yardımcı olurmusunuz

Huseyni

Müdavim
selamunaleyküm ben riselei nurdan asayı musa kitabını yeni okuyorum bena 1. Söz mütalaasında yada 2. Söz mütalaasında yardımcı olurmusunuz anlatmam gerekiyorda sizin anlattıklarınız beniö için önemli


Birinci Söz - Besmele Bahsi - 1

Birinci Söz - Besmele Bahsi - 2

Açıklamalı - İkinci Söz dersleri

Araştırmalı ve Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - 1. Söz ve 14. Lem'a" nın 2. Makamı


Birinci Söz

İkinci Söz

Bu kaynaklardan yararlanabilirsiniz. Allah cc. anlayıp yaşamayı nasib eylesin, amin.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
“Bismillah her hayrın başıdır.Biz dahi başta ona başlarız” denilerek başlanıyor ve bu konuda yapılan güzel ve doyurucu açıklamalara Lem’alardan da açıklama ekleniyor.Besmele üzerinde bu kadar önemle durulmasının hikmeti nedir ?

Önce şunu ifade edelim: “Bismillah her işin başıdır.” denmeyip de “her hayrın başıdır” denilmesinde ince bir mesaj vardır. Demek ki, hayır olmayan şeylere başlarken besmele çekilemez. Mesela, bir hırsız yaptığı soyguna besmele ile başlayamaz. O halde, insan öyle işler yapmalıdır ki onlara besmele ile başlayabilsin. Bunlar da ancak hayırlı işlerdir.

İnsanların faydalanacakları ilmî eserler yazmak da büyük bir hayır olduğundan bütün islam alimleri eserlerine besmele ile başlamışlardır. Bununla da yetinmeyip hamdele ve salveleyi de eklemişlerdir. Yani Allah’a hamd ve Onun sevgili peygamberine salatü selam ile eserlerine başlamışlardır. Üstad hazetleri de Muhakemat’ta, Mesnevi-i Nuriye’nin bazı bölümlerinin başlangıcında ulemanın bu adetini devam ettirmiştir.

Besmelenin sırlarına dair Lem’alar’da yazdığı çok yüksek bir dersi de, makam münasebetiyle, buraya almıştır. Bu bölümde besmelenin altı sırrı izah edilirken çok ince hakikatlere dikkat çekilmiş ve böylece besmeleyi okurken ondaki bu yüksek hakikatleri de nazara almamız bizlere ders verilmiştir.




Besmeleye “İslâm nişanı” deniliyor. Acaba diğer dinlerde besmele yok muydu?

İslam nişanı denilmesinden maksat şudur: “Bir kişinin bir işe başlarken besmele çektiğini görsek onun müslüman olduğuna hükmederiz.” İslâm nişanı sadece besmele değildir. Bir kimsenin namaz kılması, oruç tutması da islam nişanıdır. Bütün semavî dinlerde kişiye ancak Allah’a kul olduğu ders verilir ve bütün işlerini O’nun rızası istikametinde yapması emredilir. Buna göre her dinde, inanan kişiler bütün işlerini Allah namına, Onun rızasını gözeterek ve Ondan yardım dileyerek yaparlar. Şu var ki, kendi dillerinde “besmele” yerine başka bir ifade kullanmış olabilirler. Sonuç değişmez.



Sahib-i Kâinatın ismini alan kimselerin, “her hadisatın karşısında titremeden kurtulması” her zaman olmuyor. O halde kâinat sahibinin ismini almayı nasıl anlayacağız?

Besmeleyle başlanan bir işin mutlaka başarıyla sonuçlanacağı şeklinde bir hüküm vermek yanlış olur. Ama mutlaka hayırla sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Üstadın “Esbaba teşebbüs bir dua-ı fiilîdir.” sözünü hatırlayalım. İnsan başarı için gerekli sebepleri yerine getirdiğinde kendine düşen görevi yapmış olur. Neticeyi yaratmak Allah’ın hikmetine bağlıdır. Bir işe besmele ile başlayan kişi, başarının Allah’tan olduğunun, “her hayrın Onun elinde” bulunduğunun şuuru içinde, kendine düşen görevleri eksiksiz yerine getirir ve neticeye karışmaz. İşin şöyle veya böyle sonuçlanması onun kalbini fazla meşgul etmez, “hadisatın karşısında titremeden kurtulma” ancak böylece gerçekleşir

