayatı unutmayan ve en aciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hakimiyetinin nihayetsiz vüs'atine haber vererek, mu'cizat ve hüccetleriyle isbat ederler; öyle de, kâinatı, eczaları adedince, risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuz'un defterleri olan İman-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin'de, bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaybedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hafızalarda, sahiblerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şey'e ihatasına ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hatta herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve herbir zîhayatta azaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takib eden, hatta insanın lisanını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince zevki olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir şey'e şümulüne; hem bu dünyada nümuneleri görülen celali ve cemâli isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü'l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni alemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bi'il-icmâ, bi'l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu'cizat-ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden başta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakim'in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-u mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsi sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet-i celâline ve saltanat-ı rububiyyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakin itikadlariyle, saadet-i ebediyeyi cin ve inse

(Sh: N-49)
müjdeliyorlar ve ehl-i dalalet için cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakim! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıku'l-va'di'il-kerîm Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhar-ı Zülcelâl! Bu kadar sâdık düstlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfat ve şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyyetinin kat'i mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni va'dinde tekzib etmekle senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve Uluhiyyetinin haysiyyetine ilişen ve şefkat-i rububiyyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum.


سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا


âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum. Belki senin o sâdık elçilerin ve doğru dellâl-ı saltanatının hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan Hak isminin en büyük şuaı, bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu -imân ederek- senin ibadına ders veriyorlar

Ey Rabbu'l-enbiyâ ve's-sıddıkîn! Bütün onlar senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile, senin irade ve tedbirin ile, senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzafdırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir zikirhâne-i azam, bu kainatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.

Yâ Rabbi ve Yâ Rabbu's semâvati ve'l-arâdin! Ya Hâlikı ve ya Hâlikı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyle, zemini müştemilatiyle ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatiyle teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur'an'a ve imana hizmet için, insanların kalblerini



(Sh: N-50)
Risale-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve hüsn-ü hatime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselam'a ateşi ve Hazret-i Davut Aleyhisselâm'a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm'a şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale- Nur'a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü'l-firdevste mes'ud kıl! Âmin, âmin, âmin!

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


وَاَخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


Kur'ân'dan ve münacat-ı nebeviye olan Cevşenü'l Kebîr'den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-ı Rahimimin dergâhına arzetmekte kusur etmişsem; kusurumun afvı için Kur'an-ı ve Cevşenü'l Kebir'i şefaatçi ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.

Said Nursî


* * *
 

_bamteli_

Well-known member
Yirmiikinci Sözün



Birinci Makamı




بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيم


وَيَضْرِبُ اللَّهُ اْلاَمْثَالَ لِلنّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ


وَتِلْكَ اْلاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ


Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir te'sir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki: Acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki: Bir cihette bakılsa, azim bir alem görünüyor, bir cihette akılsa muntazam bir memleket... Bir cihette bakılsa, mükemmel bir şehir... Diğer bir cihette bakılsa, gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır. Şu acâib âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki: Bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar. Fakat bunlar, onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: "Şu acib âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünki anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak, kim bize meded verecek. Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekliyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenatın envâiyle tezyin eden ve ibretnüma mu'cizatlarla donatan bir zât, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem, ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır." Öteki adam.
(Sh: N-52)

dedi:"İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu alemi tek başıyla idare etsin" Arkadaşı cevaben dedi ki: "Bunu tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azimdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azimdir. Onun için ona karşı lâkayd kalmak, hiç kâr-ı akıl değildir." O serseri adam dedi: "Ben bütün rahatımı, keyfimi; onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmıyacağım. Bütün bu işler, tesadüfi ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim nemelâzım." Akıllı arkadaşı ona dedi: "Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bâzen olur ki, bir memleket harab olur." Yine o serseri dönüp dedi ki: "Ya kat'iyyen bana isbat et ki: Bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sâni'i vardır. Yahut bana ilişme." Cevaben arkadaşı dedi: "Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahre giriftar edeceksin. Ben de sana oniki bürhan ile göstereceğim ki: Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin, tek bir ustası vardır ve o usta, herşey'i idare eden yalnız odur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmiyen o usta, bizi ve herşey'i görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu'cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır."

BİRİNCİ BÜRHAN:

Gel her tarafa bak, herşey'e dikkat et! Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünki: Bak, bir dirhem (Hâşiye -l) kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde bir şey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru (Hâşiye,2) olmayan, gayet hakimâne işler görüyor. Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu'cize, herşey mu'cizekâr bir hârika olmak lâzımgelir. Bu ise, bir safsatadır.
________


Hâşiye-l: Ağaçları, başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.
Hâşiye-2: Kendi kendine yükselmiyen ve meyvelerin sıkletine dayanmıyan üzüm çubukları gibi nazenin nebatatın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.
(Sh: N-53)


İKİNCİ BÜRHAN :
Gel bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et: Herbirisinde o gizli Zât'tan haber veren işler var. Âdeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybi zâttan haber veriyorlar. İşte gözünün önünde, bak; bir dirhem pamuktan (Hâşiye-3) ne yapıyor.Bak kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese, kâfi gelir. Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü ,bakırı, gümüşü, altını; gaybi avucuna aldı, bir et parçası (Hâşiye-4) yaptı; bak gör... İşte ey akılsız adam! Bu işler öyle bir zâta mahsustur ki; bütün bu memleket, bütün eczasiyle onun mu'cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

ÜÇÜNCÜ BÜRHAN:
Gel,bu müteharrik antika (Haşiye-5) san'atlarına bak! Herbirisi öyle bir tarzda yapımış; âdeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor. Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acib sarayı küçük bir makinede dercetsin! Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir makine bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfi veyahut abes bir iş içinde bulunsun! Demek bütün gözün gördüğü ne kadar antika, makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisan-ı halleriyle derler ki: "Biz öyle bir zâtın san'atıyız ki, bütün bu alemimizi, bizi yaptığı ve sühuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır."
_____________
Haşiye-3: Tohuma işarettir. Meselâ: Zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri Hazine-i Rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar..
Haşiye-4: Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zihayatı îcad etmeye işarettir.
Hâşiye-5: Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan; âdete âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır.

(Sh: N-54)

DÖRDÜNCÜ BÜRHAN:
Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir hâlette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid cisimler, hissiz kutular, birer hâkim-i mutlak suretini aldılar Âdeta herbir şey, bütün eşyaya hükmediyor. işte bu yanımızdaki bu makineye bak; (Hâşiye,6) güya emrediyor. İşte onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte oraya bak: O şuursuz cisim (Hâşiye-7) güya bir işaret ediyor, En büyük bir cismi, kendine hizmetkâr ediyor; kendi işlerinde çalıştırıyor. Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Âdeta herbir şey, bütün bu âlemdeki,hilkatleri musahhar ediyor. Eğer, o gizli zâtı kabul etmezsen,bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahlûklar da; o zat'ın bütün hünerlerini, san'atlarını, kemalâtlarını birer birer (o şeylere) vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü bir tek mu'ciznüma zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu'ciznümâ, hem birbirine zıd, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun; bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünki: Bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!


BEŞİNCİ BÜRHAN:
Ey vesveseli arkadaş! Gel bu azim sarayın nakışlarına dikkat et ve bütün bu şehrin zinetlerine bak ve bütün bu memleketin tanzimatını gör ve bütün bu âlemin san'atlarını tefekkür et! İşte bak: Eğer nihayetsiz mu'cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları; sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır, tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin her bir taşı, herbir otu öyle mu'ciznüma nakkaş, öyle bir hârikulâde kâtib ol-
_________
Haşiye-6: Makine, meyvedar ağaçlara işarettir. Çünki: Yüzer tezgâhları, fabrikaları, incecik dallarında taşıyor gibi hayret-nüma yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar, kuru bir taşda tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar.
Haşiye-7: Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir. Meselâ Bir sinek bir kara ağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden o koca kara ağaç, yapraklarını o yumurtalar bir rahm-i mâder, bir beşik; bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Âdeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor.
(Sh: N-55)

ması lâzımgelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar san'atı dercedebilsin. Çünki, bak bu taşlardaki nakşa, (Hâşiye-8) herbirisinde bütün sarayın nakışları var; bütün şehrin tanzimat kanunları var; bütün mümleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise; herbir nakış, herbir san'at, o gizli zâtın bir ilânnamesidir, bir hâtemidir.
Mâdem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San'atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz... Nasıl olur ki: Bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabiyle ve nakşiyle bilinmesin.


ALTINCI BÜRHAN:
Gel, bu geniş ovaya çıkacağız. (Hâşiye-9) İşte o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem herşey'i yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünki: Bu acib memlekette, acib işler oluyor. Her saatte hiç aklımıza gelmiyen işler oluyor. İşte bak! Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor. öyle bir tarzda ki: Milyonlarla birbiri içinde işler gayet muntazam surette değişiyor. Âdeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi pek acib tahavvülât oluyor. Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli-miçekli şeyler kayboldular. Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Âdeta şu ova, dağlar, birer sahife; yüzbinlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatâsız, noksansız olarak yazılıyor. İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki; kendi kendine olsun. Evet nihayet derecede san'atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki: Kendilerinden ziyade, san'atkârlarını gösteriyorlar. Hem bunları işleyici öyle mu'ciznümâ bir zâttır ki, hiçbir iş, ona ağır gelmez. Bin kitab yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir. Bununla beraber her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşey'i yerli yerine koyuyor ve öyle
___________
Hâşiye-8: Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmış ise, icmalini mahiyet-i insaniyyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçda ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi dercetmiştir.
(Hâşiye-9: Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir. Zira yüzbinler muhtelif mahlûkatın taifeleri, birbiri içinde beraber icad edilir, ruy-i zeminde yazılır. Galatsız, kusursuz, kemâl-i intizamla değiştirilir. Binler sofra-i Rahman açılır, kaldırılır: taze taze gelir.Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.
(Sh: N-56)


mükrimâne herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsan-perverâne umumi perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehavet-perverâne sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin haklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki her bir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-yı ni'met veriliyor. İşte dünyada bundan muhal bir şey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfi işler bulunsun veya abes ve faidesiz olsun veya müteaddid eller karışsın veya ustası herşey'e muktedir olmasın veya herşey ona musahhar olmasın! İşte ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir bahane bul!


YEDİNCİ BÜRHAN:
Ey arkadaş gel! Şimdi bu cüz'iyatı bırakıp, saray şeklindeki bu acib âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz. .İşte bak: Bu âlemde o derece intizam ile külli işler yapılıyor ve umumi inkılâblar oluyor ki, âdeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey,birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizamat-ı külliyesini gözetip, ona tevfik-ı hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler, birbirinin imdadına koşuyor. İşte bak: Gaibden acib bir kafile (Hâşiye-10) çıkıp geliyor. Merkepleri, ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-yı erzak taşıyorlar. İşte bak: Bu tarafta bekliyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar. Hem de bak: Bu kubbede o azim elektrik lâmbası, (Haşiye-11) onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiyor; yalnız pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybi tarafından birer ipe takılıp, (Hâşiye-12) ona karşı tutuluyor. Bu tarafa da bak: Bu biçâre zaif, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar..nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık (Hâşiye-13) takılmış, iki çeşme gibi; yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.
_________

Hâşiye-10: Umum hayvanatın erzakını taşıyan, nebatat ve eşcar kafileleridir.
Hâşiye-11: O azîm elektrik lâmbası, Güneşe işarettir.
Hâşiye-12: İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.
Hâşiye-13: İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.
(Sh: N-57)


Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el-ele verir. Birbirinin işini tekmil için, bir birine omuz-omuza veriyor. Bel-bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et: Tâdat ile bitmez... İşte bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat'i gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına; yâni, şu garib âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefar hükmündedir. Herşey onun kuvvetiyle döner. Herşey onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yâni koşturulur. Ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!


SEKİZİNCİ BÜRHAN:
Gel ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun! Halbuki herşey, onu gösteriyor, ona işaret ediyor; ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzib ediyorsun? Öyle ise, bu sarayı da inkâr et ve "Âlem yok, memleket yok" de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle! İşte bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, mâdenler var. (Hâşiye-14) Âdeta, memleketten çıkan herşey, o maddelerden yapılıyor. Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Hem bak, bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette bilbedahe birdir. Çünki: O iş, iştirâk kabûl etmez. Öyle ise bütün nescolunan san'atlı şeyler, ona mahsustur. Hem de bak, bu dokunan,yapılan şeylerin herbir cinsi öyle bütün memleketin her tarafında bulunuyor; bütün ebnâ-yı cinsleriyle öyle intişar etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor; nescedeliyor. Demek birtek zatın işidir;birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda bir keyfiyette, bir hey'ette ittifak ve muvafakat muhaldir. Öyle ise, bu san'atlı
__________

Haşiye-14: Unsurlar, madenler ise, pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbânî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlâhî ile herbir yere giren, meded veren ve hayatın levâzımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuat-ı İlâhiyyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan; hava, su ziya, toprak unsurlarına işarettir.
(Sh: N-58)

şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san'atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu'ciznüma zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde; lisan-ı hal ile herbirisi der: "Ben kimin san'atıyım, bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür." Ve herbir nakış der: "Beni kim dokudu ise, bulunduğum top da onun dokumasıdır." Herbir tatlı lokma der: "Beni kim yapıyor, pişiriyorsa; bulunduğum kazan dahi onundur." Herbir makine der: "Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor ve bütün memleketin her taafında bizi yetiştiren, odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir." Meselâ, nasıl miriye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmaz lâzımdır ki, onlara hakiki mâlik olsun. Yoksa o boşboğaz başı bozuktan, "miri malıdır" diye elinden alınıp, tecziye edilir.
Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de; bütün memlekete mâlik birtek zât olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san'atlar, birbirine benzediği ve birtek, sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnûlar, herbir şey'e hükmeden tek bir zâtın san'atları olduğunu gösteriyorlar.


İşte ey arkadaş! Mâdem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır; bir vahdet sikkesi var. Çünki bir kısım şeyler, bir iken; ihatası var. Bir kısım, müteaddit ise, -fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için- bir vahdet-i neviye gösteriyor. Vahdet ise, bir "Vahid"i gösterir. Demek ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzımgelir. Bununla beraber sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor. (Hâşiye-15) Bak, sonra binler ipler, ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilirmisin ki, böyle garib bir gayb perdesinden böyle acib ihsanatı, hedâyâyı; şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek, ne kadar divânece bir harekettir. Çünki, onu


___________

Hâşiye-15: Kalınca bir ip, meyvadar ağaca; binler ipler ise, dallarına ve ipler başındaki elmas, nisan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksamına ve meyvelerin envâına işarettir.


(Sh: N-59)


tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki: "Bu ipler; uçlarındaki elmasları, sâir hediyeleri, kendileri yapıyorlar, veriyorlar." O vakit her ipe, bir padişahlık manasını vermek lâzımgelir. Halbuki gözümüzün önünde bir dest-i gaybi, o ipleri dahi yapıp o hedâyayı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu'ciz-nüma zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan;bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.


