Otuzuncu Lem'a'nın Beşinci Nüktesinden
Bazı Parçalar
"....Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı fihristevâri cevap şudur ki. Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi... hem en parlak nuru.. hem en lâtif mâyesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası... hem en mükemmel meyvesi... hem en yüksek kemali... hem en güzel cemâli... hem en güzel zineti... hem sırr-ı vahdeti... hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei... hem san'at ve mahiyetçe en harika bir ziruhu... hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya, kâinatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kainatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu'cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar-hayat ile küçük bir cüz'ü büyülten; ve bir ferdi dahi külli gibi bir alem hükmüne getiren ve Rubûbiyet cihetinde, kâinatı; tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll, bir külli hükmünde gösteren fevkalade hârika bir san'at-ı İlâhiyyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ıHayy-ı Kayyûmun vücûbu vücuduna vahdetine ve Ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat'isi ve en mükemmeli.. hem masnûât-ı İlahiyye içinde en hafisi ve en zâhiri, en kıymetdar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir. Hem şuûnât-ı İlâhiyyenin gayet câmi' bir âyinesidir. Hem; Rahman, Rezzak, Rahim, Kerim, Hakim gibi çok esmâ-i Hüsnânın cilvelerini câmi' ve rızk, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi eden; ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, mâdeni bir âcûbe-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihale makinesidir ki. mütemadiyen her
(Sh: N-97)
tarafta tasfiye yapıyor; temizlendiriyor; terakki veriyor; nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi, o zerrelere vazife görmek, nurlandırmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hay ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasiyle; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yâni; mülk, melekût vecihleri; parlaktır, kirsizdir. noksansızdır, ulvidir. Onun için; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını âşikâre göstermek için,sair eşya gibi zâhiri esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, mânen ve remzen isbat eder. Yâni: hem Vâcib-ül-Vücudun vücûb-u vücûdunu ve hayat-ı sermediyesini... hem Dâr-ı Âhireti ve hayat-ı bâkiyesini... hem vücud-u melâike.. hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nûraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhi ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır.
İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hassalarını ve ulvî ve umumi vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyi isminin arkasında, İsm-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hay, nasıl bir İsm-i âzam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü; ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasiyle neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhyiye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirâne, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfrân-ı nimet ederler.
(Sh: N-98)
... İşte, hayatın yirmidokuz hassalarından yirmiüçüncü hassasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbâb-ı zâhiriyye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbâniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hassanın sırrı şudur ki; kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şer ve çirkinlik gayet cüz'idir ve vâhid-i kıyasidirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır; ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zişuurların nazar-ı zâhirisinde görünen zahiri çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için; hem aklın zâhiri nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsi münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhiri esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar... belki, haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak; ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler. Yirmiikinci Sözün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrâil (A.S.) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakka münâcat etmiş. Demiş: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekvâ oklarını o perdelere atacaklar." Bu münâcâtın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmiyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmiyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyûma gitmemek için Hazreti Azrâilin (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhir perdedirler. Evet, izzet-i azamet ister ki; esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Fakat vahdet ve celâl ister ki; esbab, ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden... Fakat hayatın hem zahiri, hem bâtıni, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvâları ve itirazları dâvet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münâfi olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyumun "ihya edici, hayat verici, diriltici" isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir; vücud ve icad da öyledir. Onun
(Sh: N-99)
içindir ki; icad ve halk; doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelâlin kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzûlü bir muttarid kanuna tâbi kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hâcette eller dergâhı İlâhiyyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur Güneşin tulûu gibi bir kanuna tâbi olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmiyecekti.
...Yirmi Dokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyumu bu kadar hadsiz envâ-i nimetiyle kendini zihayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zihayatlardan o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil, sevmelerini; ve kıymetdar san'atlarına mukabil, medh ü sena etmelerini; ve evâmir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubûdiyetle mukabele edilmelerini ister.