Bilindiği gibi, besmelenin kısaca manası “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle” demektir. Bilindiği gibi Rahmân dünya nimetlerine Rahîm ise ahiret nimetlerine daha fazla bakar. Buna göre besmele çeken kişi, dünyevî ve uhrevî bütün işlerinde Allah’a sığınmış, yardımı Ondan dilemiş, başarıyı Ondan beklemiş oluyor. Bu ruh haleti başlı başına bir zikirdir; yani Allah’ı hatırlamadır ve bir ibadettir.

Allah ism-i celâli, bütün isimlere ve sıfatlara delalet ettiğinden “besmele”ye, yapılan işin mahiyetine göre ayrı manalar verilir. Eğer şifa için ilaç içmişseniz, besmele çekmeniz, “Şâfi ancak Allah’tır, O’nun ismiyle başlıyorum ve O’ndan şifa diliyorum.” manasına gelir. Eğer tohum ekmişseniz, “Rezzak ancak Allah’tır O’nun adıyla başlıyorum ve rızkı Ondan talep ediyorum.” manasına gelir.

O halde, besmele çeken kişi dünyada beklediği sonuca varsın veya varmasın Allah’ı hatırlamakla, O’na güvenmekle kalp huzurunu ve ruh rahatını peşinen kazanmış olur. Ayrıca besmele çekerek O’nu hatırlamakla da bir zikir yapmış olur.

Üstadın dua bahsinde “hekimden şu ilacı ver bana” diye talepte bulunan çocuk hakkında söylediği hikmetli sözler aynen burada da geçerlidir.



Aczin ve fakrın en makbul bir şefaatçi olması nasıl oluyor?

İnsanın aczi ve fakrı sonsuzdur. Nur Risalelerinde, “zulmetin nura ayna olması gibi”, insandaki bu acizliğin İlahi kudretin tecellisine, fakrın ise İlahi rahmetin tecellisine bir ayna olduğu sıkça ders verilir. Acz ve fakrımızı Allah’a karşı hissetmemiz gerektiğine de ayrıca vurgu yapılır. Biz neye muhtaç isek onun fakiriyiz ve neyi yapmaya güç yetiremiyorsak onun aciziyiz.. Bu nazarla bakıldığında insanın aczinin de fakrının da sonsuz olduğu anlaşılır.

Kısaca arz edeyim: İnsan göz yapamaz, bundan acizdir, göze ihtiyacı vardır, onun fakiridir. O halde saçımızdan tırnağımıza, havadan suya meyvelerden sebzeler, güneşten aya, tâ cennet bahçelerine kadar her şeye muhtacız, bütün bunların fakiriyiz ve bütün bu ihtiyaçlarımızı kendi gücümüzle görmekten de çok uzağız, hepsine karşı aciziz. İşte kendini ve haricindeki âlemi bu nazarla seyreden insanın kalbi Rabbine karşı sonsuz bir muhabbetle ve haşyetle dolar.

Peygamber Efendimizin (asm.) “Fakrım benim fahrimdir.” hadis-i şerifini de bu nazarla değerlendirmek gerekir. O halde, insan kendi aczini ne kadar fazla hissederse Allah’a o kadar fazla sığınır. Yine kendi fakrını ne kadar bilirse Rabbinden o kadar fazla rahmet diler. Bu ruh haletini taşımak Allah’ın rahmetinin celbine vesile olması cihetiyle insan için büyük bir şefaatçi, büyük bir kuvvet menbaıdır.




Her varlığın “bismillah” deyip, çok büyük işler yaptığı müşahede edilmekle beraber, bazen de mahlukatın perişaniyet ve aczi de dikkat çekmektedir. Bu iki meseleyi nasıl bağdaştıracağız?