DOKUZUNCU BÜRHAN:
Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun, Çünki, istib'ad ediyorsun. Onun acib san'atlarını ve hâlatını, akla sığıştıramadığından inkâra sapıyorsun. Halbuki asıl istib'ad, asıl müşkilât ve hakiki suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünki onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem, birtek şey gibi kolay gelir; rahat olur; bu ortadaki ucuzluk ve mebzuliyete medar olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkilâtlı olur. Çünki herşey bu saray kadar san'atlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzuliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi. Sen, yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak. (Hâşiye-16) Eğer, onun gizli matbaha-i mu'ciznümâsından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.


Evet bütün istib'âd, müşkilât, suûbet, helâket, belki muhaliyet onu tanımamaktadır. Çünki nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor. Binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi sühulet peyda eder. Eğer o ağacın meyveleri, ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla rabtedilse, herbir meyve; bütün ağaç kadar müşkilâtlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teczhizatı bir merkezde, bir kanunda, bir fabrikadan çıksa; kemiyetçe, bir neferin techizatı kadar kolaylaşır. Eğer, herbir neferin ayrı ayrı yerlerde techizatı yapılsa, alınsa; herbir neferin techizatı için, bütün ordunun techizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi: Şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde,
________
Hâşiye-16: Konverve kutusu, kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu, hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir.
(Sh: N-60)

şu müterakki memlekette, şu muhteşem âlemde, bütün bu şeylerin îcadı; birtek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyete ve sehavete sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkilâtlı olacak ki, dünya verilse, birisi elde edilemez.


ONUNCU BÜRHAN:
Gel ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! Onbeş gündür (Hâşiye-17) biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak; cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira on beş gün (güya bize mühlet verilmiş gibi) bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz, Bu derece nâzik san'atlı mizanlı, letâfetli, ibretli masnûlar içinde; hayvan gibi gezip bozamayız, bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir. O zât ne kadar kudretli, haşmetli bir zât olduğunu şununla anlayınız ki; şu koca âlemi, bir saray gibi tanzim ediyor; bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi; bir hane gibi, hiçbirşey noksan bırakmıyarak idare ediyor. İşte bak, vakit-bevakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemâl-i intizamla doldurup, kemâl- hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa, çeşit çeşit sofralar, (Hâşiye-18) bir dest-i gaybi tarafından kaldırır, indirir tarzında mütenevvi yemekleri sıra ile getirip yedirir. Onu kaldırıp başkasını getirir; sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde hadsiz sehavetli bir kerem var. Hem de bak ki, o gaybi zâtın saltanatına, birliğine, bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de; kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakiki perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâblar, bu tahavvülâtlar; o zatın devamına bekasına şehadet eder. Çünki, zeval bulan eşya ile beraber esbabları dahi kayboluyor.

Halbuki onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler, tekrar oluyor. Demek o eserler, onların değilmiş; belki zevalsiz birinin eserleri imiş: Nasılki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor, arkasından gelen kabarcıklar, gi-
_____
Hâşiye-17: Onbeş gün, sinn-i teklif olan onbeş seneye işarettir.
Hâşiye-18: Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne işarettir ki, yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarak matbaha-i rahmetten çıkan rahmanî sofralar serilir, değişirler. Herbir bostan bir kazan, herbir ağaç bir tablacıdır.
(Sh: N-61)

denler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimi ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de: Bu işlerin sür'atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki; zevalsiz daimi birtek zâtın cilveleridir, nukuşlarıdır, âyineleridir, san'atlarıdır.


ONBİRİNCİ BÜRHAN
Gel ey arkadaş! Şimdi sana geçmiş olan on bürhan kuvvetinde kat'i bir bürhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz; (Hâşiye-19) şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünki; bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem, herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor; oradan emir alıyorlar. İşte bak gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azimenin bir reisi var. Gel daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız. İşte bak ne kadar parlak ve binden (Hâşiye-20) ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor. Ne kadar tatlı bir sohbet ediyor. Şu onbeş gün zarfrnda, bunların dediklerini ben bir parça öğrendim. Sen de benden öğren. Bak, o zât, şu memleketin mu'ciznüma Sultanından bahsediyor. O sultan-ı zişan, beni sizlere gönderdiğini söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zât o padişahın bir me'mur-u mahsusudur. Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahlûklar dinliyorlar; belki, hârikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünki, uzaktan uzağa herkes buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor, belki hayvanlar da; hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar; şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı ha-
________________________
Hâşiye-l9: Gemi, tarihe ve cezire ise, Asr-ı Saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde, mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve Siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziret-ül-Arab meydanına çıkıp,. Fahr-i Âlemi (a.s.m.) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zât, o kadar parlak bir bürhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve delâlet zulümatını dağıtmıştır.
Hâşiye-20: Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan Mu'cizat-ı Ahmediyyedir. (a.s.m)
(Sh: N-62)

yat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde mühim lâmba, (Hâşiye 21) O'nun işâretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcûdâtiyle O'nun me'muriyetini tanıyor. O'nu "gaybi bir zât-ı mu'ciz-nümanın en has ve doğru bir tercümanıdır, bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşâfı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi" olduğunu biliyor gibi, O'nu dinleyip itaat ediyorlar. işte, bu Zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar: "Evet, evet, doğrudur" derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası, (Hâşiye-22) O Zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle "Evet, evet, her dediğin doğrudur. derler.

İşte ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nurani ve muhteşem ve pek ciddi zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir Zât-ı mu'ciznümâdan ve zikrettiği evsâfından ve tebliğ ettiği evâmirinden hiçbir vecihle hilaf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilaf-ı hakikat kabilse; şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati; hem vücudlarını, hem hakikatlarını tekzib etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa buna karşı itiraz parmağını uzat, gör, nasıl parmağın, bürhan kuvvetiyle kırılıp, senin gözüne sokulacak.

ONİKİNCİ BÜRHAN:
Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün onbir bürhan kuvvetinde bir bürhan daha göstereceğim. İşte bak: Yukarıda inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nurani fermana (Hâşiye-23) bak. O bin nişanlı Zât, onun yanına durmuş, O fermanın meâlini umuma beyan ediyor. İşte şu fermanın üslûbları, öyle bir tarzda parlı-
_______
Haşiye-21: Mühim lâmba, kamerdir ki, Onun işaretiyle iki parça olmuş. Yâni: Mevlânâ Câmi'nin dediği gibi; hiç yazı yazmıyan o ümmî Zât, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı, iki elli yapmış. "Yâni: Şakdan evvel, kırk olan mime benzer; şakdan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nuna benzedi.
Hâşiye-22: Büyük bir nur lâmbası, Güneştir ki; arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (a.s.m.) yatmasiyle ikindi namazını kılmıyan İmam-ı Ali (r.a.)o mu'cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.
Hâşiye-23: Nuranî ferman Kur'an'a ve üstündeki turra ise, i'câzına işarettir.
(Sh: N-63)

yor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celbediyor ve öyle ciddi ehemmiyetli mes'eleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünki, bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acâibi izhar eden Zâtın şuûnâtını, ef'âlini, evâmirini, evsâfını; birer birer beyan ediyor. O fermanın hey'et-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi bak! Herbir satırında, herbir cümlesinde taklid edilmez bir turra olduğu misillû, ifade ettiği mânalar, hakikatlar, emirler, hikmetler üstünde dahi, O Zâta mahsus birer mânevi hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor.

Elhasıl: O fermân-ı âzam, güneş gibi O Zâtı- âzamı, gösterir, kör olmıyan görür.
İşte ey arkadaş! Aklın başına gelmiş ise, bu kadar kâfi..Eğer bir sözün varsa şimdi söyle. O inatçı adam cevaben dedi ki: Ben senin bu bürhanlarına karşı yalnız derim; Elhamdülillâh inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki: Şu memleketin tek bir Mâlik-i Zülkemâli, şu âlemin tek bir Sahib-i Zülcelâli, şu sarayın tek bir Sâni-i Zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin bürhanların herbirisi tek başiyle bu hakikatı göstermeye kâfi idi. Fakat, herbir bürhan geldikçe, daha revnakdar, daha şirin, daha hoş, daha nurani, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim."

Tevhidin hakikat-ı uzmâsına ve "Âmentü Billah" imanına işaret eden hikâye-i temsiliye, tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur'an, nur-u imân sayesinde, tevhid-i hakikinin güneşinden, hikaye-i temsiliyedeki oniki bürhana mukabil, oniki lem'a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz.

* * *
 

_bamteli_

Well-known member
ÜÇÜNCÜ HÜCCET-İ İMANİYE



Tabiat Risalesi


(Tabiattan gelen fikr-i küfriyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zir ü zeber ediyor.)


İ H T A R

Şu Notada, tabiiyyûnun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor.

Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler.

Hem, hakikat-ı meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı
(Sh: N-65)

mâkul (Hâşiye) hulâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zaruri muktezası olduğunu gayet bedihi ve kat'i bürhanlarla şüphesi olanlara tafsilen beyan ve isbat etmeye hazırım.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ


Şu ayet-i kerime, istifham-ı inkârı ile "Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı" demekle; vücud ve Vahdâniyet-i İlâhiyye, bedâhet derecesinde olduğunu gösteriyor.
Şu sırrı izahtan evvel bir İHTAR

Bin üçyüz otuz sekizde Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvah! dedim. Bu ejderha, imanın erkânına ilişecek. O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdat edip, o zendekanın başını dağıtacak derecede Kur'an-ı Hakimden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabi Risalesinde yazdım. Ankara'da "Yeni Gün" Matbaasında tab' ettirmiştim. Fakat maateessüf, Arabi bi-
____________________

(Hâşiye ) Bu Risalenin sebeb-i te'lifi, gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile "hakaik-ı îmâniyeyi" tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip; dinsizliği, tabiata bağlayarak Kur'ana hücum edilmesidir. O hücum ise, şiddetli bir hiddeti kalbe verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nurun mesleği, nezihâne ve nazikâne kavl-i leyyindir.
(Sh: N-66)

len az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatessüf, ve o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bâzı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden; burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor.. herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor.
Mukaddime

Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: "Evcedethü-l-Esbâb" Yâni: Esbab bu şey'i icad ediyor."
İKİNCİSİ: "Teşekkele Binefsihi" Yâni: "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."
ÜÇÜNCÜSÜ: "İktezathü-t-Tabiat" Yâni: "Tabii'dir, tabiat iktiza edip icad ediyor."


Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem, mâdem kadim değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ, bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbâb-ı âlem onu icad ediyor; yâni, esbâbın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahut, o kendi kendine teşekkül ediyor... veyahut, tabiat muktezası ola

(Sh: N-67)

rak, tabiatın te'siriyle vücuda geliyor... veyahut, bir Kadir-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.Kâbil oldukları kat'î isbat edilse: bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-î
Mâdem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-i kabil oldukları kat'i isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarik-ı Vahdâniyet şeksiz şüphesiz sabit olur.

AMMA BİRİNCİ YOL Kİ: Esbâb-ı âlemin içtimaiyle, teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhalâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz

Birincisi: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zihayat bir mâcun istenildi. Hem, hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahanede o zihayat mâcunun ve hayatdar tiryâkın çoklukla efradını gördük. O mâcunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsus ile, bir-iki dirhem bundan, üç-dört dirhem ötekinden, altı-yedi dirhem başkasından ve hâkeza .. muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o mâcun, zihayat olamaz; hâsiyetini gösteremez. Hem, o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak, hassasanı kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar; yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o mâcunu teşkil etsinler. Acaba bundan daha hurafe, muhal bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.
(Sh: N-68)

İşte bu misal gibi... herbir zihayat, elbette zihayat bir mâcundur; ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddit eczâlardan, çok muhtelif maddelerden gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve "Esbab icad etti" denilse; aynen eczahanedeki mâcunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhâl ve bâtıldır.
Elhâsıl: Şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakim-i Ezelinin, mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşey'e şâmil bir irade ile vücud bulabilir. "Kör sağır, hududsuz, sel gibi akan külli anâsır ve tabâyi' ve esbabın işidir." diyen bedbaht, "o tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur" diyen divane bir hezeyancı; sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür, ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezayandır.

İkinci Muhâl: Eğer herşey, Vâhid-i Ehad olan Kadir-i Zülcelâle verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki: Alemin pek çok anâsır ve esbabı, herbir zihayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, kemal-i intizam ile gayet hassas bir mizan ve tam bir ittifak ile, muhtelif ve birbirine zıd, mübâyin esbabın içtimaı, o kadar zâhir bir muhâldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, "bu muhâldir, olamaz" diyecektir. Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabı ile alâkadardır; belki bir hulâsasıdır. Eğer Kadir-i Ezeliye verilmezse, o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hâzır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri icab ediyor. Çünki sebeb, addi ise; müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmiyen o hüceyre-

(Sh:N-69) cikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.

İşte Sofestai'nin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanıyor.

Üçüncü Muhâl:
اَلْوَاحِدُ لاَيَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ
kaide-i mukarreresiyle "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir Vahidden, bir elden sudur edebilir." Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedâhe sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadir, Hakim olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve câhil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır, esbab-ı tabiiyyenin karmakarışık ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtimâ ve ihtilât ile, o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhâli birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır. Haydi bu muhâlden kat'-ı nazar.. esbab-ı maddiyenin elbette te'sirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ı tabiiyyenin temasları, zihayat mevcudların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki; o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zihayatın batını, on def'a zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atca daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zihayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan daha ziyade san'atça acib, hilkatça bedi' bir surette oldukları halde; o câmid, câhil,kaba, uzak, büyük ve birbirine zıd olan sağır, kör esbaba isnad etmek; yüz derece kör,bin derece sağır olmakla olur!

AMMA İKİNCİ MES'ELE: "Teşekkele Binefsihi"dir. Yanî: Kendi ken
(Sh: N-70)
dine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhalâtı var. Çok cihetle bâtıldır, muhâldir. Nümune için muhalâtından üç tanesini beyan ederiz.
Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhâli birden kabul etmek derecesinde hükmediyorsun. Çünkü sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tegayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine; ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle hususan beka-i nev'i itibariyle alâkadar ve alış-verişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar. Senin münasebatını kâinatta görüp öylece vaziyet alıyorlar. Sen zâhiri ve bâtıni duygularınla, o zerrelerin, o hârika vaziyetine göre istifade edersin. Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadir-i Ezelinin kanuniyle hareket eden küçücük me'murları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, herbir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebetdar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir göz ve bütün senin mâzi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının menba'larını ve rızkının mâdenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu mes'elelerde zerre kadar aklı olmıyanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.!

İkinci Muhâl: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin def'a bu saraydan daha acibdir. Çünkü: O saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve mânevi letâifden kat'-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi
(Sh: N-71)

birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san'at göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tabi' birer me'mur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak. hem herbirisine mahkûm-u mutlak.. hem herbirisine misil... hem hâkimiyet noktasında zıd... hem yalnız Vâcib-ül-Vücuda mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbaı... hem gayet mukayyed... hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi, o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhâl, belki yüz muhâl olduğunu derkeder.