İşte bu sırr-ı Rubûbiyete göre teşekkür ve ubûdiyet, bütün envâ-ı hayatın ve dolayısiyle bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve "ibadet Cenab-ı Hakka mahsus, ve şükür O'na lâyık, ve hamd O'na hasdır" diye çok tekrar ile beyan ediyor.
Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasiyle mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayattar olan Dâr-ı Saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zişuur hakkında hususan insan hakkında, meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatca, serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zihayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir biçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş za-
(Sh: N-100)
manın hüsünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, Âhirete iman rüknünü kat'i isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım münasip bütün levâzımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyle ettiği hususi ve cüz'i olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadir, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumi olan beka duasının hayat-ı uhreviyenin inşasiyle ve Cennetin icadiyle kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve Ferşi çınlatan umumi ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkar ettirsin? Hâşâ ... yüzbin defa hâşâ!
Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz'isinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve baki ve nazdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin... ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın..Âdeta bir neferin kemal-i itina ile techizat ve idaresini yapsın; ve muti ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneşi görmesin sivri sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ ... yüzbin defe hâşâ!
Hem hiçbir cihetle akıl kabul edermi ki; hadsız rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadir-i Hakim, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı, ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedi ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedi bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nûr-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak
(Sh: N-101)
ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
NETİCE: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrrını anlayanlar ve hayatını sü-i istimâl etmiyenler, Dâr-ı Bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna...
Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayali Güneşciklere ayinedarlık etmeleri bildedahe gösteriyor ki; o lem'alar, yüksek bir tek Güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işaret ediyorlar... aynen öyle de; Zât-ı Hayy-ı Kayyumun Muhyi isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zihayatların kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için "YA HAY!" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına ve vücub-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi... umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhiye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbâni ve vahy-i İlâhiyyenin medari olan Risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil bil'ittiraf Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet,şehadet işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder, ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücudları muhakkak ve bedihi olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delâilleriyle Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler; ve bütün kâinatı bir gölgesiyle, ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
Hem hayat, "Melâikeye İman" rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden
(Sh: N-102)
ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zihayatlardır. Ve madem Küre-i Arz bu kadar zihayatın envâiyle dolmuş ve mütemadiyen zihayat envalarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar başanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zihayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülasası olan şuur ve akıl, ve en lâtif ve sâbit cevher olan ruh, bu Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; adeta Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nurani daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semaviye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek; gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ı semvatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniiyeye mazhar olacak olan zişuur, zihayat ve semavata münasip sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlarda melâikelerdir.
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti "Peygamberlere İman" rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelinin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, Resullerin gönderilmesiyle ve Kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet evet-eğer Kitablar ve Peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de; bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i Gaybın arkasında söyliyen, konuşan emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, Peygamberler ve ellerinde nâzil olan Kitablardır. Elbette Kainattaki hayat, kat'i bir surette Hayy-ı Ezelinin vücûb-ı vücuduna kat'i şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevatı, münasebâtı olan "İrsâil-i Rüsül" ve "İnzâl-i Kütüb" rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhassa Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve Vahy-ı Kur'ani, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat'idir denilebilir. Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır... ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş; hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve hisden süzülmüş şuurun bir hulasasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve
(Sh: N-103)
sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır; öyle de; maddi ve mânevi hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi hayat ve rûh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ülhülâsadır.. ve Risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.) kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safî hulasasıdır. Belki maddi ve manevî hayat-ı Muhammedî(A.S.M.) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. ve Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u Kâinatın şuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, hayattar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet... Eğer kâinattan Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nûru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek... eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz; kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Hem hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, Âlem-i Şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette Âlem-i Gayb -yani mâzi, müstakbel-yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhûdiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırrı-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslisi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler,bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler. Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücud-u ilmi teşkil eder. Ve vücud-u harici gibi o vücud-u ilmi dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet Âlem-i Gaybın bir nev'i olan Âlem-i Ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu
(Sh: N-104)
olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen Âlem-i Gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmisindeki intizamı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu Âlem-i Şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı delâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhiri bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktır.