Her varlık yaptığı bütün işleri Allah namına yapmakta, O’nun ihsanıyla kendi gücünün çok ötelerinde işler başarmaktadır. Öte yandan, bu dünya hayatında “cemal ve celal tecellileri” birbirini takip etmekte, “her kemale bir noksan katmak bu âlem-i kevn ü fesadın muktezası” olduğundan, sıhhatli hastalık, gençliği ihtiyarlık, izzeti zillet takip etmektedir. Bu ise her iki tip esmanın da tecelli etmesi içindir. Mesela, insan gençliğinde Muizz (izzet sahibi) isminin bir cilvesiyle güçlü, kuvvetli, sağlam ve dinç olur. Daha sonra Müzill (zillet verici) ismini tecellisiyle ihtiyarlar, hastalanır, güçsüz ve kuvvetsiz kalır.

İnsan her iki halde de İlahi isimlere ayna olmakta ve bundan bir şeref kazanmaktadır. Çiçeklerin açması ve solması, baharı sonbaharın takip etmesi ruhumuzun bazen neşe ile mesut, bazen kederlerle mahzun olması da bu iki tür tecellilere dayanır.

Ahirette ise, cemal tecellileri bütün güzelliğiyle cennette, celal tecellileri ise bütün ihtişamıyla cehennemde kendini gösterecektir.



Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç Bismillah der, cümlesini nasıl anlamalıyız?

Burada tohum ve çekirdeklerin başında koca ağacı taşıması ifadesi mecazi bir ifadedir. Bu mecaz ile ifade edilmek istenen asıl mana; küçücük tohum ve çekirdek içine koca ağacın plan ve programı yerleştirilmiş ve ağaç bu plan ve program üzerine hareket ediyor, demektir. Yani o koca ağacı yapan ve idare eden, bu tohum ve çekirdek değildir. Tohum ve çekirdek sadece Allah’ın kudretine bir perde, bir sebeptir. Yoksa mucit ve yaratıcı değildir. Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl olan ağacın mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum her şeye kudreti yeten bir Zatın memuru ve hizmetkarıdır.

“Yıldızları direksiz durduran”, ifadesinde de mecaz vardır. Yani koca küreleri ve yıldızları muallakta durduran ve çok süratli dönmelerine rağmen, zerre kadar rota ve yörüngelerinden çıkmadan çeviren kimdir? Diyerek o işlerin bir iki kanunla izah edilemeyeceğine işaret ediliyor. Nasıl ki, incir çekirdeği, incir ağacının mucidi ve yaratıcısı olamaz ise, aynı şekilde o yıldız ve galaksileri çekip çeviren ve mükemmel olarak idare eden itme ve çekme kuvveti değildir. Allah’ın sonsuz kudret ve iradesidir. İtme ve çekme kanunu, sadece bir sebep ve bir perdedir. Direksiz durdurmak tabiri, doğrudan Allah’ın kudret ve iradesine işaret eden bir mecaz bir ifade tarzıdır.




Mübarek hayvanlar olarak bahsedilenlerin dışındakiler mübarek değiller mi? Veya mübarek kelimesini nasıl anlamalıyız?

Her hayvan, kendisine verilen görevi eksiksiz yapmakla Allah’a ibadet eder ve onu tespih eder. Bu ibadetinin manevî mükâfatını da ahirette mutlaka alacaktır. Bu konu On Yedinci Sözde hem izah, hem ispat edilmiştir. Ancak, “mübarek” kelimesini her hayvan için kullanmayız. Çünkü bu kelimenin manasında “bereket, ihsan, ikram vardır.” Hamsinin çok olduğu senelerde bereketten söz ederiz. Ama çekirgelerin çoğalmasını bereket değil afet kelimesiyle ifade ederiz.

Üstadın mübarek diye nitelendirdiği hayvanlar hem insanların yakın dostları, bir bakıma komşuları, hem de onlara süt, et, yün gibi nice nimetlerin çoklukla ihsan edilmesine birer vesiledirler




Ağaçların ipek gibi yumuşak kök ve damarlarının sert olan toprağı ve taşları delmesini, biyoloji uzmanları enzimlerle izah ediyorlar. Dolayısıyla besmeleyle irtibatı nedir?