Üçüncü Muhâl: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadir-i Ezelinin kalemiyle mektup olmazsa ve tabiata, esbaba mensub matbu ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillû, binler mürekkepler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir. Çünkü: Meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektup olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip, bütün olanları yazar. Eğer o, mektup olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuş denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi, herbir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tab'edilsin. Nasılki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde bâzan olduğu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfde bir sahife ince hatla yazılmış ise, binler kalem bir tek harf için lâzım geliyor. Belki, birbirinin içinine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için o mürekkebât adedince kalıplar lâzım geliyor. Haydi, yüz muhâl içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen dahi, bu muntazam san'atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, on
(Sh: N-72)

ların adedlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlarda yapılmışlar ve onlar da muntazam san'atlıdırlar. Ve hâkezâ.. müteselsilen gittikçe gidecek.
İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki: Senin zerratın adedince muhalât ve hurafeler içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan... bu dalâletten vaz geç!

ÜÇÜNCÜ KELİME: "İktezathü-t-Tabiat" Yâni: Tabiat iktiza ediyor; tabiat yapıyor. İşte bu hükmün çok muhalâtı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.
Birincisi: Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen basirâne, hakimâne, olan san'at ve icad, Şems-i Ezelinin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör,sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki; tabiat, icad için, herşeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun, veyahut herşeyde, kainatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü: Nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor, eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmezse, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmiyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin harici vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücâciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi...aynen bu misâl gibi, mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı bir kuvveti; âdeta bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-i kâinatın san'atını, bir sineğe müteveccih mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz def'a hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.
(Sh: N-73)

İkinci Muhâl: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san'atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki; tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa'nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun. tâ,o parça toprak, menşe' ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü: Çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve hey'etlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadir-i Zülcelâle verilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevi, ayrı, tabii bir makine bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni:"Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, karbon, azotun; intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşey'e karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilatları ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san'atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure iktiza ediyor ki; o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, mânevi ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaşlar ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucâtları dokuyabilsin.

İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrileri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar, "Mütefennin ve akıllıyız" diye dâvâ ettikleri akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiç bir cihetle mümkün olmıyan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhâller olur, imtina derecesinde müşkilat olur; acaba Zât-ı Ehad ve Samed'e verildiği vakit o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suûbetli imtina, o suhûletli vücuba nasıl inkılâb eder?
(Sh: N-74)

Elcevap: Birinci muhâlde, nasılki güneşin cilve-i in'ikası, kemâl-i suhûletle, külfetsiz en küçük zerrecik câmidden tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve te'sirini misâli güneşciklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabii ve bizzat bir güneşin hârici vücudu imtina derecesinde bir suûbetle olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de, herbir mevcud doğrudan doğruya Zât-ı Ehad ve Samed'e verilse; vücub derecesinde bir suhûlet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım olan herbir şey'i ona yetiştirilebilir.. Eğer o intisab kesilse ve o me'muriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüzbin müşkilât ve suûbetle sinek gibi bir zihayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan ve gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, ve kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lâzım gelir. Bu ise bir muhâl değil, belki binler muhâldir.
Elhâsıl: Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücudun şerik ve naziri mümteni' ve muhâldir. Öyle de: Rubûbiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâti gibi, mümteni' ve muhâldir.

Amma ikinci muhâldaki müşkilât ise: Müteaddit Risalelerde isbat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya, bir tek şey gibi suhûletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya kadar müşkilatlı olduğu, müteaddit ve kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir pâdişaha askerlik veya me'muriyet cihetiyle, intisap etse, o me'mur ve o asker o intisap kuvvetiyle yüzbin def'a kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, pâdişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir pâdişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillû harika olabilir.
(Sh: N-75)

Nasılki karınca, o me'muriyet cihetiyle Firavunun sarayını harab ediyor.. Ve sinek o intisab ile, Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. (Hâşiye) Eğer o intisab kesilse, o me'muriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir pâdişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.!
Elhâsıl: Vâcib-ül-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhûleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkil ve hâric-i daire-i akliyedir.
Üçüncü Muhâl:Bu muhâli izah edecek bâzı risalelerde beyan edilen iki misâl:
Birinci Misâl: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâlî bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya; gayet vahşî bir adam girmiş; içine bakmış.. Binlerle muntazam san'atlı eşyayı görmüş... Vahşetinden, ahmaklığından, "Hâriçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilâtiyle beraber yapmıştır." diye taharriye başlıyor. Hangi şey'e bakıyor... o vahşetli aklı dahi kâbil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çe-
__________
(Hâşiye:) Evet, eğer intisab olsa; o çekirdek, kader-i İlâhîden bir emir alır, o hârika işlere mazhar olur. Eğer o intisab kesilse; o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatin den daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atı iktiza eder: Çünki: Dağdaki- kudret eseri olan- mücessem çam ağacının bütün âzaları ve cihazatiyle, o çekirdekteki-kader eseri olan- mânevi ağaçta mevcud bulunması lâzım gelir. Çünki, o koca ağacın fabrikası, o çekirdektir. İçindeki kaderi ağaç kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.
(Sh: N-76)

kiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşyâ-yı âhere nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir unvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna, bu defteri münasebatdar gördüğünden, "İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş." diyerek..... vahşetini; ahmakaların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte aynen bu misâl gibi: Hadsiz derecede misâldeki saraydan daha muntazam,daha mükemmel ve bütün etrafı mu'cizâne hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı Ulûhiyete giden "tabiiyyun" fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Dâire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcib-ül-Vücûdun eser-i sanâtı olduğunu düşünmiyerek ve ondan i'râz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i İlâhinin yazar-bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyyenin kavânın-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hatâ olarak "tabiat" nâmı verilen bir mecmua-i kavânin-i âdât-ı İlâhiyye ve bir fihriste-i San'at-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: "Mâdem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şey'in bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, Rububiyet-i Mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat mâdem Sâni-i Kadimi kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim" der. Biz de deriz.

Ey ahmak-ül-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla -Onun- vücuduna şehadet ettikleri ve parmaklariyle işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli gör.. ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın proğramını yazan Nakkaş-ı Ezelinin cilvesini müşahede et.. fermanına bak... Kur'anını dinle... o hezeyanlardan kurtul!
(Sh: N-77)

İkinci Misâl: Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer . Gayet muntazam bir ordunun umumi, beraber tâlimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider. Bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahed eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatiyle ve kanun-u pâdişâhı ile kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayâli ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünüp; hayrette kalır. Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmie Cum'a gününde dâhil olur. O cemaat-i müsliminin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde eder, oturduklarını müşahede eder. Mânevi ve semavi kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen mânavi düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddi iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.
İşte aynı bu misâl gibi Sultân-ı Ezel ve Ebedin, hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme, ve o Mâbûd-u Ezelinin muntazam bir mescidi olan şu kâinata, mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultân-ı Ezelinin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın mânevi kanunlarını, birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı Rububiyetin kavânin-i itibariyesi ve o Mâbûd-u Ezelinin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, mânevi ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u hârici ve maddi birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlâhiyyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara "tabiat" nâmını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zikudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek, misâldeki vahşiden bin def'a aşağı bir vahşettir!
(Sh: N-78)

Elhâsıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız, "tabiat" dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hâriciye sahibi ise, ancak bir san'at olabilir. Sâni' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir. Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir Fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; Kadir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.

Elhâsıl: Madem mevcudat var. Madem Onaltıncı Notanın başında denildiği gibi: Mevcûdun vücuduna, taksim-i akli ile dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün herbirinin üç zâhir muhâller ile butlanı, kat'i bir surette isbat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat'i bir surette isbat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki
: اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ


âyeti, şeksiz ve şüphesiz bedahet derecesinde Zât-ı Vâcib-ül-Vücûdun Ulûhiyetini ve her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semâvat ve arz, kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor...
Ey esbab-perest ve tabiata tapan bîçâre adam;! Madem herşey'in tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san'atlıdır ve yeni oluyor... Hem her müsebbeb gibi, zâhiri sebebi dahi masnû'dur ve madem herşey'in vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halkeden bir Kadir-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki âciz vesâiti, Rububiyetine ve icadına teşrik etsin. Hâşâ ..Belki, doğrudan doğruya, müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için bir tertib ve tanzim ile zâhiri bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhiri kusurlara., merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci' olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle
(Sh: N-79)
muhafaza etmiş. Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha mı kolaydır. yoksa hârika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin câmid ellerine versin, tâ o saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle,,, sen hâkim ol! Veyahud bir kâtib; mürekkeb, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa, daha mı kolaydır. yoksa; o kâğıd, mürekkeb, kalem içinde, o kitaptan daha san'atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin; sonra o şuursuz makineyi: "Haydi sen yaz" desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz def'a yazıdan daha müşkil değil midir?

Eğer desen: Evet bir kitabı yazan makinenin icadı, o kitaptan yüz def'e daha müşkildir. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?

Elcevap; Nakkaş-ı Ezeli, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i Esmâsını her vakit tazelendirmekle, ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususi simâları öyle bir surette halketmiştir ki; hiçbir mektub-u Samedâni ve hiçbir kitab-ı Rabbâni, diğer kitabların aynı aynına olamıyor. Alâ külli hâl, ayrı mânaları ifade etmek için, ayrı bir sîmâsı bulunacak. Eğer gözün varsa insanın simâsına bak, gör ki: Zaman-ı Âdemden şimdiye kadar, beldi ebede kadar, bu küçük sîmâda, âzâ-yı esâside ittifak ile beraber her bir simâ, umum simâlara nisbeten, herbirisine karşı birer alâmet-i fârikası var olduğu kat'iyyen sabittir. Bunun için herbir simâ, ayrı bir kitaptır. Yalnız san'atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve te'lif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan herşey'i dercetmek için, bütün bütün başka bir tezgâh ister. Haydi, farz-ı muhal olarak tabiata bir matbaa nazariyle baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yâni muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkil bir zihayatın cismindeki maddeleri, aktâr-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad
(Sh: N-80)

etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânasız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misâlleri gibi; Sâni-i Zülcelâl, Kadir-i Külli Şey; esbabı halk etmiş; müsebbebâtı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dâir kavânin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlâhiyyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine, yalnız bir âyne ve bir ma'kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tâyin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u hâriciye mazhar olan vechini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halketmiş. Birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır. Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir? Yoksa câmid, şuursuz, mahlûk, masnû', basit olan o sebeb ve tabiat dediğiniz maddelere, her birşeyin vücuduna lâzım olan hadsiz cihazat ve âlâtı verip hakimâne, basirane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina derecesinde, imkân haricinde değil midir? Senin, o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.
Münkir ve tabiat-perest diyor ki: Madem beni insafa dâvet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol, hem yüz derece muhâl, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sâbık tahkikatınızdan zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki: Esbâbı, tabiata icad vermek; mümteni'dir, muhâldir. Ve herşey'i doğrudan doğruya Vâcib-ül-Vücuda vermek; vâcibdir, zaruridir.
"Elhamdülillâhi alel iman deyip" iman ediyorum.

Yalnız bir şüphem var. Cenâb-ı Hakkın Hâlık olduğunu kabul ediyorum; fakat bâzı cüz'i esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh -ü sena kazanmaları, saltanat-ı Rububiyetine zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?
Elcevap: Bâzı Risalelerde gayet kat'i isbat ettiğimiz gibi: Hâkimiyetin şe'ni, mudahaleyi reddetmektir. Hattâ en ednâ bir hakim, bir me'mur;

(Sh: N-81)
daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta hakimiyetine müdahale tevehhümiyle, bâzı dindar pâdişahlar, Halife oldukları halde, mâsum evlâdlarını katletmeleri, bu "Redd-i müdahale kanunu"nun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki pâdişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği "Men-i iştirâk Kanunu" tarih-i beşerde çok acib hercü merc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men' etmeyi ve hâkimiyetinde iştirâk kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayat taassubla muhafazaya çalışmayı gör sonra hâkimiyet-i mutlaka, Rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka, Ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka, Ehadiyet derecesinde; ve istiğnâyı mutlak, Kadiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-ı müdahale ve men'-i iştirâk ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zaruri bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas edebilirsen et.
Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz'iyatın, bâzı ubûdiyetlerine merci' olsa o Mâbud-u Mutlak olan Zât-ı Vâcib-ül-Vücuda müteveccih zerrattan seyyarata kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlik-ı Hakimi, kâinatı bir ağaç hükmünde halkedip, en mükemmel meyvesini zişuur ve zişuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halkeden ve Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıd olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ!
(Sh: N-82)

Hem, hikmetini ve Rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi, hiç müsaade eder mi?

Hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef'aliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnetdarlıklarını, tahabbüb ve ubûdiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabiat-perestlikten vaz geçen arkadaş! Haydi sen söyle! O diyor: Elhamdülillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber; Vahdâniyet-i İlâhiyeye dair ve Mâbud-u Bilhak O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.


* * *
 

_bamteli_

Well-known member

Otuzikinci Sözün Birinci Mevkıfı


بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ


وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِ وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ


Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidinin onbir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız
لاَ شَرِيكَ لَهُ
deki mânayı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hâli, lisan-ı kal suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymetdar kardaşlarımın ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:
Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi, umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farzediyoruz ki: O Şahs-ı farazi, mevcudat-ı âlemden bir şey'e Rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dâva etmektedir.
İşte o müddei, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisaniyle, felse-
(Sh: N-84)

fe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisaniyle ve hikmet-i Rabbâni diliyle der ki: "Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnûa girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa, hem benim gibi had ve hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Hâşiye) iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa... hem kemâl-i intizam ile, cüz olduğum mevcutlara, meselâ: Kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dâva et; beni, Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olmadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki: Nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."

O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: "Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?" Zerre ona cevaben der: "Eğer, güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâva ederdim. Haydi def'ol git, sen benden iş bulamazsın!"

İşte şeriklerin vekili, zerreden me'yus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbap namına ve tabiat ve felsefe lisaniyle der ki: "Ben sana Rab ve mâlikim." O

(Hâşiye). Evet, müteharrik herbir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlariyle dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zaptederler. Kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmiyen masnûat ise; nebatattan nücum-u sevâbite kadar, birer mühr-ü vahdaniyyet hükmündedirler ki: Bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.
Demek herbir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyyet, birer sikke-i vahdettirler ki: Mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
ELHASIL: Herbir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmıyan, birtek zerreye Rab olamaz.
(Sh: N-85)

küreyvât-ı hamrâ, yâni yuvarlak kırmızı mevcut, ona hakikat lisaniyle ve Hikmet-i İlâhiyye dili ile der: "Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve me'muriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene malik olacak bir dakik hikmet ve azim kudred, sende varsa göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvanda bir mâna bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, belki zerre miktar karışamazsın. Çünki bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki ancak herşey'i görür ve işitir ve bilir ve yapan bir zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarışık sözlerine cevap vermeğe vaktim yok"der, onu tardeder.

Sonra, onu kandıramadığı için o müddei gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisaniyle der: "Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım; belki sen sözümü anlarsın. Çünki sen, gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnûum ve hakiki mülküm ol" der. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisaniyle der ki:
"Ben, senden küçücük bir şey'im. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle: Evride ve şerâyin damarlarına ve hassase ve muharrike âsablarına ve câzibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san'atca ve keyfiyetce birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâzif bir kudret, şâmil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben seni yapabilirim diye dâva et. Yoksa haydi git! Küreyvât-ı hamrâ, bana erzak getiriyorlar. Küreyvât-ı beyzâ da, bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışmaz. Çün-
(Sh: N-86)

ki: Bizde o derece ince ve nâzik ve mükemmel bir intizam (Hâşiye) var ki: eğer bize hükmeden bir Hakim-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak ve Alim-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizamımız karışır."