İşte "Kader ve Kazâya İman" rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yâni; nasıl ki Âlem-i Şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlariyle ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor, öyle de: Âlem-i Gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücûd-u mânevileri ve ruhlu birer sübût-u ilmileri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasiyle o mânevi hayatın, eseri, mukadderat namiyle görünür, tezahür eder.
...Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünki: izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, Kudret-i Samedâniyyedir. Çünki; Tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelinin memurları, Saltanat-ı Rubûbiyyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rubûbiyetin temâşager nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umur-u hasise ile kudretin mübâşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pişe olan insani bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik ittihaz etmiş değildir. Demek esbab vaz'edilmiş, tâ aklın nazar-ı zâhirisine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira âyinenin iki veçhi gibi, herşey'in bir "mülk" ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri "melekût" dur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, Kudret-i Samedâniyyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz'edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir.
(Sh: N-105)
İzzetine münafi değildir. Onun için esbab, sırf zâhiridir; melekûtiyette ve hakikatte te'sir-i hakikileri yoktur.
Hem esbab-ı zâhiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvalar, o itirazlara hedef olacak esbab vaz'edilmiştir. Çünki; kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevi rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'a demiş ki: "Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler; benden küsecekler." Cenâb-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: "Seninle ibâdımın ortasında, musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler." İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak-olan güzellik, Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine mutealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zâhiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve Kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir. Evet, izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki; esbab ellerini çeksinler te'sir-i hakikiden.
...Bak şu kâinat-ı seyyalede, şu mevcâdât-ı seyyarede cevelân eden zihayatlara! Göreceksin ki: Bütün zihayatlardan herbir zihayat üstünde Hayy-ı Kayyum'un koyduğu çok hâtemleri vardır. O hatemlerden bir hâtemi şudur ki: O zihayat, meselâ şu insan, âdeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatın bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki, envâ-ı âlemin ekser nümunelerini câmidir. Güya o zihayat bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zihayatı halketmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzımgelir.
İşte, eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki: Bir kelime-i kudreti, meselâ "bal arısını" ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede, meselâ "İnsanda" şu kitab-ı kâinatın ekser mes'elelerini yazmak, hem bir noktada, meselâ küçücük "incir çekirdeğinde" koca incir ağacının proğramını dercetmek ve bir harfte, meselâ "Kalb-i beşerde" şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan "Kuvve-i hâfıza-i insaniyede" bir kü-
(Sh: N-106)
tüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Halik-ı Küll-i Şey'e has ve bu kâinatın Rabb-ı Zülcelâline mahsus bir hâtemdir.
İşte zihayat üstünde olan pek çok Hatem-i Rabbâniden birtek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ demiyecek misin?
***
Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi, o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevi olarak aslının proğramı tevdi edilmiş. İşte o tohumları nöbetle O kâseye koysak, herbiri hârika cihazatiyle, eşkal ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın. Eğer o zerreler herbirşey'in herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye (ona) layık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadir ve kudretine nisbeten herşey kemâl-i sühuletle masahhar olan bir Zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa, o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince mânevi fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe' olabilsin veya bütün o mevcûdata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilatına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır. Tâ bütün onların teşkilâtına medar olsun. Demek Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerratı adedince İlâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise bin def'a muhal içinde muhal bir hurâfedir.