Sert cisimlerin yumuşak cisimlere engel olmaları, onlara ezmeleri tabiatta çokça görülür. Yani sertin tabiatında yumuşağa galip gelme vardır. Burada ise bu tabiat kanunun tam tersi bir icraat görülüyor. Demek ki, tabiat hakiki fail değil.


“Bir adamın bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etmesi” örneğinde olduğu gibi, bir varlık, gücünün çok ötesinde işler görüyorsa, bu hal o varlığın Allah namına hareket ettiğinin ve söz konusu sonuca O’nun yardımıyla ve ihsanıyla ulaştığının delilidir. Yani, o varlık manen bismillah demekte ve Hâlık’ının yardımıyla o işi başarmaktadır. Yumuşak köklerin katı taşı delmesi de buna ayrı bir örnektir. Sebepler dünyasında yaşadığımızdan Cenab-ı Hak çoğu icraatında sebepler yaratmakta, onlar vasıtasıyla iş görmektedir. Meyveyi ağaca, anne babayı bebeğe, tavuğu yumurtaya sebep kıldığı gibi, sert taşın delinmesine de enzimleri sebep kılabilir. Biz sebeplerin gerçek fail olmadıklarını ve bütün işlerin Müsebbib-ül Esbab olan Allah’ın iradesiyle ve kudretiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Enzimlerin görevi de bu manada değerlendirilmelidir.

İnsan kâinattaki birçok olaydan ders aldığı gibi, bu olaydan da dediğiniz manada bir ders alabilir. Ancak asıl mana o değildir.





Mucizelerin, peygamberlerden sadır olduğunu biliyoruz. Yaprakların sıcaklığa, köklerin sert taşlara mukavemeti de bir mucize midir? Peygamberlerdeki mucizelerle mahlukattaki mucizeler arasında farklar var mıdır?

Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Peygamberlerin eliyle gerçekleşen harikaları insanlar yapmaktan acizdirler. Bu hal, onlara bu işin bir kul tarafından bizzat icra edilemeyeceğini, elinde mucize zahir olan kişinin ancak Allah’ın elçisi olabileceğini bilmeleri için bir irşattır.

Üstadımızın ifade ettiği gibi, “Mucize doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir.” Peygamberlerin eliyle icra edilen bu mucizelerle insanların hidayete gelmeleri, Allah’ı bilmeleri ve peygamberi tasdik etmeleri murat edildiği gibi, şu varlık âleminde de nice mucizeler sergilenmektedir. Bunları seyreden insan, aczini idrak eder ve o mucizelerin sergilendiği sebeplerin de aciz varlıklar olduğunu bilir ve Rabbini bulur. Mesela, her meyve bir mucizedir. Meyve yapmaktan aciz olan insan, bu işi ilimsiz, şuursuz, iradesiz ağaçların yapamayacağını bilir. Ağaçlarda sergilenen bu kudret mucizelerini seyredebilenler imana gelirler.

Kâinattaki bu sonsuz kudret mucizelerine dikkati çekmekte şöyle bir mana da olabilir. Asr-ı saadete kavuşamayan insanlar, “Biz de mucize görsek iman ederdik; biz bu nimetten mahrum kalmışız.” derlerse onlara şu kâinatta sergilenen kudret mucizeleri gösterilir ve denir ki, bu kadar mucize karşısında kâinatın yaratıcısını tanımayan kişiler, peygamber mucizelerine de şahit olsalar yine inatlarında devam ederlerdi. Nitekim öyle oldu, bine yakın mucizeye şahit olunan o saadet asrında, birtakım müşriklerin imana gelmemiş olması bunun açık bir delilidir.




"Tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:"En güvendiğin salabet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki..." Tabiiyyunlar neden en çok salabet ve hararete güvenirler?

Tabiat, aslında “yaratılış, fıtrat” manasına gelir. Kâinatın tümü için de bu tabir kullanılmaktadır. Sertin tabiatında yumuşağı ezmek, ona yol vermemek vardır. Aynı şekilde sıcaklığın, ateşin tabiatı kurutmak, yakmak, kül etmektir. Bir kıvılcımın nice ormanları yakıp kül etmesi bunun açık delilidir.