Sonra o müddei, onda da me'yus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanı ile tabiiyyunnun dedikleri gibi der ki: "Sen benimsin. Seni yapan benim. Veya sende hissem var." Cevaben o beden-i insani, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı hâliyle der ki: "Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakiki mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem, ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâ-
_____________________
(Hâşiye): Sâni-ii Hakim, beden-i insanı, gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, ab-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar. Kan ise; içinde iki kısım küreyvât halkedilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamra tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u ilâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (Tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareketi devriyye ile, sür'atli bir vaziyet-i acîbe alırlar. Kanın hey'et-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyyesi var. Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tâmir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki: Biri sâfi kanı getirir; dağıtır, sâfi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecraasıdır ki, şu ikinci ise: Kanı, "Ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hâkim, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havâî) bir maddeye inkilâb ettirir. Hem hareret-i garîziyyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sâni-i Hâkim, fenn-i kimyada, aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münasebet-i şedîdeyi, müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit o kanun-u ilahi ile, o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki: İmtizaçtan, hararet hâsıl olur. Çünki, imtizaç, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. خmtizaç vaktinde her iki zerre yani onun zerresi bunun zerresi ile imtizaç eder. Birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hâkimin bir kanunu ile hareketi inkılâb eder. Zaten ''hareket hararet tevlid eder'' bir kanunu mukarraredir. İşte bu sırra binaen beden-î insan-î'deki hareret-i garîziyye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile te'min edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfî olur. İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiyye olan kelime meyvelerini veriyor.

(FESUBHANE MEN TAHAYYERE Fİ SUN'İHİL-UKÛL)

(Sh: N-87)
neviyeyi benim gibi dar, süfli bir zarfda yerleştirerek, kemâl-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. sonra "ben seni yaptım" de. Yoksa sus! Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâni-im, herşeye Kadir, herşeye Alim, herşey'i görür ve herşey'i işitir bir Zâttır. Senin gibi sersem âcizin parmağı O'nun san'atına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez."

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider. İnsanın nev'ine rast gelir, kalbinden derki: "Belki, bu dağınık, karmakarışık olan cemaat içinde; şeytan, onların ef'âl-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup beni tardeden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim." Onun için beşerin nev'ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisaniyle der ki: "Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım" der. O vakit nev'-i insan, hak ve hakikat lisaniyle, hikmet ve intizamın diliyle der ki: "Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nev'imiz gibi bütün hayvanat ve nebatatın yüzlerbin envaından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüzbinler zihayat envâından nescolunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa, hem eğer, biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı alemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa ve yüzümüzdeki sikke-i kudret olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa; belki bana Rubûbiyyet dâva edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nev'imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zanettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünki: Bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.

(Sh: N-88)

Hiç mümkün müdür ki: Bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini, san'atkârâne yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun. Hem bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun. Hem çekirdeği îcad eden, çekirdekli cismin Sâniinden başkası olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu'cizat-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen, anlarsın ki: Benim Sâniim, öyle bir zâttır ki, hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar sühuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemâl-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zâttır. Böyle bir zâtın san'atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi Öyle ise, sus! Def'ol git! der, onu tardeder.

Sonra o müddei gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbap namına ve tabiat lisaniyle ve felsefe diliyle der ki: "Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâva eder. O vakit o gömlek, (Hâşiye) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeiye der ki: "Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizami ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san'at sende varsa, hem hilkat-ı arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevi elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek kemâl-i intizam ve hikmetle tâmir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rubûbiyyet dâva et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i Ehadiyyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmıyan ve bütün eşyayı, bütün şuunâtiyle birden görmiyen ve niha-
__________
(Hâşiye): Fakat şu haliçe, hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki: Nessâcının muhtelif cilve-i esmâsını ayrı ayrı göstersin.
(Sh: N-89)

yetsiz işleri beraber yapamıyan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmıyan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmıyan bize sahip olamaz ve müdahale edemez."

Sonra o müddei gider. "Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza (Hâşiye-1) yine esbab namına ve tabiat lisaniyle der ki: "Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun, öyle ise, sen benim olabilirsin. "O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök görültüsü gibi bir sada ile ona der ki: "Haltetme... Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim! Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san'atsız görmüş müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmibeş bin senelik (Hâşiye-2) bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemâl-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azimeye hakiki mâlik olabilirsen kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icadedip, yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlıyacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana Rubûbiyyet dava et. Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir zattır ki; bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona muti ve musahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakim-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlaktır."

____________________
(Hâşiye-l): Elhâsıl: Zerre, o müddeiyi, küreyvât-ı hamraya havale eder. küreyvât-ı hamrâ, onu hüceyreye, hüceyre dahi, beden-i insana; beden-i insan ise,nev-i insana; nev-i insan, onu zîhayat envâından dokunan arzın gömleğine; arzın gömleği dahi, küre-i arza; küre-i arz, onu güneşe; güneş ise, bütün yıldızlara havale eder. Herbiri der: Git, benden yukarıdakini zaptedebilsen sonra gel benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlûb etmezsen, beni ele geçiremezsin."

Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye Rububiyyetini dinletemez.
(Hâşiye 2): Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüzseksen milyon kilometre olsa; o daire, (kendisi) takriben yirmibeş bin senelik mesafe olur.

(Sh: N-90)
Sonra o müddei, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: "Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup,bir yol açarım.Yeride musahhar ederim." Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisaniyle, mecûsilerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin; istediğin gibi tasarruf edersin." Güneş ise: Hak namına ve hakikat lisaniyle ve hikmet-i İlâhiyye diliyle ona der: "Hâşâ yüzbin def'a hâşâ ve kellâ.... Ben musahhar bir me'murum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünki, sineğin vücudunda öyle mânevi cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki; benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir." der, müddeiyi tekdir eder.
Sonra o müddei döner, fir'avunlaşmış felsefe lisaniyle der ki. "Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin" der. O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyet lisaniyle der ki: "Ben öyle birinin olabilirim. ki: bütün emsalim olan ulvi yıldızları icadeden ve semâvatında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zinetle süslendiren bir zât olabilir.

Sonra o müddei, kalbinden der ki: "Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar .Belki onların içinde, müekkillerim namına birşey kazanırım." der. Onların içine girer. Onlara esbab namına şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisaniyle, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: "Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz." O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: "Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki: Bizim yüzümüzdeki sikke-i Vahdeti ve turra-i Ehadiyeti görmüyorsun. Anlamıyorsun Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânin-i ubûdiyyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz fezâ-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, O'nun kemâl-i Rububiyyetini gösteren nurani şahidleriz. Ve saltanat-ı Rububiyyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, O'nun daire-i saltanatında; ulvi, süfli, dünyevi, berzahi, uhrevi menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.

(Sh: N-91)
Evet herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehadin birer mu'cizesi ve şeceri-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyyetin birer münevver bürhan ve melâikelerin birer menzili birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı Rubûbiyyetin birer şâhidi ve feza-yı âlemin birer zineti, birer kasrı, birer çiçeği ve semâ denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Hâşiye l) olduğumuz gibi, hey'et-i mecmuamızda sükunet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir zinet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzûniyet içinde bir kemâl-i san'at bulunduğundan Sâni-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile Vahdetini, Ehadiyyetini, Samediyyetini ve evsâf-ı cemâl ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfi, temiz, mûti, musahhar hizmetkârları karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstehaksın."der. O müddeinin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız, öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı (Hâşiye-2) , evham derelerine ve tesadüfü, adem kuyusuna ve şerikleri, imtina ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i sâfilinin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız:

لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا
ferman-ı kudsisini okuyorlar. Ve "Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın" diye ilân ederler.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


(Hâşiye-l): Cenâb-ı Hakk'ın acâib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yâni: Semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acâib-i san'at-ı İlâhiyyeyi temâşa eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer'i acâib ve garâib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.
(Hâşiye-2): Fakat, sukuttan sonra tabiat, tövbe etti. Hakiki vazifesi, te'sir ve fiil olmadığını, belki kabûl ve infi'al olduğunu anladı. Ve kendisi Kader-i İlâhînin bir nevi defteri- Fakat, tebeddül ve tegayyüre kabil bir defteri ve Kudret-i Rabbâniyyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî Şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavânîni olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkiyâd ile vazife-i ubûdiyyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlâhiyye ve san'at-ı Rabbâniye ismini aldı.

* * *
 

_bamteli_

Well-known member


Pencereler Risalesinden
"İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak, bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor." Tafsilâtını başka sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.


BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle Esmâ-i İlâhiyeye bir ayinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hacatiyla, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelâlin kudretini kuvvetini, gınasını,. rahmetini bildiriyor. Ve hâkeza ...Pek çok evsaf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vacib- ûl vücuda bakar hem nihayetsiz farkında nihayetsiz hâcât-ı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdat aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahimin dergâhına dayanır; dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahimin bârigâh-ı Rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih: Âyinedarlık ise: insana verilen nümuneler nevinden cüz'i ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyyet, hakimiyyet gibi cüz'iyyat ile, Kâinat mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, Hâkimiyet-i Rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: "Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum, öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder. Ve Hâkeza....

Üçüncü Vecih Âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında


(Sh: N-93)

bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni',Hâlık ismini; ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahim isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hâkeza .... Bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazat ve cevârihi ile letâif ve mâneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i âzam var, öyle de: O esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki: O da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!

İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı Ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki; bütün âzâsını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yâni, irade-i İlâhiyye cilvesi olan evâmir-i tekviniyye ve o emirden vücud-u harici giydirilmiş bir kanun-u emri ve lâtife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların mânevi seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde... Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesb etmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de:
وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى
Cenab-ı Hakkın, madem O'nun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vacib-ül-Vücudun irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette O'na ağır gelmez. Birbirine mâni olmaz. O Hâlik-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırıtmaz, bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile, her şeyi görebilir. Seslerini işitebilir. Ve her şey ile her şey'i bilir. Ve hâkeza.


ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, hayat penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesin de tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:
(Sh: N-94)

Hayatta hissiyat suretinde kaynıyan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuunat-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuunat-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allahı tanımıyanlara ve daha tam tasdik etmiyenlere karşı zamanı olmadığından o kapıyı kapıyoruz.


* * *

Hayat, kudret-i Rabbaniye mu'cizatının en nuranisidir; en güzelidir. Ve Vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır. Evet, hayat, tek başıyla bir Hayy-ı Kayyumu bütün esmâ ve şuunatı ile bildirir. Çünki hayat, pek çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb'a, ziyada; ve muhtelif edviyeler, tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi, pek çok sıfâttan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı duygular vasıtasiyle inbisat ederek, inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.

Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat, onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ: hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit,Hakim ismi dahi tecelli eder. Hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip meskenini, hâcâtına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahim isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddi mânevi gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamiyle hem ilimdir, aynı halde kudrettir,aynı halde de hikmet ve rahmettir. Ve hakeza ... İşte hayat bu câmi mahiyeti itibariyle şuûn-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i samediyettir. İşte bu sırdandır ki Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vâcib-ül-Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi, hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki; hayatın vazifesi büyüktür.

(Sh: N-95)

Evet, Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil. İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmiyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zatları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vacibül-Vücud ve Hayy-u Kayyumun vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve Esmâ-i Hüsnasını; lemaatın Güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımıyan ve kabul etmiyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmiye mecbur oluyor. Öyle de, Hayy-ı Kayyum, Muhyi ve Mümit olan şems-i Ehadiyeti tanımıyan adam, zeminin yüzünü belki mâzi ve müstakbeli dolduran zihayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp, câmid bir cahil-i echel olmalı.


* * *
 

_bamteli_

Well-known member
Otuzuncu Lem'a'nın Beşinci Nüktesinden

Bazı Parçalar



"....Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı fihristevâri cevap şudur ki. Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi... hem en parlak nuru.. hem en lâtif mâyesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası... hem en mükemmel meyvesi... hem en yüksek kemali... hem en güzel cemâli... hem en güzel zineti... hem sırr-ı vahdeti... hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei... hem san'at ve mahiyetçe en harika bir ziruhu... hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya, kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kainatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar-hayat ile küçük bir cüz'ü büyülten; ve bir ferdi dahi külli gibi bir alem hükmüne getiren ve Rubûbiyet cihetinde, kâinatı; tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll, bir külli hükmünde gösteren fevkalade hârika bir san'at-ı İlâhiyyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ıHayy-ı Kayyûmun vücûbu vücuduna vahdetine ve Ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat'isi ve en mükemmeli.. hem masnûât-ı İlahiyye içinde en hafisi ve en zâhiri, en kıymetdar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir. Hem şuûnât-ı İlâhiyyenin gayet câmi' bir âyinesidir. Hem; Rahman, Rezzak, Rahim, Kerim, Hakim gibi çok esmâ-i Hüsnânın cilvelerini câmi' ve rızk, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi eden; ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, mâdeni bir âcûbe-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki. mütemadiyen her
(Sh: N-97)

tarafta tasfiye yapıyor; temizlendiriyor; terakki veriyor; nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi, o zerrelere vazife görmek, nurlandırmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hay ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasiyle; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yâni; mülk, melekût vecihleri; parlaktır, kirsizdir. noksansızdır, ulvidir. Onun için; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını âşikâre göstermek için,sair eşya gibi zâhiri esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, mânen ve remzen isbat eder. Yâni: hem Vâcib-ül-Vücudun vücûb-u vücûdunu ve hayat-ı sermediyesini... hem Dâr-ı Âhireti ve hayat-ı bâkiyesini... hem vücud-u melâike.. hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nûraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhi ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır.

İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hassalarını ve ulvî ve umumi vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyi isminin arkasında, İsm-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hay, nasıl bir İsm-i âzam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü; ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasiyle neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhyiye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirâne, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfrân-ı nimet ederler.
(Sh: N-98)

... İşte, hayatın yirmidokuz hassalarından yirmiüçüncü hassasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbâb-ı zâhiriyye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbâniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hassanın sırrı şudur ki; kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şer ve çirkinlik gayet cüz'idir ve vâhid-i kıyasidirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır; ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zişuurların nazar-ı zâhirisinde görünen zahiri çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için; hem aklın zâhiri nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsi münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhiri esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar... belki, haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak; ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. Yirmiikinci Sözün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrâil (A.S.) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakka münâcat etmiş. Demiş: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekvâ oklarını o perdelere atacaklar." Bu münâcâtın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmiyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmiyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyûma gitmemek için Hazreti Azrâilin (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhir perdedirler. Evet, izzet-i azamet ister ki; esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Fakat vahdet ve celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden... Fakat hayatın hem zahiri, hem bâtıni, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvâları ve itirazları dâvet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münâfi olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyumun "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir; vücud ve icad da öyledir. Onun
(Sh: N-99)

içindir ki; icad ve halk; doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelâlin kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzûlü bir muttarid kanuna tâbi kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hâcette eller dergâhı İlâhiyyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur Güneşin tulûu gibi bir kanuna tâbi olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmiyecekti.