Nasıl ki bir kitab; eğer yazma ve mektub olsa, onun yamasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalem-
(Sh: N-107)
ler, yani demir harfler lâzımdır. Tâ o kitab tab'edilip vucud bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hat ile o kitabın ekseri yazılmış ise, -Sûre-i Yâsin, lâfz-ı Yâsin yazıldığı gibi- o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım; tâ tab'edilsin. Aynen öyle de: Şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedaniyyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyyetin mektubu desen, vücub derecesinde bir sühulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkilatlı ve hiçbir vehim kabul etmiyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki; tabiat için herbir cüz' toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca mâdeni matbaalar ve hadsiz mânevi fabrikalar bulunması lâzım. Tâ ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut herşey'e muhit bir ilim, herşey'e muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lazım gelir. Tâ şu masnuata hakiki mastar olabilsin. Çünki, toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz'ü, ekser nebatata menşe olabilir. Halbuki herbir nebatat-meyveli olsa, çiçekli olsa-teşekkülatı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki; herbirisine, yalnız ona mahsus birer ayrı mânevi fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa çıksa; herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmağa mecburdur. işte bu tabiatperestlik fikrinin esası, öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör; ibret al!..
Elhasıl : Nasıl bir kitabın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile târif eder ve çok cihetlerle gösterir. Meselâ: "Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir böyledir" der. Aynen öyle de: Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelinin esmâsını, bir kaside kadar târif eder ve keyfiyetleri adedince işaret permaklariyle o esmâyı gösterir, müsemmasına şehadet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak yine Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir!..
* * *
Mukaddeme
EVVELA: Bu Ramazan-ı Şerifte Üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur'ana itiraz suretinde سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesini inkâr tarzında dinleyen safdil müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen Birinci Harb-i Umuminin başında arabi İşârât-ül-İ'caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem'ada İkinci Mes'ele-i Mühimme serlevhasiyle, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok ayet-i Kur'aniyede bulunan o cümle سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesine mektepli islâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.
SANİYEN: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani'i Zülcelâli sıfatiyle bildirmek için bahsediyor. Dolayısiyle ve ma'na-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya dersi vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Halıkı bildiriyor. Ma'na-i harfiyle o kitab-ı kebir-i kainata bakıyor. Okuyor. Ehl-i fen gibi ma'na-i ismiyle, madde ve tabiat hesabiyle bakmıyor.
SALİSEN: Madem Kur'an kainattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve ma'lum olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe ma'lum ta'biratı istimal etmek ta'lim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zâhir ma'nası ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.
(Sh: N-109)
RABİAN: Risale-i Nurdan Mu'cizat-ı Kur'aniye Zülfikâr Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalbliler de bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hâsiyyeti de şudur ki; hiç şüpheleri i'tirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki: O şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikatı görmek isteyenleri Risale-i Nura havale edip yalnız numune için bu Ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım (İmam-Hatip) talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan ma'sum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki SEB'A SEMÂVA T cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş.
İkinci Mes'ele-i Mühimme'dir
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ اَلسَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ İlâ âhir ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ şu Âyet-i Kerime gibi mütaddit Âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşârat-ül-İ'caz tefsirinde eski Harb-i umuminin birinci senesinde cephei harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes'elenin yalnız bir hulâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer'ide Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa'şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir, Âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur'an-ı Hakimin i'câzına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide
(Sh: N-110)
namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkar ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamiyle gösterememişler. Kur'an-ı Hakimin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste: السَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş: Yâni: "Sema, emvâcı karardâde olmuş bir denizdir".
İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur. Üçüncüsü: Madde-i esiriyye esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tercübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su buz gibi havâi, mâi câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de Madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i akli olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs-sema ve kehkeşan namiyle mâruf, Türkçe "samanyolu" tâbir olunan bulut şeklindeki daire-i azimenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile Manzûme-i Şem
(Sh: N-111)
siyyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi münzûmat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnûat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül-mâ, müvelid-ül-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esiriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ sırriyle yedi-nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emâreler, bizzarûre semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddittir ve muhbir-i sâdık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın lisaniyle yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u arabide kesreti ifade ettiği için, o külli yedi tabaka çok kesretli tabakaları havı olabilir.