Öte yandan, yine Nur Külliyatında beyan edildiği gibi, “hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder(doğurur).” Soruda geçen bu ifadeyle, tabiatçıların bütün kuvvetleri harekete, titreşimlere bağladıklarına da işaret edilmiş olabilir.

Yine fizikçiler maddeyi “enerjinin kesifleşmiş, katılaşmış hali” şeklinde tarif ederler. Atomun parçalandığında enerjiye dönüşmesini de buna delil gösterirler. Enerjinin tabiatına “maddeye dönüşmeyi,” maddenin tabiatına da parçalandığında yeniden “enerjiye dönüşmeyi” koyan Allah’tır. Bunlar kendi tabiatlarını kendileri belirlemediklerine göre, onlara güvenmek yerine onların sahibine tevekkül etmek gerekir. Akıl ve vicdan bunu emreder. Allah, gözün tabiatına görmeyi, elin tabiatına tutmayı, kulağın tabiatına işitmeyi koymuştur. Yine akıl ve vicdan, bu özelliklere değil onları koyana nazar etmeyi emreder.

İşte tabiatçılar bunu başaramayıp maddede boğulan, Allah’a tevekkül etmek yerine bu tabiatlara güvenen zavallı kişilerdir.



Birinci Sözde geçen zikir, fikir, şükür meselesini, sadece yiyecek gibi nimetler için mi anlamak gerekir?

Soruya“Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz…..” şeklinde başlandığı için örnek de rızık nimetinden verilmiştir.

Başka risalelerde ağaçlar için tabla, bostanlar için kazan, dallar için eller gibi teşbihler yapılmıştır. Ağacın kendisi ve dalları gibi o ağacın bakımını yapan bostancı da zahiri bir sebeptir. Toprağı ve suyu şu kâinat fabrikasında ağaç haline getiren ve o ağaç tezgâhında meyveleri dokuyan, ancak Mün’im-i Hakiki (nimetleri gerçek sahibi ) olan Allah’tır.


“Her hayır O’nun elindedir.” hükmünce, insanların eliyle ne tür bir nimete, ihsana mazhar olsak onu Allah’tan bilmemiz, insanların sadece birer sebep olduklarını düşünmemiz ve o nimet ve ihsan için Allah’a hamd etmemiz gerekir.

Bunlardan birincisi zikir, ikincisi fikir, üçüncüsü de şükürdür.



İnsanların çoğu gaflet veya dalalettedir, Allah’ı tanımaz ve O’nun namına vermezler. O halde biz bunlarla alışveriş yapmayacak mıyız?

Bu sorunun cevabını Üstadımız şöyle vermektedir:

Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bismillah der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillah de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor fakat sen de almaya muhtaç isen; sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi. (Mesnevi-i Nuriye)


Yine Münazarat adlı eserinde, “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'anda nehiy vardır: لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰى اَوْلِيَآءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusuna verdiği cevapta, gayr-ı Müslimlerle münasebetimize şu harika açıklama getirilir:


“….bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.

Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılab-ı azîm-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zâten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat'iyyen nehy-i Kur'anîde dâhil değildir. (Münazarat)


Yani, onları Yahudili veya Hıristiyan oldukları için dost edinmeyeceğiz. İslâm’ın nuruna kavuşan bir kişinin batıl dinlere ve onların mensuplarına dostluk beslemesi düşünülemez. Ancak, o kişilerle dünya işlerinde her türlü ilgi içinde bulunabiliriz; ticaret yaparız, anlaşmalar imzalarız. Bunlar onların dinlerini sevmek demek değildir. Üstadımız bu manaları işlerken şu çarpıcı örneği verir: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” İslam hukukunda ehl-i kitaptan kız alınabilir, onlarla evlenmek caizdir. Bu cevaza binaen bir Müslüman, bir Hıristiyan’la evlense onu hanımı olması cihetiyle sevebilir. Bu sevgi ayetin yasakladığı dostluğa dahil değildi. Ancak onu Hıristiyan olduğu cihetiyle, yani dininden dolayı sevemez.

Üstad, söz konusu soruya verdiği cevabın son kısmında önce “onların dinlerine çok fazla bağlı olmadıklarına” dikkat çeker, daha sonra onlarla münasebet kurmamızın iki önemli yönünü nazara verir:

Birisi, onlardan medeniyet ve terakki noktasında istifade etmemiz.