...Yirmi Dokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyumu bu kadar hadsiz envâ-i nimetiyle kendini zihayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zihayatlardan o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil, sevmelerini; ve kıymetdar san'atlarına mukabil, medh ü sena etmelerini; ve evâmir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı Rubûbiyete göre teşekkür ve ubûdiyet, bütün envâ-ı hayatın ve dolayısiyle bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve "ibadet Cenab-ı Hakka mahsus, ve şükür O'na lâyık, ve hamd O'na hasdır" diye çok tekrar ile beyan ediyor.

Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasiyle mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayattar olan Dâr-ı Saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zişuur hakkında hususan insan hakkında, meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatca, serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zihayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir biçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş za-
(Sh: N-100)

manın hüsünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, Âhirete iman rüknünü kat'i isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım münasip bütün levâzımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyle ettiği hususi ve cüz'i olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadir, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumi olan beka duasının hayat-ı uhreviyenin inşasiyle ve Cennetin icadiyle kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve Ferşi çınlatan umumi ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkar ettirsin? Hâşâ ... yüzbin defa hâşâ!

Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz'isinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve baki ve nazdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin... ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın..Âdeta bir neferin kemal-i itina ile techizat ve idaresini yapsın; ve muti ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneşi görmesin sivri sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ ... yüzbin defe hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul edermi ki; hadsız rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadir-i Hakim, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı, ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedi ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedi bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nûr-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak


(Sh: N-101)
ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

NETİCE: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrrını anlayanlar ve hayatını sü-i istimâl etmiyenler, Dâr-ı Bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna...

Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayali Güneşciklere ayinedarlık etmeleri bildedahe gösteriyor ki; o lem'alar, yüksek bir tek Güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işaret ediyorlar... aynen öyle de; Zât-ı Hayy-ı Kayyumun Muhyi isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zihayatların kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için "YA HAY!" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına ve vücub-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi... umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhiye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbâni ve vahy-i İlâhiyyenin medari olan Risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil bil'ittiraf Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet,şehadet işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder, ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücudları muhakkak ve bedihi olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delâilleriyle Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler; ve bütün kâinatı bir gölgesiyle, ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, "Melâikeye İman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden
(Sh: N-102)

ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zihayatlardır. Ve madem Küre-i Arz bu kadar zihayatın envâiyle dolmuş ve mütemadiyen zihayat envalarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar başanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zihayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülasası olan şuur ve akıl, ve en lâtif ve sâbit cevher olan ruh, bu Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; adeta Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nurani daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semaviye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek; gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ı semvatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniiyeye mazhar olacak olan zişuur, zihayat ve semavata münasip sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlarda melâikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti "Peygamberlere İman" rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelinin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, Resullerin gönderilmesiyle ve Kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet evet-eğer Kitablar ve Peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de; bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i Gaybın arkasında söyliyen, konuşan emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, Peygamberler ve ellerinde nâzil olan Kitablardır. Elbette Kainattaki hayat, kat'i bir surette Hayy-ı Ezelinin vücûb-ı vücuduna kat'i şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevatı, münasebâtı olan "İrsâil-i Rüsül" ve "İnzâl-i Kütüb" rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhassa Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve Vahy-ı Kur'ani, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat'idir denilebilir. Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır... ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş; hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve hisden süzülmüş şuurun bir hulasasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve
(Sh: N-103)

sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır; öyle de; maddi ve mânevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi hayat ve rûh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ülhülâsadır.. ve Risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.) kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safî hulasasıdır. Belki maddi ve manevî hayat-ı Muhammedî(A.S.M.) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. ve Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u Kâinatın şuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, hayattar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet... Eğer kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nûru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek... eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz; kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, Âlem-i Şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette Âlem-i Gayb -yani mâzi, müstakbel-yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhûdiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırrı-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslisi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler,bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler. Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücud-u ilmi teşkil eder. Ve vücud-u harici gibi o vücud-u ilmi dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet Âlem-i Gaybın bir nev'i olan Âlem-i Ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu

(Sh: N-104)
olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen Âlem-i Gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmisindeki intizamı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu Âlem-i Şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı delâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhiri bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktır.

İşte "Kader ve Kazâya İman" rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yâni; nasıl ki Âlem-i Şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlariyle ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor, öyle de: Âlem-i Gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücûd-u mânevileri ve ruhlu birer sübût-u ilmileri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasiyle o mânevi hayatın, eseri, mukadderat namiyle görünür, tezahür eder.

...Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünki: izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, Kudret-i Samedâniyyedir. Çünki; Tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelinin memurları, Saltanat-ı Rubûbiyyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rubûbiyetin temâşager nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umur-u hasise ile kudretin mübâşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pişe olan insani bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik ittihaz etmiş değildir. Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zâhirisine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira âyinenin iki veçhi gibi, herşey'in bir "mülk" ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri "melekût" dur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, Kudret-i Samedâniyyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz'edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir.

(Sh: N-105)
İzzetine münafi değildir. Onun için esbab, sırf zâhiridir; melekûtiyette ve hakikatte te'sir-i hakikileri yoktur.

Hem esbab-ı zâhiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvalar, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmiştir. Çünki; kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevi rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'a demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler; benden küsecekler." Cenâb-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibâdımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler." İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak-olan güzellik, Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine mutealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve Kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir. Evet, izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki; esbab ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden.

...Bak şu kâinat-ı seyyalede, şu mevcâdât-ı seyyarede cevelân eden zihayatlara! Göreceksin ki: Bütün zihayatlardan herbir zihayat üstünde Hayy-ı Kayyum'un koyduğu çok hâtemleri vardır. O hatemlerden bir hâtemi şudur ki: O zihayat, meselâ şu insan, âdeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatın bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, envâ-ı âlemin ekser nümunelerini câmidir. Güya o zihayat bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zihayatı halketmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzımgelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki: Bir kelime-i kudreti, meselâ "bal arısını" ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede, meselâ "İnsanda" şu kitab-ı kâinatın ekser mes'elelerini yazmak, hem bir noktada, meselâ küçücük "incir çekirdeğinde" koca incir ağacının proğramını dercetmek ve bir harfte, meselâ "Kalb-i beşerde" şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan "Kuvve-i hâfıza-i insaniyede" bir kü-

(Sh: N-106)
tüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Halik-ı Küll-i Şey'e has ve bu kâinatın Rabb-ı Zülcelâline mahsus bir hâtemdir.

İşte zihayat üstünde olan pek çok Hatem-i Rabbâniden birtek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ demiyecek misin?

***


Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi, o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevi olarak aslının proğramı tevdi edilmiş. İşte o tohumları nöbetle O kâseye koysak, herbiri hârika cihazatiyle, eşkal ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın. Eğer o zerreler herbirşey'in herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye (ona) layık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadir ve kudretine nisbeten herşey kemâl-i sühuletle masahhar olan bir Zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa, o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince mânevi fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe' olabilsin veya bütün o mevcûdata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilatına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır. Tâ bütün onların teşkilâtına medar olsun. Demek Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerratı adedince İlâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise bin def'a muhal içinde muhal bir hurâfedir.

Nasıl ki bir kitab; eğer yazma ve mektub olsa, onun yamasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalem-
(Sh: N-107)

ler, yani demir harfler lâzımdır. Tâ o kitab tab'edilip vucud bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hat ile o kitabın ekseri yazılmış ise, -Sûre-i Yâsin, lâfz-ı Yâsin yazıldığı gibi- o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım; tâ tab'edilsin. Aynen öyle de: Şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedaniyyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyyetin mektubu desen, vücub derecesinde bir sühulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkilatlı ve hiçbir vehim kabul etmiyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki; tabiat için herbir cüz' toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca mâdeni matbaalar ve hadsiz mânevi fabrikalar bulunması lâzım. Tâ ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut herşey'e muhit bir ilim, herşey'e muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lazım gelir. Tâ şu masnuata hakiki mastar olabilsin. Çünki, toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz'ü, ekser nebatata menşe olabilir. Halbuki herbir nebatat-meyveli olsa, çiçekli olsa-teşekkülatı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki; herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı mânevi fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa çıksa; herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmağa mecburdur. işte bu tabiatperestlik fikrinin esası, öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör; ibret al!..

Elhasıl : Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile târif eder ve çok cihetlerle gösterir. Meselâ: "Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir böyledir" der. Aynen öyle de: Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelinin esmâsını, bir kaside kadar târif eder ve keyfiyetleri adedince işaret permaklariyle o esmâyı gösterir, müsemmasına şehadet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak yine Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir!..

* * *





Mukaddeme

EVVELA: Bu Ramazan-ı Şerifte Üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur'ana itiraz suretinde سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesini inkâr tarzında dinleyen safdil müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen Birinci Harb-i Umuminin başında arabi İşârât-ül-İ'caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem'ada İkinci Mes'ele-i Mühimme serlevhasiyle, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok ayet-i Kur'aniyede bulunan o cümle سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesine mektepli islâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.
SANİYEN: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani'i Zülcelâli sıfatiyle bildirmek için bahsediyor. Dolayısiyle ve ma'na-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya dersi vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Halıkı bildiriyor. Ma'na-i harfiyle o kitab-ı kebir-i kainata bakıyor. Okuyor. Ehl-i fen gibi ma'na-i ismiyle, madde ve tabiat hesabiyle bakmıyor.
SALİSEN: Madem Kur'an kainattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve ma'lum olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe ma'lum ta'biratı istimal etmek ta'lim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zâhir ma'nası ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.
(Sh: N-109)
RABİAN: Risale-i Nurdan Mu'cizat-ı Kur'aniye Zülfikâr Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalbliler de bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hâsiyyeti de şudur ki; hiç şüpheleri i'tirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki: O şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikatı görmek isteyenleri Risale-i Nura havale edip yalnız numune için bu Ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım (İmam-Hatip) talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan ma'sum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki SEB'A SEMÂVA T cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş.
İkinci Mes'ele-i Mühimme'dir
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ اَلسَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ İlâ âhir ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ şu Âyet-i Kerime gibi mütaddit Âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşârat-ül-İ'caz tefsirinde eski Harb-i umuminin birinci senesinde cephei harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes'elenin yalnız bir hulâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer'ide Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa'şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir, Âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur'an-ı Hakimin i'câzına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide
(Sh: N-110)
namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkar ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamiyle gösterememişler. Kur'an-ı Hakimin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste: السَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş: Yâni: "Sema, emvâcı karardâde olmuş bir denizdir".
İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur. Üçüncüsü: Madde-i esiriyye esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tercübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su buz gibi havâi, mâi câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de Madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i akli olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs-sema ve kehkeşan namiyle mâruf, Türkçe "samanyolu" tâbir olunan bulut şeklindeki daire-i azimenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile Manzûme-i Şem
(Sh: N-111)
siyyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi münzûmat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnûat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül-mâ, müvelid-ül-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esiriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ sırriyle yedi-nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emâreler, bizzarûre semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddittir ve muhbir-i sâdık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın lisaniyle yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u arabide kesreti ifade ettiği için, o külli yedi tabaka çok kesretli tabakaları havı olabilir.
ELHASIL: Kadir-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası herbir Âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve Âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulanacaktır. Evet hitâbât-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve mââni ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini mürâat ve mümaşat etmesi gösterir ki: Herbir Âyatin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, "yedi semavat" mânâ-yı kullisinde yedi tabaka-i
(Sh: N-112)
beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyetin, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb'a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem Manzûme-i Şemsiyyemizle beraber yedi manzumât-ı şümûsiyyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu, bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; Semavat-ı seb'ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misâliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder. Ve hakeza bu Âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'i mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sâdık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle Âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki: Âyetin mânâ-yı küllisinden bir tek mâsadak sadıksa, o külli mânâ sâdık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllide dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak: Nasıl bu iki fen hata ederek hak ve hakikat ve sâdık olan külli mânâdan gözlerini yumup ve çok sâdık olan masaddakları görmiyerek hayali bir acib ferdi, mânâ-yı Âyet tevehhüm ederek Âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!..
(Sh: N-113)
Elhasıl: Kıraat-ı seb'a, vücuh-u seb'a mu'cizat-ı seb'a ve hakaik-ı seb'a ve erkân-ı seb'a üzerine nâzil olan Kur'an semasının o yedişer tabakalarına cin ve şeyâtin hükmündeki itikatsız maddi fikirler çıkamadıklarından Âyâtın nücûmunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o Âyâtın nücûmundan mezkûr tahkikat gibi şehablar inerler ve onları yakarlar. Evet cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur'aniyeye çıkılmaz. Belki Âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi'raciyle ve iman ve İslâmiyetin kanatlariyle çıkılabilir.

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ اْلهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


اللَّهُمَّ يَارَبِّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هَذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ اْلقُرْآنِ وَ اْ لاِيمَانِ آمِينَ



* * *





Mukaddeme

EVVELA: Bu Ramazan-ı Şerifte Üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur'ana itiraz suretinde سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesini inkâr tarzında dinleyen safdil müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen Birinci Harb-i Umuminin başında arabi İşârât-ül-İ'caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem'ada İkinci Mes'ele-i Mühimme serlevhasiyle, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok ayet-i Kur'aniyede bulunan o cümle سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesine mektepli islâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.
SANİYEN: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani'i Zülcelâli sıfatiyle bildirmek için bahsediyor. Dolayısiyle ve ma'na-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya dersi vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Halıkı bildiriyor. Ma'na-i harfiyle o kitab-ı kebir-i kainata bakıyor. Okuyor. Ehl-i fen gibi ma'na-i ismiyle, madde ve tabiat hesabiyle bakmıyor.
SALİSEN: Madem Kur'an kainattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve ma'lum olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe ma'lum ta'biratı istimal etmek ta'lim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zâhir ma'nası ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.
(Sh: N-109)
RABİAN: Risale-i Nurdan Mu'cizat-ı Kur'aniye Zülfikâr Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalbliler de bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hâsiyyeti de şudur ki; hiç şüpheleri i'tirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki: O şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikatı görmek isteyenleri Risale-i Nura havale edip yalnız numune için bu Ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım (İmam-Hatip) talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan ma'sum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki SEB'A SEMÂVA T cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş.
İkinci Mes'ele-i Mühimme'dir
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ اَلسَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ İlâ âhir ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ şu Âyet-i Kerime gibi mütaddit Âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşârat-ül-İ'caz tefsirinde eski Harb-i umuminin birinci senesinde cephei harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes'elenin yalnız bir hulâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer'ide Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa'şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir, Âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur'an-ı Hakimin i'câzına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide
(Sh: N-110)
namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkar ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamiyle gösterememişler. Kur'an-ı Hakimin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste: السَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş: Yâni: "Sema, emvâcı karardâde olmuş bir denizdir".
İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur. Üçüncüsü: Madde-i esiriyye esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tercübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su buz gibi havâi, mâi câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de Madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i akli olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs-sema ve kehkeşan namiyle mâruf, Türkçe "samanyolu" tâbir olunan bulut şeklindeki daire-i azimenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile Manzûme-i Şem
(Sh: N-111)
siyyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi münzûmat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnûat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül-mâ, müvelid-ül-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esiriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ sırriyle yedi-nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emâreler, bizzarûre semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddittir ve muhbir-i sâdık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın lisaniyle yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u arabide kesreti ifade ettiği için, o külli yedi tabaka çok kesretli tabakaları havı olabilir.
ELHASIL: Kadir-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası herbir Âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve Âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulanacaktır. Evet hitâbât-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve mââni ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini mürâat ve mümaşat etmesi gösterir ki: Herbir Âyatin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, "yedi semavat" mânâ-yı kullisinde yedi tabaka-i
(Sh: N-112)
beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyetin, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb'a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem Manzûme-i Şemsiyyemizle beraber yedi manzumât-ı şümûsiyyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu, bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; Semavat-ı seb'ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misâliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder. Ve hakeza bu Âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'i mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sâdık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle Âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki: Âyetin mânâ-yı küllisinden bir tek mâsadak sadıksa, o külli mânâ sâdık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllide dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak: Nasıl bu iki fen hata ederek hak ve hakikat ve sâdık olan külli mânâdan gözlerini yumup ve çok sâdık olan masaddakları görmiyerek hayali bir acib ferdi, mânâ-yı Âyet tevehhüm ederek Âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!..
(Sh: N-113)
Elhasıl: Kıraat-ı seb'a, vücuh-u seb'a mu'cizat-ı seb'a ve hakaik-ı seb'a ve erkân-ı seb'a üzerine nâzil olan Kur'an semasının o yedişer tabakalarına cin ve şeyâtin hükmündeki itikatsız maddi fikirler çıkamadıklarından Âyâtın nücûmunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o Âyâtın nücûmundan mezkûr tahkikat gibi şehablar inerler ve onları yakarlar. Evet cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur'aniyeye çıkılmaz. Belki Âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi'raciyle ve iman ve İslâmiyetin kanatlariyle çıkılabilir.