ELHASIL: Kadir-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası herbir Âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve Âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulanacaktır. Evet hitâbât-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve mââni ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini mürâat ve mümaşat etmesi gösterir ki: Herbir Âyatin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, "yedi semavat" mânâ-yı kullisinde yedi tabaka-i
(Sh: N-112)
beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyetin, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb'a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem Manzûme-i Şemsiyyemizle beraber yedi manzumât-ı şümûsiyyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu, bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; Semavat-ı seb'ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misâliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder. Ve hakeza bu Âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'i mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sâdık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle Âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki: Âyetin mânâ-yı küllisinden bir tek mâsadak sadıksa, o külli mânâ sâdık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllide dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak: Nasıl bu iki fen hata ederek hak ve hakikat ve sâdık olan külli mânâdan gözlerini yumup ve çok sâdık olan masaddakları görmiyerek hayali bir acib ferdi, mânâ-yı Âyet tevehhüm ederek Âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!..
(Sh: N-113)
Elhasıl: Kıraat-ı seb'a, vücuh-u seb'a mu'cizat-ı seb'a ve hakaik-ı seb'a ve erkân-ı seb'a üzerine nâzil olan Kur'an semasının o yedişer tabakalarına cin ve şeyâtin hükmündeki itikatsız maddi fikirler çıkamadıklarından Âyâtın nücûmunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o Âyâtın nücûmundan mezkûr tahkikat gibi şehablar inerler ve onları yakarlar. Evet cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur'aniyeye çıkılmaz. Belki Âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi'raciyle ve iman ve İslâmiyetin kanatlariyle çıkılabilir.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ اْلهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اللَّهُمَّ يَارَبِّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هَذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ اْلقُرْآنِ وَ اْ لاِيمَانِ آمِينَ
* * *
Mukaddeme
EVVELA: Bu Ramazan-ı Şerifte Üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur'ana itiraz suretinde سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesini inkâr tarzında dinleyen safdil müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen Birinci Harb-i Umuminin başında arabi İşârât-ül-İ'caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem'ada İkinci Mes'ele-i Mühimme serlevhasiyle, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok ayet-i Kur'aniyede bulunan o cümle سَبْعَ سَمَوَاتٍ cümlesine mektepli islâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.
SANİYEN: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi Sani'i Zülcelâli sıfatiyle bildirmek için bahsediyor. Dolayısiyle ve ma'na-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya dersi vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Halıkı bildiriyor. Ma'na-i harfiyle o kitab-ı kebir-i kainata bakıyor. Okuyor. Ehl-i fen gibi ma'na-i ismiyle, madde ve tabiat hesabiyle bakmıyor.
SALİSEN: Madem Kur'an kainattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve ma'lum olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe ma'lum ta'biratı istimal etmek ta'lim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zâhir ma'nası ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.
(Sh: N-109)
RABİAN: Risale-i Nurdan Mu'cizat-ı Kur'aniye Zülfikâr Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalbliler de bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nur'un mümtaz bir hâsiyyeti de şudur ki; hiç şüpheleri i'tirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki: O şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikatı görmek isteyenleri Risale-i Nura havale edip yalnız numune için bu Ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım (İmam-Hatip) talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan ma'sum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki SEB'A SEMÂVA T cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş.
İkinci Mes'ele-i Mühimme'dir
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ اَلسَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ İlâ âhir ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ şu Âyet-i Kerime gibi mütaddit Âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşârat-ül-İ'caz tefsirinde eski Harb-i umuminin birinci senesinde cephei harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes'elenin yalnız bir hulâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer'ide Arş ve Kürsi, yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhi hükemasının şa'şaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hatta çok ehl-i tefsir, Âyâtın zâhirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur'an-ı Hakimin i'câzına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide
(Sh: N-110)
namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu adeta inkar ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamiyle gösterememişler. Kur'an-ı Hakimin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadiste: السَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş: Yâni: "Sema, emvâcı karardâde olmuş bir denizdir".
İşte bu hakikat-ı Kur'aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki "esir" dedikleri madde ile doludur.