Diğeri ise, onlarla iyi geçinerek asayiş muhafaza etmemiz.




Zikir, fikir, şükür meselesini nasıl anlamamız gerekiyor?

Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah, şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece rezzakkiyete talluk eden bir formül değildir; her esmanın tecellisi için kullanılmalıdır.

Mesela; kitap okurken, Allah istifademizi artırsın ve bu istifademizi her iki dünyada hakkımızda hayırlı kılsın diye, onun adıyla başlamak gerekir. İlim tahsil etme imkân, sıhhat ve sağlığını verdiği için de hamd ve şükür etmek lazım ve keza.. Kitaptaki yazılar, gözlerden girip beyne nasıl intikal ediyor ve nasıl manaya dönüşüyor. Bu mekanizmayı kuran zatın büyüklüğünü düşünüp, fikir etmekle imanını artırır. Her hayırlı şeye besmeleyle başlanır. Başımıza gelen (küfür ve isyan dışında) ve karşılaştığımız her şey hamde değerdir. Bediüzzamanın, hapishanelere girerken bile sabırla beraber, durmadan şükür etmesi gibi.

Ve keza; kâinat safahatındaki her şey düşünce ve tefekkür kaneviçesi (El ile yapılan işlemlerde kullanılan, sentetik ve seyrek tüllere de kaneviçe adı verilir.) üzerinde işlenmiş birer dantela gibidir. Zişuurları fikretmeye davet etmektedir.




Birinci Söz'de Geçen, Katıu't-Târik İfadesini İzah Eder misiniz?

Bu ifâdenin temsildeki karşılığı: Yol kesici demektir. Daha genişletmek gerekirse, eşkiya, terörist gibi anlalmlara da gelmektedir. Ancak bir de, hakikatta ki karşılığı vardır ki, insana maddi ve manevi olarak zarar verebilecek her şey, bu anlam içerisine girer. Zira, atomdan yıldızlara kadar her şey, bir cihette insana zarar verebilecek bir potansiyele sahiptir.




"Allah'a kul olana her şey hizmetkar olur. Ve Allah'a isyan edene ise, her şey düşman olur." fehvâsınca mahlûkat şekil ve tavır alır. Ateşin Hz. İbrahim'e, (a.s.) Balığın Hz. Yusuf'a (a.s.) ve inek ile arının, insana musahhar olması birer örnektir. Bu bakış çerçevesinde devletler ve milletler muvâzenesine de bakılabilir. Tekvini ve teşrii kanunları bilip riâyet edenlere, diğer milletlerin musahhar edileceği muhakkaktır.





Birinci Söz'de geçen, "Kainatın dilenciliği" ifadesini açıklar mısınız?

İnsanın sayısız ihtiyaçları ve hudutsuz arzuları olup, her şeye muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Bu yüzden ya muhtaç olduğu şeylere kalbini ve kafasını bağlayıp, manevi olarak onlara dilenci olacak ve her şey karşısında zillete düşecek, ya da her şeyin sahibi ve mutasarrıfı olan Allah’a kalbini ve kafasını teslim edip, kainata dilenci olmak vaziyetinden kurtulacak.

Mesela insan, güneşe muhtaç olarak yaratılmıştır. Şayet insan, güneşin Allah’ın bir askeri ve memuru olduğunu kabul etmez ise, güneşin zatına perestiş edip, ona ihtiyaç vasıtası ile dilencilik edecektir. Halbuki vazifeliye değil, vazifeyi verene ram olmak, ona perestiş etmek gerekir. Güneş kendi başına değil, Allah namına bize hizmet veriyor.

Özet ifade ile; Allah’ın kainattaki Rububiyet ve Uluhiyetini iman ve tevekkül ile tanımayan birisi, mecbur kalarak kainattaki nesnelere ve eşyaya kulluk edecektir.

canım eğer bu yazılar senin kasdettiğin ise özetini çıkarıp toparlarsın

diğer konuları da bu siteden takip edebilirsin
sorularlarisale.
Allah'a emanet ol.
 
Üst