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ اْلهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ


اللَّهُمَّ يَارَبِّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هَذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ اْلقُرْآنِ وَ اْ لاِيمَانِ آمِينَ



* * *



Siyaset ve medeniyet hakkındaki suallere verilen cevaplar

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَئٍْ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz sıddık, kardeşlerim,
Evvelâ: Hem geçmiş hem gelecek hem maddi hem mnevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini RAHMET-İ İLAHİYEDEN bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip o mübarek dualara âmin deriz.
Saniyen: Hem çok def'a mânevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.
Birinci sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?
Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi olan selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir. diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş'et ettiğini kat'iyyen bildim. Bu kanun-u esasî-i beşeriye bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî bu gaddar kanun-u esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zir ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-ı umumî perdesi altında şahsî garazlar bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. RİSALE-İ NUR bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatda isbat ettiği için onlara havale ediyorum. İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı azamdan gelen Kur'an-ı mu'ciz-ül-beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum: O kanunu da şu âyet ifade ediyor:


(Sh: N-115)

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بَغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى

Yâni: Bu iki âyet bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz. Hem bir masum rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyariyle, kendi rızasiyle kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki; o başka mes'eledir." diye hakiki adelet-i beşeriyeyi te'sis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nura havale ediyorum.
İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i garbiye semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hataları, zararları faidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefahat ve sa'y ve hizmet yerine, tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur'an'ın kanun-u esasîsi: كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعَى ferman-ı esasiyle beşerin saadet-i hayatiyesi iktisat ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir, diye RİSALE-İ NUR bu esası izaha binaen kısa bir iki nükte söyliyeceğim.
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç dört hacâtını tedarik etmiyen on adedde ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası su-i istimalât ve isrâfat ve hevesâtı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi zaruri hacatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdilik o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı yerine yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek
(Sh: N-116)
yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zülme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâre avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'an'ın kanun-u esasîsi olan vücub-u zekât ve hurmet-i riba vasıtasiyle avamın havassa karşı itaatını ve havassın avâma karşı şefkatını te'min eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevketmeye mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti.
İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın harikaları beşere birer nimet-i, RABBANİYE olmasından hakiki bir şükür ve menfaat beşerde istimali iktiza ettiği halde şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete sevk ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık ve iktisatsızlık yoluyla sefâhete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ RİSALE-İ NUR'-daki NUR ANAHTARI'nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken maslahat-ı beşeriyeye sarfedilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde beşde dördü hevesata, lüzumsuz, malâyani şeylere sarf edildiğinden tenbelliğe radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa'yin şevkini kırıyor. Vazife'i hakikiyesini bırakıyor. Hatta çok menfaatli olan bir kısım harika vesait sa'y ve amel ve hakiki maslahat, ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm: Ondan bir ikisi zaruri ihtiyacâta sarf edilmeye mukabil ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.
Elhasıl medeniyet-i garbiye-i hazıra semavi dinleri tam dinlemediği için beşerî hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş, iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye zülum ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşerî hasta etmiş. Su-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor. İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı KUR'AN-I HAKİMİN dört
(Sh: N-117)
yüzmilyon talebesinin intibahiyle ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle binüçyüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını., medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini KUR'AN-I MUCİZ-İL-BEYAN'ın işaret ve rumuzundan anlaşıldığı gibi RAHMET-İ İLAHİYE'den şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Elbaki Nüvelbaki


S a i d N u r s i



* * *



Samsun Mahkemesine verilen cevap
372 senesi Şevvalin 13, Perşembe günü Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul Mahkemesinde mahkemenin suallerine aynen bu şekvayı izahatla okudular.

Üstadımız iki sene evvel Ramazanda beş vecihle kanunsuz bir taarruza mâruz kaldığı zaman dindar meb'uslara ve hey'et-i vükelâya bir şekva suretinde hizmetkârına ve bir iki talebesine bu gelen şekvayı söylemiş. Hizmetçisi de Ankara'daki bir iki NUR talebesine göndermiş ki: O şekvayı dindar meb'uslara verip hey'et-i vükelâya göstersin. Onlara göstermişler. Bazıları neşrini münasip görmüşler. Büyük Cihad'a gönderilmiş. İşte iki seneden ziyade beş vecihle kanunsuz kanun namına üstadımıza azab verdiler. Şiddetli fakru ihtiyaciyle beraber yüz yirmi lira yalnız bir şahitlik makaleyi kim göndermiş diye verdirmeye mecbur ettiler. Halbuki veren de mahkemede kendi ikrariyle söylemiş.
(Büyük Cihad) gazetesinin 20.6.1952 Ta. 67 No.lu nüshasında neşredilmiştir.

Nur Talebeleri namına


Zübeyir.


* * *
 

_bamteli_

Well-known member
Tek başı ile kırda dolaşırken dört silahlı jandarma gönderilip “Neden şapka giymiyorsun” diyerek zorla çekiştirilerek karakola getirilmesine Üstadın verdiği cevap

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî, Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesinde neşrolup, orada muhakemesi görülen bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkeme beraatle nihayet bulmuştur.


Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerîf'te, tekrar, adliyeyi benim aleyhime sevkettiler. Mes'ele de, bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi: Bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. "Sen başına şapka giymiyorsun" diye, zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdani azab verdiklerinden; elbette mahkeme-i kübra-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir. Evet, otuzbeş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmiyen bir adamı, "Sen frenk serpuşunu giymiyorsun" diye ittiham etmeğe, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmisekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zâbıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu def'a İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve mahkeme-i temyiz "bere yasak değil" diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar me'murlar giymeyeğe mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından- ki resmî bir libasdır- bereyi giyenler de mes'ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf-ı kanun ve çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hâtırına getirmemek için has dostlariyle dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücudiyle meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
(Sh: N-120)
Meselâ: Ona teklif eden demiş: "Ben emir kuluyum." Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin. Evet, Kur'an-ı Hakîm'de, Yahudi ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi

يَآاَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اَطِيعُوا اللَّهَ وَاَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ


âyeti, ulül-emre itaati emreder. Allah ve Resûlünün itâatına zıt olmamak şartiyle, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu mes'elede, an'ane-i İslâmiye kanunları; hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur'an ve ilm-i îmanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevî, dünyayı terketmiş bir adama ecnebi, papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an'anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfi bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır. Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, sünnet-i seniyyeye muhalefet etmemek için otuzbeş seneden beri dünyayı terkeden bir adama bu tarz muameleler, kat'iyyen şek ve şüphe bırakmadı ki; komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir su'-i kast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar meb'uslar ve Demokratlara dahi büyük bir su'i kasttır. Dindan meb'uslar dikkat etsinler. Bu dehşetli su'-i kasta karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar
________
(Hâşiye): Rus'un Başkumandanı kasten önünden üç def'a geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmiyen: İstanbul'u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasiyle fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve "Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!" cümlesiyle ve matbuat lisaniyle karşılayan; ve Mustafa Kemal'in, elli meb'us içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, "Namaz kılmayan hâindir"diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfi'nin dehşetli suallerine karşı, "Şeriatın tek bir mes'elesine ruhumu feda etmeğe hazırım." deyip dalkavukluk etmeyen ve yirmisekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur'aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki; "Sen, Yahudi ve Hıristiyan papazlara benziyecek
(Sh: N-121)
sin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm Ulemasının icmasına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz" denilse, elbette öyle her şey'ini hakikat-ı Kur'aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, kat'iyyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...
Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pekçok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir? İşte bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki; yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar vermemek için, bütün kuvvetiyle dahilimdeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur'an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmisekiz senelik zâlim düşmanlarından intikamımı alabilirim. Onun içindir ki; âsâyişi mâsumların hâtırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.

Said Nursî


* * *




Urfa kahramancıklarının, oranın savcılarını susturan müdafaalarından, Abdullah Yeğin’in müdafaası