İkincisi Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecrâm-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur. Üçüncüsü: Madde-i esiriyye esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tercübeten sabittir. Evet nasıl ki: Buhar, su buz gibi havâi, mâi câmid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de Madde-i esiriyyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i akli olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs-sema ve kehkeşan namiyle mâruf, Türkçe "samanyolu" tâbir olunan bulut şeklindeki daire-i azimenin bulunduğu tabaka, elbette sevâbit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevâbit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o kehkeşandaki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevâbit dahi, sadık bir hads ile Manzûme-i Şem
(Sh: N-111)
siyyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi münzûmat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnûat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül-mâ, müvelid-ül-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki, bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esiriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ sırriyle yedi-nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emâreler, bizzarûre semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat'iyyen semavat müteaddittir ve muhbir-i sâdık, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyanın lisaniyle yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u arabide kesreti ifade ettiği için, o külli yedi tabaka çok kesretli tabakaları havı olabilir.
ELHASIL: Kadir-i Zülcelâl, esir maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer'edip ekmiştir. Madem Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası herbir Âyât-ı Kur'aniyeden hissesini alacak ve Âyât-ı Kur'aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulanacaktır. Evet hitâbât-ı Kur'aniyenin vüs'ati ve mââni ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini mürâat ve mümaşat etmesi gösterir ki: Herbir Âyatin herbir tabakaya bir veçhi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, "yedi semavat" mânâ-yı kullisinde yedi tabaka-i
(Sh: N-112)
beşeriye, muhtelif yedi kat mânâyı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyetin, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb'a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem Manzûme-i Şemsiyyemizle beraber yedi manzumât-ı şümûsiyyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu, bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; Semavat-ı seb'ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misâliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder. Ve hakeza bu Âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'i mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sâdık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle Âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki: Âyetin mânâ-yı küllisinden bir tek mâsadak sadıksa, o külli mânâ sâdık ve hak olur. Hatta vâkide bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını mürâat için o küllide dahil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak: Nasıl bu iki fen hata ederek hak ve hakikat ve sâdık olan külli mânâdan gözlerini yumup ve çok sâdık olan masaddakları görmiyerek hayali bir acib ferdi, mânâ-yı Âyet tevehhüm ederek Âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!..
(Sh: N-113)
Elhasıl: Kıraat-ı seb'a, vücuh-u seb'a mu'cizat-ı seb'a ve hakaik-ı seb'a ve erkân-ı seb'a üzerine nâzil olan Kur'an semasının o yedişer tabakalarına cin ve şeyâtin hükmündeki itikatsız maddi fikirler çıkamadıklarından Âyâtın nücûmunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o Âyâtın nücûmundan mezkûr tahkikat gibi şehablar inerler ve onları yakarlar. Evet cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur'aniyeye çıkılmaz. Belki Âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi'raciyle ve iman ve İslâmiyetin kanatlariyle çıkılabilir.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَآءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ نُجُومِ اْلهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اللَّهُمَّ يَارَبِّ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هَذِهِ الرِّسَالَةِ وَرُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ اْلقُرْآنِ وَ اْ لاِيمَانِ آمِينَ
* * *
Siyaset ve medeniyet hakkındaki suallere verilen cevaplar
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَئٍْ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz sıddık, kardeşlerim,
Evvelâ: Hem geçmiş hem gelecek hem maddi hem mnevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini RAHMET-İ İLAHİYEDEN bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip o mübarek dualara âmin deriz.
Saniyen: Hem çok def'a mânevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.
Birinci sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?
Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi olan selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir. diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neş'et ettiğini kat'iyyen bildim. Bu kanun-u esasî-i beşeriye bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî bu gaddar kanun-u esasînin su-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zir ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-ı umumî perdesi altında şahsî garazlar bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. RİSALE-İ NUR bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatda isbat ettiği için onlara havale ediyorum. İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı azamdan gelen Kur'an-ı mu'ciz-ül-beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum: O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
(Sh: N-115)
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بَغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
Yâni: Bu iki âyet bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz. Hem bir masum rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyariyle, kendi rızasiyle kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki; o başka mes'eledir." diye hakiki adelet-i beşeriyeyi te'sis ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nura havale ediyorum.
İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i garbiye semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hataları, zararları faidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine, israf ve sefahat ve sa'y ve hizmet yerine, tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gayet fakir, hem gayet tenbel eyledi. Semavî Kur'an'ın kanun-u esasîsi: كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعَى ferman-ı esasiyle beşerin saadet-i hayatiyesi iktisat ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir, diye RİSALE-İ NUR bu esası izaha binaen kısa bir iki nükte söyliyeceğim.
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç dört hacâtını tedarik etmiyen on adedde ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırası su-i istimalât ve isrâfat ve hevesâtı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi zaruri hacatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdilik o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı yerine yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek
(Sh: N-116)
yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zülme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâre avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'an'ın kanun-u esasîsi olan vücub-u zekât ve hurmet-i riba vasıtasiyle avamın havassa karşı itaatını ve havassın avâma karşı şefkatını te'min eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevketmeye mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti.
İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın harikaları beşere birer nimet-i, RABBANİYE olmasından hakiki bir şükür ve menfaat beşerde istimali iktiza ettiği halde şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete sevk ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık ve iktisatsızlık yoluyla sefâhete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ RİSALE-İ NUR'-daki NUR ANAHTARI'nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken maslahat-ı beşeriyeye sarfedilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde beşde dördü hevesata, lüzumsuz, malâyani şeylere sarf edildiğinden tenbelliğe radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa'yin şevkini kırıyor. Vazife'i hakikiyesini bırakıyor. Hatta çok menfaatli olan bir kısım harika vesait sa'y ve amel ve hakiki maslahat, ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm: Ondan bir ikisi zaruri ihtiyacâta sarf edilmeye mukabil ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'î misale binler misaller var.
Elhasıl medeniyet-i garbiye-i hazıra semavi dinleri tam dinlemediği için beşerî hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş, iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeye zülum ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşerî hasta etmiş. Su-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor. İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı KUR'AN-I HAKİMİN dört
(Sh: N-117)
yüzmilyon talebesinin intibahiyle ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle binüçyüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını., medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini KUR'AN-I MUCİZ-İL-BEYAN'ın işaret ve rumuzundan anlaşıldığı gibi RAHMET-İ İLAHİYE'den şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.
Elbaki Nüvelbaki
S a i d N u r s i
* * *
Samsun Mahkemesine verilen cevap
372 senesi Şevvalin 13, Perşembe günü Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul Mahkemesinde mahkemenin suallerine aynen bu şekvayı izahatla okudular.
Üstadımız iki sene evvel Ramazanda beş vecihle kanunsuz bir taarruza mâruz kaldığı zaman dindar meb'uslara ve hey'et-i vükelâya bir şekva suretinde hizmetkârına ve bir iki talebesine bu gelen şekvayı söylemiş. Hizmetçisi de Ankara'daki bir iki NUR talebesine göndermiş ki: O şekvayı dindar meb'uslara verip hey'et-i vükelâya göstersin. Onlara göstermişler. Bazıları neşrini münasip görmüşler. Büyük Cihad'a gönderilmiş. İşte iki seneden ziyade beş vecihle kanunsuz kanun namına üstadımıza azab verdiler. Şiddetli fakru ihtiyaciyle beraber yüz yirmi lira yalnız bir şahitlik makaleyi kim göndermiş diye verdirmeye mecbur ettiler. Halbuki veren de mahkemede kendi ikrariyle söylemiş.
(Büyük Cihad) gazetesinin 20.6.1952 Ta. 67 No.lu nüshasında neşredilmiştir.
Nur Talebeleri namına
Zübeyir.
* * *