URFA KAHRAMANCIKLARININ ORANIN SAVCILARINI SUSTURAN MÜDAFAALARIDIR




Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına
URFA

Muhterem Hakimler:
Müsaadenizle bir iki mâruzatımı mecburen söyliyeceğim:
Şimdi bu vatanın her tarafında ve Âlem-i İslâmın hatta diğer ecnebi memleketlerinin mühim merkezlerinde KUR'AN namına intişar etmiş ve milyonlarla kimselerin îmanlarını taklidden tahkika çevirmiş ve bu millete en kıymetli ve büyük te'sirini feyizli dersleriyle isbat etmiş, KUR'AN 'ın nuru RİSALE-İ NUR'un neşretmemesi ve bizim gibi hayatı tehlikede, îmansızlık ve dalâlet vadilerinde koşan bîçarelerin okumaması için dinimizin gizli düşmanları olan komünist veya tabiîyyun olan farmasonlar türlü desiselerle adliyeleri ve hükûmetleri şaşırtmak için çok çalıştılar. Kaç defa Nurları okuyan mübârek talebeleri ve başda dahî bir mütefekkir ve kahraman-ı İslâm olan BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ' yi mahkemelere verdirdiler. Eskişehir, Isparta, Denizli, Ankara, Afyon, İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri... Neticede gizli ders, tarikatçılık, cemiyet kurmak gibi ittihamların tamamen hilâf-ı hakikat olduğu isbat edilerek beraetler verildi. Mahkemelerce tebeyyün etti ki: RİSALE -İ NUR serapâ İslâmiyet, KUR'AN, İMÂN hakikatlarından ibarettir ve Nur talebeleri KUR'AN'a kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini hiç bir şahsî, dünyevî süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece RIZA-YI İlÂHخ için çalıştıkları güneş gibi tezâhür etti. Çünkü; RİSALE-İ NUR bin seneden beri İslâmiyet aleyhine ve insaniyet zararına tahribatçı külli cereyanlara karşı sarsılmaz delil ve hüccetlerle tam mukabele edip din düşmanlarının temellerini dağıtıyor. İşte biz de bizim ebedî hayatımızı ve ebedî saadetimizin anahtarı îmanımızı bu dalâlet asrında bize kazandıran RİSALE-İ NUR'u okurken ve yazdıklarımızı tashih ederken sanki dinsiz, komünistlerin saçma ve düzmece zehir saçan evraklarını okuyormuşuz gibi yakalanıp mahkemeye veriliyoruz. Masum dindarların aleyhinde olan dinsiz komünistler
(Sh: N-123)
hem etrafa evham vererek bizim gibi gurbette, yalnız dersleriyle alâkadar, siyasetten hatta dünyadan habersiz iki üç talebenin bir kaç kişi yanına gelip gitmesiyle ve onların kendi derslerini bir-iki kişinin dinlemesiyle hem bizi, hem adliyeyi, hem zabıtayı mânâsız meşgalelerle uğraştırıyorlar. Her asırda en az üçyüzelli milyon mensubu bulunan milyonlarla hafızların lisanında her zaman tekrarlanan KUR'ANIMIZIN emsalsiz tefsiri Risale-i Nur talebeleri olan bizleri hayatımızdan daha çok sevdiğimiz imani derslerimizden mahrum etmek istiyorlar. Habbeyi kubbe yaparak, formalitelere uydurarak, bir isim takarak, lâstikli bir kanun maddesine rast getirip, bizi kanunen mes'ul göstermek istiyorlar. Fakat adil, vicdanlı hakimler neticede hakikatı meydana çıkarıyorlar.
Ezcümle: Bu son def'a Afyon Mahkemesi dört sene devam ettiği halde sonunda zaten serbest olan RİSALE-İ NUR yine serbest bırakıldı.
Bütün yüksek makamlara verilen Üstadımız BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSخ'nin müdafaasından bir küçük parçası şu ki: "Haşirdeki Mahkeme-i Kübra'ya bir arzuhaldir. Ve dergâh-ı ilâhiyeye bir şekvadır ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki dar-ül fünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler.
...Ben de otuz kırk sene hayatımı bilenleri ve nurun binler has şakirdelerini işhad ederek derim: İstanbulu işgal eden İngilizin başkumandanı İslâm içinde ihtilâf atıp hatta Şeyh-ül İslâmı ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek, itilâfçı-ittihatçı fırkaları birbirine uğraştırmasiyle ve Yunanın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada İngiliz ve Yunan aleyhinde "HUTUVAT-I SİTTE" eserimi Eşref Edib'in gayretiyle tab' ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran, ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmiyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara'ya kaçmayan ve esarette Rusun baş kumandanının idam kararına ehemmiyet vermiyen ve 31 Mart hâdisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfide, mahkemedeki paşaların; sen mürtecisin, şeriat istemişsin diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip "eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki; ben mürteciyim ve şeriatın bir tek mes'elesine ruhumu feda etmeye hazırım" diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken ve onlara teşekkür etmiyerek "zalimler için yaşasın
(Sh: N-124)
cehennem" diye yolda bağıran ve Ankara'da divan-ı riyasette M. Kemal ona hiddetle dedi: "Biz seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikirleri beyan edesin, sen geldin namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilâf verdin. Ona karşı îmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir... Hainin hükmü merduttur...." diye kırk elli meb'usun huzurunda söyleyen. Ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri alan ve altı vilâyet zabıtası ve hükümeti asayişin ihlâline dair bir tek madde kaydetmeyen ve yüz binlerle NUR şakirdlerinin hiç bir vukuatı görünmeyen hiç bir şakirdinde bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmiş ise mahpusları islâh eden ve yüz binler nüsha RİSALE-İ NUR'dan intişar etmekle beraber menfaattan başka hiç bir zararı olmadıklarını yirmi üç sene hayatının üç hükümet ve mahkemelerin beraetler vermelerinin ve NUR'un kıymetini bilen yüz bin şakirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle isbat eden ve münzevî, mücerred, garib, ihtiyar, fakir, kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fani şeyleri bırakıp eski kusuratına bir kefaret ve hayat-ı bakıyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermiyen, ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendine zulüm ve tazip edenlere beddua etmiyen bir adam hakkında "bu ihtiyar münzevi asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır öyle ise suçludur" diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler yerden göğe kadar suçludurlar. MAHKEME-İ KÜBRADA HESABINI VERECEKLER.
Muhterem hakimler,
Böyle bir İslâm kahramanı ve bu asrın ve istikbâlimizin bir hidayet serdarı ve eşine rastlanmıyan İslâmiyet fedaisi BEDİÜZZAMANIN eserlerini okumak dinsizlerin, komünistlerin, imandan bîhaberlerin elbette işine gelmez.
Üstadımız BEDİÜZZAMAN'ın beyanı ki:
RİSALE-İ NUR koca bir cennetin fiatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir ab-ı hayat ve hakikata muarız bütün feylesofları ilzam edip hayrette bırakacak bir keşfiyattır. RİSALE-İ NUR: Sahabe-i Kirâmın âli seciyesini ve Hazret-i Peygamber (A.S.M.) nuranî meşrebini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir. RİSALE-İ NUR bu asırdı KUR'AN-I HAKİM'in bir MUCİZE-İ Mâneviyesi,hakiki, yüksek ve parlak bir tefsiridir. RİSALE-İ NUR şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne mâruz hey'et-i slâmiyeye en nafi' bir nur ve dalâlet
(Sh: N-125)
vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğunu yüzbinlerle kimseler tarafından idrâk ve tasdik edilen bir eser külliyatıdır. RİSALE-İ NUR, veraset-i nübüvvet yoluyla doğrudan doğruya hakikat-ül-hakaika yol açmış Cadde-i Kübra-ı KUR'ANİYE'dir. Bunun içindir ki, Avrupanın felsefî dalâletlerine galebe ediyor ve cerhedilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı saran komünizmi ve masonluğu kökünden yıkıyor. RİSALE-İ NUR avamdan en alim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidadı nisbetinde istifade edebileceği bir eser külliyatıdır.
İşte bu hakikatler içindir ki; NUR'ları okuyan ve yazan nurcular dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır.
Muhterem hakimler,
Arkadaşımla tashihat yaparken yakalanıp müsadere edilen, Denizli'de beraat eden ve Temyizin de tasdik ettiği büyük mütefekkir BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSخ' nin "AYET-ÜL KÜBRA" risalesinin bir yerinde kâinat Hâlikını ve sahibini arayan dünya seyyahı şöyle söylüyor:
"Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı İMAN olduğunu bilen ve yorulmaz ve tok olmaz yolcu kendi kalbine dedi ki: Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan KUR'AN-I MU'CİZ-ÜL-BEYAN namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor bilelim fakat en evvel bu kitap bizim Hâlikımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı, bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel mânevi îcaz-ı KUR'ANİYENİN lem'aları olan RİSALE-İ NUR'a bakdı ve onun yüzotuz risaleleri ayât-ı furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri gördü ve RİSALET-İN NUR bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafta hakaik-i KUR'ANİYE'yi mücâhidâne neşrettiği halde karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki, onun üstadı ve menba'ı olan KUR'AN semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hatta RESAİL-İN NUR'un yüzer hüccetlerinden bir tek hücet-i Kur'aniye olan "YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ" ve "ONDOKUZUNCU MEKTUBUN"ahiri KUR'AN'IN kırk vecihle mu'cize olduğunu öyle isbat etmiş ki: Kim görmüş ise değil tenkid ve itiraz belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş."
(Sh: N-126)
İşte Muhterem Hey'et-i Hâkime! Madem hakikat budur. Ben de üstadım gibi derim: "Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem gözünü kapayan yalnız kendine gündüzü gece yapar. Ve madem cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir."
Biz talebeler RİSALE-NUR'un güneş gibi hakikatlarına karşı gözümüzü kapayamıyoruz.
Hakikat-ı KUR'ANİYE güneşi ise üflemekle sönmez. NUR'lananlar da NUR yolundan hiç bir beşerî kuvvetle dönmez. Gizli din düşmanlarımız zabıtayı hükûmeti, adliyeyi iğfal etmeğe çalışanlar dünyamızı başımıza ateş yapsalar NUR'ları okuyacağız ve yazacağız. İnşallah adalet namına hareket edenleri o müfsidler aldatamıyacaklardır. Diğer mahkemelerde hak namına adalet için çalışanların KUR'ANIN lemeatı ve tereşşuhatı olan beşeri gaflet sersemliğinden ikaz eden RİSÂLE-İ NUR'u serbest bırakmaları gösteriyor ki, zikrettiğim gibi bu asırın KUR'AN dellâli olan RİSALE-İ NUR'a herkesin çok büyük ihtiyacı vardır. Ve RİSALE-İ NUR, şahsî süflî, dünyevî menfaatlere alet olamıyor. Bizim gibi masum dindarlara musallat olanlar ve onları imanî derslerinden ayırmayı tevehhüm edenler lâiklik prensibini dinsizliğe ve komünizme alet etmek istiyenlerdir.
Asrımızın dâhisi büyük mütefekkir BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSخ nin beyanı vechile; "Ekser-î Enbiyanın şarkda ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garbde ve Avrupa'da gelmeleri kader-i ezelînin bir işaretidir ki; Asyada din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen Asyada hüküm süren dindar olmasa da din lehine çalışanlara ilişmemeli ve teşvik etmeli.
KUR'AN-I HAKİM, bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i mütefekkiresidir. El'iyazübillâh KUR'AN küre-i arzın başından çıksa arz divane olacak akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpmak, bir kıyamet kopmasına sebeb olmak akıldan uzak değildir. Evet, KUR'AN ferşi arşla, ve arşı ferşle bağlamış bir zincirdir, bir hablüllahdır. Cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu KUR'AN-I AZİMÜŞŞAN'ın hakiki ve kuvvetli bir tefsiri olan RİSALE-İ NUR bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmisekiz senedenberi te'sirini göstermiş büyük bir nimet-i ilâhiye ve sönmez bir mucize-i
(Sh: N-127)
KUR'ANİYE'dir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ürkütüp ondan vazgeçirmek değil, himaye etmek ve okumasına teşvik etmek gerektir."
İşte bütün bu cerhedilmez hakikatlardan sonra, yine; evet RİSALE-İ NUR'la meşgûliyete dünyada hiç bir âdil mahkeme suç diyemez, fakat, size bir ad takıp bir bahane ile işkence yapmak istiyorlar, denilse: Ben de derim;

حَسْبَنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ


17.2.1953


URFA, Yusuf Paşa Mahallesi


Kadı Oğlu Camii mevkiinde mukim


Abdullah YEĞİN


* * *




Hüsnü Bayram’ın Müdafaası

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına
URFA

Muhterem Hey'et-i Hakime:
Bizlere yapılan gizli mektep zan veya ittihamı bütün bütün hakikat hilâfınadır. Çünkü; bulunduğumuz cami önünde çeşmeler var, buraya ve camiye günde ikiyüz kişinin gelmesi böyle bir yerin gizli olamıyacağı çocukların dahi bileceği bir hakikattır. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki: Gizlilikle ve gizli şeylerle alâkamız yoktur.
Mektep açmışsınız sözü de büsbütün yanlış bir şayiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz KUR'AN-I KERİM'in gayet parlak ve yüksek tefsiri RİSALE-İ NUR'a çalışan talebeleriz. Evet aslâ inkar etmeyiz, biz okurken gelip dinleyenler oluyor, bu bir mektep midir? Şahidlerin görüşleri doğrudur, fakat hükümleri yanlıştır. Hakikat hilâfınadır.
Biz o gün arkadaşımla kendi elimizle yazdığımız iki adet "AYET-ÜL KÜBRA" Risalesini tashih etmek için beraber okuyorduk ve o iki arkadaş da dinliyordu, bu vaziyette, sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi, hem zabıtayı, hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevkettiriyorlar.
Hem sizlerin de bildiğiniz gibi Urfa'nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar, hem bir yerde yasak olmayan bir
(Sh: N-128)
eseri okuyup başkalarının dinlemesiyle bir mektep mi açılmış olur, sadece kitap okumak ve dinlemekten ibarettir.
Bu vaziyetten anlaşılıyor ki; biz yalnız bu asırda KUR'AN'ın yüksek ve parlak bir tefsiri, ve kainatta en yüksek olan İMAN hakikatlarını beyan eden RİSALE-İ NUR'u okuyoruz. İmanî ve İslâmi kitapları okuyup dinlemeye tedrisat süsü vermek kuvvetli bir icbarla üzerimize mektep açmışsınız etiketini yapıştırmağa gayret etmek olduğunu, bizim masum, dindar iman ve ahiretiyle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi, sizce de malûmdur.
Hem dahî Mütefekkir Üstadımız BEDİÜZZAMAN: Otuz senedenberi siyaseti terk etmiş, "EÛZÜBİLLAHİMİNEŞŞEYTANİ VESSİYASE" demiş, ve talebelerine de: "Biz imanın ceryanındayız, gayemiz RIZA-YI İLÂHİYEDİR, siyasî cereyanlara girmeyiniz" diye ders verdiğinden hiç bir siyasî ve dünyevî Süflî şeylerle alâkamız yoktur. Hem altı vilâyetin zabıtası, Üstadımız BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ hakkında: "BEDİÜZZAMAN ve Risale-i NUR talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar" diye rapor vermişler.
Muhterem Hakimler, Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız RİSALE-İ NUR, bütün mahkemelerde beraet etmiş ve sırf islâmiyet ve iman ve KUR'AN hakikatlarından ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesinde; bütün kitap, Risale ve mektupları iade etmeğe ittifaken karar vermişlerdir.
RİSALE-İ NUR: Yüzotuz parça harikulâde risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle ûlum-u İmaniyye ve Hakaik- KUR'AN 'iyeyi mezc ve te'lif ederek bu asra kadar hiç bir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatça filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete mâlik eserlerinin neşriyatı: Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika'ya kadar inkişaf etmiş Müellifi büyük İslâm Dahîsi BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ RİSALE-İ NUR hakkında şöyle diyor:
(Sh: N-129)
RİSALE-İ NUR, manevî hakikatları ve iman ilmini Avrupanın fen ilimleriyle mezcederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken isbat eder. RİSALE-İ NUR, hal ve istikbalin, ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. RİSALE-İ NUR'da başka eserlerden nakil yokdur, KUR'AN'ın mu'cize-i mâneviyesidir. RİSALE-İ NUR, yüz mânevi keşfiyatı havî ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşafdır. RİSALE-İ NUR, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, Âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. RİSALE-İ NUR, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne Maruz heyet-i islamiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüzbinlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.
Muhterem Hey'et-i Hakime,
RİSALE-İ NUR'un gayet harika bir cüz'ü olan "AYET-ÜL KÜBRA" risalesinin beyanı vechiyle: Madem bin senedenberi iman ve KUR'AN aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin bir hayat-ı bakiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan İMANI sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklidden tahkika çevirip kuvvetlendirmeliyiz
RİSALE-İ NUR'la mübareze edilmez, o mağlub olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. "Şimdi yirmisekiz sene oldu." İman hakikatlarını güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. RİSALE-İ NUR söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur, onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlub olmazlar. RİSALE-İ NUR'u mağlub edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır.
Çünkü: RİSALE-İ NUR, dünyevî işlere, şahsî ve süflî menfaatlere âlet olamaz, güneş gibi hakikat-ı imaniyye ve KUR'AN'iyye yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tâbi ve âlet olmadığı gibi, o hakikatı tanıyan RİSALE-İ NUR'u değil dünya ceryanlarına belki, kâinata da âlet edemez.
Evet, RİSALE-İ NUR' un vazifesi ise; hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı ima


(Sh: N-130)
nî olan hakikatlariyle gayet kat'i ve en mütemerrid zındık feylesofları da imana getiren kuvvetli bürhanlarla KUR'AN'a hizmet etmektir. Onun için RİSALE-İ NUR'u hiç bir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz.
Heyet'i Hakime,
Bin senedenberi KUR'AN'ın bayrakdarı ve mücahidi ve âlem-i İslâmın kahraman mücahidi olan ve KUR'AN'ı cihanın cihet-i sittesinde ilân eden necip ve mübarek kahraman ecdadımızın evlâdlarını Nur-u İman'dan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i aliyesine zıt olarak maddî ve mânevî helâketlere mâruz bırakmak olan dehşetli sû-i kastlara ve o kahraman ecdâdın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri o şeref-i aliden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı: KUR'AN I KERÎM'in ondördüncü asr-ı MUHAMMEDİDEKİ (A.S.M.) aziz dellâlı ve bu asrın bir hidayet medarı ve bu müdhiş zamanın müdhiş zûlümatına karşı NUR-U KUR'AN'la mukabele eden büyük fedakârı ve RİSALE-İ NUR'un yüzbinler nüshalarını, milyonlar talebelerinin kalemleriyle her tarafda neşredip, dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i KUR'ANÎ te'sis eden muhteşem kahramanı BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ ve yüzbin başlar feda oldukları hakikata başımız dahî feda olsun diyerek Nur-u ;İslâmı söndürmek ve Nur-u İmanı yok etmek için yapılan dehşetli zendeka hücumlarına karşı mukabele eden, istibdadlara, icbarlara karşı izzet-i islâmiyeyi muhafaza ve şeref-i İmânı âleme ilân eden, KUR'AN_I MU'CİZ-ÜL BEYAN'dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlarını güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle isbat eden ve RİSALE-İ NUR'la dinsizlik, dalâlet ejderlerine meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde: Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse zendekaya teslim-i silâh edip vatan ve millet ve islâmiyete, hiyanet etmem ve Hakikat-ı KUR'AN'a feda olan bu başı zalimlere eğmem" diyen ve ehl-i dalâlete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda; hem dünyevî, hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi bir tek hakikat-ı imaniyeyi dünya saltanatiyle değiştirmeyen kahraman-ı islâm olan üstadımız BEDİÜZZAMAN ve RİSALE-İ NUR'dan bizi uzaklaştıracak hiç bir beşerî kuvvet yoktur. Hem RİSALE-İ NUR iki hayatımızın halaskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır.
(Sh: N-131)
Komünistler ve dinsizler kâğıt ve mürekkebi kaldırsalar, eğer mümkün olsa; derimizi kâğıt ve kanımızı mürekkep yapıp yine RİSALE-İ NUR'u yazacağız.
Hey'et-i Hâkime bilsinler ki: Halife-i ruy-i zemin Hazret-i Ömer (R.A.) hilâfeti zamanında adî bir hıristiyan ile birlikte mahkemede muhakeme oldular (1).Halbuki o hıristiyan İslâm Hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösteriyor ki: Adalet hiç bir cereyana kapılmaz, hiç bir tarafgirlik güdemez.
İşte bunun içindir ki Mahkemede Kahraman-ı islâm olan BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ nin beyanı vechile:
"Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualariyle ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalariyle yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i Haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, KUR'AN hakikatlarına hizmet eden NUR talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki:
Serbestiyet kanunlarıyle dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatan ve milleti, anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıkdan, vatandaşları ölümün idam-ı ebedisinden kurtarmaya çalışan RİSALE-İ NUR talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa; ne cevap verceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz, diye o zaman onlara demiştim, o zaman o insaflı ve adâletli zatlar bizi beraat ettirdiler."
İşte Hakimler: Bu âli hakikatlara rağmen bize deseniz ki; sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar. Bu takdirde şu âyet-i Kerîme'nin kal'a-i kudsiyyesine iltica ediyorum.

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ


17.2.1953


Urfa, Yusuf Paşa Mahellesinde


Hüsnü Bayram


* * *


 

_bamteli_

Well-known member
BİR ZEYL

İstikbalin Hakim-i Mutlakı Kur'andır.


Sual: Gayet müdakkik birkaç zat dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat'i kanaatla tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaat binler gavur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şüphe getirmiyor mu?
Elcevap Ayet-ül Kübra Risalesinin başında mukaddemedeki izaha havale edip burada kısaca cevap veriyoruz..
"Müsbet mes'elede isbat edici iki adam menfice inkâr yoluna sapan binlere tereccüh eder" diye bir kaide-i mukarreredir. Meselâ: Ramazanın başındaki hilâli gören iki şahit ispat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden iskat ettiği gibi Karlayl ve Bismark'ın Kur'anı ve Risalet-i Muhammediyeyi isbat suretinde tasdrikleri yüzbin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şüphe, belki bir vesvese vermemek gerektir. Hem meselâ bir iki adam ispat suretinde deseler: "Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var." Yerini veya nümunesini görtermekle kolayca davasını ispat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkilâtla o menfî davalarını ancak ispat edebilirler.
Aynen bu misâl gibi, Bismark ve Karlayl ve emsâllerinin hakaik-i Kur'aniye ve risalet-i Muhammediyeyi ispatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkilâtla o menfi davayı ancak ispat edebilmeleri için onların inkârları hiç bir ehl-i îmana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lâzım gelir. Hem ispat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için Karlayl ve Bismark gibi gayrimüslimler milyonlarla ehl-i îman feylesofların ispatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez.
"Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar."
Onun için hadsiz ehl-i inkâr değil, bu hadsiz ehl-i ispata karşı belki, iki ehl-i ispata karşı gelemez. Bu hakikati Risale-i Nur çok yerlerde ispat ettiği için kısa kesiyoruz.

Said Nursî


* * *



Avrupa – Amerika feylesoflarının Kur’ân-ı Kerim hakkındaki beyanatları


BİR ZEYL


Bediüzzaman Said Nursî, kırk sekiz sene evvel Şam'da Cami-i Emevide Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dâvâ eymiş ki; hakim-i mutlakı Kur'an'dır" Gayet kuvvetli delillerle o dâvâyı ispat etmiş (Buna ait yazı; Risale-i Nur Müellifi Said Nur adlı eserde "İstikbâlin mutlakı Kur'ândır" başlıklı yazının 74-75 inci sayfalarında kısmen münderiçtir.) Delillerin birisi, Avrupa ve Amerika'nın en meşhur filozoflarının, Kur'ân'ın emsâlsız ve ayn-ı hakikat bir kitap olduğunu tasdik etmeleridir. Perens Bismarck ve Mister Carlyle gibi çoklarını bu dâvâya yüzer şahit göstermiş.
Sebilürreşad'ın l Nisan 1953 TARİH, 167'inci sayısında intişar eden, Avrupa ve Amerika filozoflarının, en büyük âlimlerinin mühim bir kısmının, Kur'an hakkındaki sözleri, Said Nursînin elli sene evvelki dâvâsına tasdikkârane bir ilânat
(Sh: N-134)
hükmünde olmuş olduğundan bu, Risale-i Nur Müellifi Said Nur adlı esere ilhakı münasip olur.

Çünkü:
اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءِ
yani, fazilet odur ki, düşmanlar da onu tasdik etsin. Mezkûr ilânatın aynısı naklediliyor.
O derece ki, bugünkü medeni cemiyetler, Kur'ân'ın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard ShaW şöyle ifade etmişti:
"Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır."
Prens Bismarck da şöyle demişti:
"Ben Kur'ân'ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hakikatler gördüm. Sana muasır bir vücut olmadığıMdan dolayı müteessirim ey Muhammed"

***

Bu da Kur'an mütercimi Doktor Maurice'in sözüdür.
"Bizans Hıristiyanlarını içine düştükleri bâtıl itikatlar girivesinden ancak Arabistan'ın Hira dağından yükselen ses kurtarabilmiştir."
"Kur'ân, hikmet-i ezeliyenin inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'ân'ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ulvidir. Kur'ân'ın hergün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı vardır."
Bunlar da Garbın en benam mütefekkir ve âlimlerinin sözleridir.
"Kur'ân serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in tebliğ ettiği dâvet, hak ve hakikattir."

Carlyle


***


"Kur'ân'ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslarla öyle bir teşri vücuda gelmiştir ki dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlık, bugünkü inkişafı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir."
Meşhur İngiliz muhabiri

EdWard Gibbon'nun


Roma İmparatorluğunun


İnhitat ve Sukutu eserinden...


***


"Hâlikın hukuku ile mahlûkun hukuku ancak Müslümanlık tarafından tarif olunmuştur."

Marmadüce


***


"Yeni keşfiyat, yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan, yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyetin esaslarıyla taarruz etsin. Kur'ân-ı Kerim ve talimi ile kavanin-i tabiiye arasında bir âhenk görülmektedir."

Levazaune


***


"Kur'ân, ahlak ve felsefenin bütün esasatını camidir."

Müsteşrik Sedio


***


"Kur'ân öyle bir sestir ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir."

Doktor Johnson


***


"Kur'ân'ın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir."

Carlyle


***


"Kur'ân, akaid ve ahlâkın insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Zaman ve mekân itibariyle birbirinden çok uzak, fikrî inkişaf itibariyle birbirinden çok farklı, insanlara harikulâde bir hassasiyet ilham eden Kur'ân, muhalefeti istihsana kalb eden Kur'ân, muhtelif kavimleri medeni bir millet haline getiren Kur'ân, en şayan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur'ân, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için, tetebbua şayan en faydalı mevzu sayılır."

Meşhur İngiliz âlimi


Doktor Steingas..


***


"Kur'ân bizatihi daimî bir mucizedir. Bir mucize ki ölüleri diriltmekten daha çok yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavi olduğunu isbata kâfidir."
Kur'ân'ın münekkid ve mütercimi

Corselle


***


"Kur'ân, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur'ân sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa'yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir."

İngiltere'nin en mutaassıp papazlarından


G.M. RodWell


***

(Sh: N-135)
"İslâmiyet dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur'an, medeniyet cihanının istinat ettiği temelleri muhtevidir. Bu âli din Avrupa'ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet yeryüzünden kalkacak olursa umumî müsalemeti devam ettirmeye imkân yoktur."

Meşhur Fransız müştesriki Gaston Care'in


1913'te Figaro gazetesinde yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa dünya müsalemetinin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkındaki meşhur makalesinden


***


"Müslümanlığın talim ettiği... medeni ve sıhhî esaslar sayesindedir ki haşerat mahşeri olan Asya müthiş bir tehlike olmaktan kurtulmuştur."

Alman âlimlerinden


Joachim de Balf


***


"Kur'ân'ın ahlâki ve medeni kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyetin muhteşem bünyanında altın bir kordon gibi işlenmiştir."

İngilizce Chambres Ansiklopedisi


***


"Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfadını, o tarihi ehemmiyetini tevsi edebilirsek Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdakıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyete tamamiyle mutabık olduğunu fehmeder."

Profesör EdWar Monte


Hıristiyanlığın İntişarı ve Hasmı


Olan Müslümanlar eserinden...


***


Kur'ân, bütün kuva-yı beşeriyenin tılsımını çözmekten âciz kaldığı muazzam bir sırdır. İslâmiyet, canları, malları koruyan, hâkimiyeti altında yaşayan dinlere şayan-ı hayret müsamaha gösteren bir dindir."

Kont Henry de Castry'nin


İslâmiyet ünvanlı eserinden


***


Dünyada Kur'ân'a benzer bir kitap yoktur ve bu kitap hakikaten muhayyirü'l-ukuldür"

Mister Marmadüke Picthall'ın


Londra'da İslâmiyet ve asrilik


hakkında irad ettiği nutukdan


***


İslâm dinini kabul edenlerin adedi az zamanda üç yüz milyona varmış ve bu Müslümanlar, atlarının nallariyle Roma İmparatorluğunu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile dalâleti kökünden istisal etmişler, nihayet Şark ve Garbın muazzam devletleri onların karşısında titremişti."

Fransız filozoflarından


Alexy Levazaune'un


nutuklarından


***

"Hazret-i Muhammed gerçi ümmî idi, fakat, cihana öyle bir kitap bırakmıştır ki, o, bir nadire-i belâgat, bir mecelle-i ahlâk, bir kitab-ı mukaddestir." Aleksi Lövazon'un "Hayat-ı Hazret-i Muhammed" adlı eserinden.

***

"Kur'an, insanın dimağında şüpeheden tezelzül den vesete camlı uvvetli bir kanaat c-vücudu getirir."

Doktor Gustave Le Boue


***


"Kur'ân... Bu, o kitaptır ki onunla Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa'ya tüccar, Yahudiler Avrupa'ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde Müslümanlar Avrupa'ya hakim olarak girmişler. Ve bu Müslümanlar Kur'ân yardımıyla Avrupa'ya irfan meselesini taşımışlardır. Filhakika Müslümanlar Garplılara ve Şarklılara felsefe, tıp, hey'et, şiir öğretmişlerdir. Yunanın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken hertarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır."

Musevi âlimlerinden Emanuel Düeş


İngilizce ouarterly Revue mecmuasının


254'üncü numarasında İslâmiyet


serlevhasiyle yazdığı makaleden


***


"Müslümanlık, Afrikalıları medenileştirmiş, onları sanayi,ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeye sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyetin tesiriyle Afrika'nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupalı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdir."

Profesör Thomas Arnol'un


İslâm tebliği adlı eserinden


***


"İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki Müslümanlık cihanşümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza
(Sh: N-136)
etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mesut olacaktır."

Hindistan'ın milli rüesasından Saroçni Neyda


namındaki büyük kadının Londra'daki Voking


camiinde Müslümanlara hitaben irad ettiği ve


İslâm mecmuasının 1920 senesinin Kânunusanisi


nüshasında intişar eden nutkundan...

***
"İslâm çocukları, tahsillerine Kur'ân'la başlıyorlar. Çünkü Kur'ân, bütün dini, dünyevî hakikatlerin menbaıdır. Fakat bu mekteplerin yanlarında, yine Kur'ân'ın ilhamiyle, felsefe ve hikmet medreseleri vücut bulmuş, bilâhare bu medreseler, darülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki Afrika'nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikri maddî terakkiler itibariyle muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu."

Müslümanların asri medeniyet


üzerindeki tesiratı hakkında


bir nutuk irad eden H.S.Leader'in


beyanatından...


***


"İslamiyetin intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki Afrika zencileri medeniyetin ruhunu temsil edebilmişler ve aralarındaki adli ve medeni idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyetin istinatgâhı Kur'ân'dır. Ve bu Kur'ân, bir berat-ı necattır."

Mister Y.Moreyl'in 1922'de Şimal Nicer hakkındaki irad ettiği nutuktan


***


"Kur'ân'ın Medine'de nâzil olan âyetleri, İslâm cemiyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir."

Stanley Lenpal'in Kur'ân'dan intihaplar adlı eserinden


***


"Kur'ân, dün olduğu gibi, bugün de mütemadiyen mütezayit insan kütlelerinden sadakat ve ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur'ân, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir.

J.T.Batani'nin


Müslümanlık ve Akdeniz Diyanetleri


adlı eserinden


***


"Müslümanların medeniyet, hendese, hey'et, mimarî, sanayi-i nefise ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler, ancak Kur'ân'ın insanları birleştirerek onları fazl-ı irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir."

İngiltere'nin en büyük mütefekkir ve


muharrirlerinden H.G. Wells


***


"Müslümanların dini, Kur'ân dinidir. Bu din, müsâlemet, emniyet ve huzur dinidir."

Piskopos Volter Meron'un Müsalemete En


Doğru Yol adı ile Petersburg kilisesinde irad


ettiği konferanstan


***


"Kur'ân'da siyasi riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. Vest Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği veçhile, şarkta müstebit hükümdarları ve cebbarları zulüm veceberuttan men'eden birşey varsa o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur'ân âyetidir.

Ud Frey Hicts


***


"Kur'ân, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır."

Leonard'ın İslâmiyet ve Ahlâki


ve Ruhani Kıymeti eserinden


***


"Kur'ân'ın kadir ve kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek akıl ve mantıktan mahrum olmak olur."

Londra'da intişar eden


Near East (Şark-ı Karip)


mecmuasının 13 Nisan 1922


tarihli nüshası


***


"Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilâller içinde Kur'an Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hintlilerin kitabı olarak payidar olmuştur."

EdWar Denison Rose'un


Sel'in Kur'ân tercümesinin son tab'ına yazdığı


mukaddemeden


***


(Sh: N-137)
"Kur'ân, insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlicenap, hayırperver, cesur ve şeci olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir."

Mister Arnold HoWard


İslâm mecmuası 1916 senesi


Mayıs nüshası...


***


"Hakikat-ı halde imanın hakikî kitabı, fikre itminan veren kitap, ancak Kur'ândır."

Pencapt'a Sih mezhebinin müessisi Baba Nanak'ın


Genem Sakihi adlı eserinden...


***


Müslümanlık, medeniyetin meş'alkeşi olan Kur'ân'a müstenittir. İslâmiyetin başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası, belki de en büyük rüknü olmaktır."

Doktor İsaac Taylor'un Taymin gazetesinde


intişar eden bir konferansından


***

İslâmiyetin başlıca muvaffakiyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır."

Herbert


***

Kur'ân her asırda izini bırakmaya namzettir."

Mr.RodWeal, Kur'ân'ın İngilizce mütercimi


***

"İslam orduları Suriye'yi fethettikleri, yahut muzaffer bayraklarını Afrika'ya diktikleri, yahut Karadenize vardıkları zaman, Kur'an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâp etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılıçtan geçirmemişlerdir."

Bolinson


***

"Kur'ân, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu, öyle bir histir ki büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur."

Profesör Margolet'un


Muhammedilik eserinden


***

Daha çoklar var, şimdilik bu kadar yazıldı.

* * *
 
Üst